Berdan Sarıgöl’den Saga’nın İkinci Kitabı – Universum: Havisran’ın Dönüşü 20.Bölüm ve Final

Bunu Paylaşın

Çıkış: Ateşkesin Bitişi

“Size şu kadarını söyleyebilirim ki, Valkyrie teşkilatına katılıp bir ajan olmak, hayatımın en iyi kararıydı. Belki daha önce içerisinde olduğum ordular kadar donanımlı veya kalabalık değildi, ancak en azından kimlerle birlikte olduğunu, ne için mücadele ettiğini biliyordun ve doğru yerde olduğunu hissederek rahat ediyordun. Elbette bir hiyerarşi mevcuttu, ancak bu hiyerarşinin zirvesinde olan kişilerin hiçbiri, kendilerinden daha alt kademede olan kişilerin fikirlerini, önerilerini ve eleştirilerini dinlemekten kaçınmıyordu. Özellikle benim içinde olduğum kolun başındaki Ro-wial Mehrengi, hiçbir zaman bizimle konuşmaktan, tartışmaktan veya bizi dinlemekten kaçınmadı. Onun kim olduğunu, neler yaptığını, nelere kadir olduğunu bildiğinizde, sizi dinleyip sizin fikrinize değer vermesine şaşırıyordunuz.

Onlar için Kara Hilal içerisine gittiğimiz her saha görevi, bize ne için savaştığımızı hatırlatan muhteşem birer yolculuktu. Bağımsız Sistemler Konfederasyonu içerisindeki insanların yaşantıları ile Kara Hilal sınırları içerisindeki insanların yaşantılarını karşılaştırdığımızda, Kara Hilal’in insanlarına ne kadar değer vermediğine, onları bilerek ne kadar yalnız, aç ve çaresiz bırakıp kendi sistemlerine birer esire dönüştürdüğüne şahit olduğumuzda, mücadelemizin onlar için de olduğunu anlayabiliyorduk. Belki bize teşekkür etmeyeceklerdi, ancak eğitimimizi alırken Maeve Koavis bu konuda bize ders olabilecek en iyi konuşmayı yapmıştı:

‘Mücadele ettiğimiz kişiler, Kara Hilal’in elinin altında tuttuğu halk değildir ve asla olmamalıdır. Onlar bizimle mücadele edecekler elbette, zira onlar için de doğru olan budur. Ancak bu hiçbirimize, onlara karşı zalim olma izni vermez, ne bugün, ne de yarın. Belki hemen kabul etmeyecekler bizi, ancak yavaş yavaş, bizim nasıl olduğumuzu gördükçe değişecekler ve önce tolerans gösterip, sonra tamamen yanımızda olacaklar. Bunu unutmadan, kendimizi zalimliğe teslim etmeden yolumuza devam etmeliyiz.’

Açık konuşayım, bu her zaman uygulanabilecek bir prensip değil. Bazen bu prensibi uygulamaktansa, gerçekten neyin önemli olduğunu değerlendirip bunun için bu prensibi feda etmek daha mantıklı bir seçenek olabiliyor. Maeve Koavis’in söylediği tolerans gösterip yanımızda olma süreci kesinlikle onun dediği kadar kolay ilerlemiyordu. Bu elbette onlara gerçekten zarar verdiğim anlamına gelmiyor, ancak onlara bir pasifist gibi yaklaşmadığımı da kesinlikle söylemem gerekiyor.

Daha öncesinde Universum Ordusu’ndayken bu konularda böyle bir prensibe bağlı olmamıza gerek yoktu, zira bu konuda hiçbir şekilde acıma göstermememizi emrediyorlardı. Elbette ben iki prensibe de tam olarak uyamadım, uyamayacağımı da herkes çok iyi bildiğinden bu konuda çok fazla tartışmaya girmedileri benimle. Ha, bir defa bu yüzden başım derde girmiş ve Maeve Koavis beni tanıdığını iddia ederek benimle kayıt dışı bir görüşme yapmak istemişti.

Bütün kameralar ve ses kayıt cihazları kapanıp, tamamen kayıt dışında olduğumuzdan emin olduktan sonra Maeve Koavis bana dönüp “Pekala, Han Mewa Oğlu Leone Ursula. Uzun süredir seninle görüşmüyorduk, hatta senin görünüşüne baktığımda resmen bir ömür geçtiğini anlayabiliyorum.” dedi gülerek. “Doğrudur” dedim, “Yaşlanamayan ve ölemeyen biri için zamanın kaydını tutmak zorlaşıyordur diye düşünüyorum.” Maeve Koavis, ona söylediğim sözlerin ardından gelen, ona karşı ta çocukluğumdan beri tuttuğum öfkeyi ve nefreti anlamıştı. Ona karşı öfkeliydim, çünkü annem ile mutlu bir yaşam sürmemdeki en büyük engel her zaman için o olmuştu. Ona karşı nefret duyuyordum, çünkü annemin bana son sözü, benden son isteği, onun yanında durmam ve onun emri altına girip savaşmam olmuştu.

“Bu kadar geçen yıla rağmen, hala ilk karşılaşmamızdaki gibi çocuksun Leone.” dedi ciddi bir ses ve ifadeyle, “Annen bile beni anlamayı ve affetmeyi başarmıştı halbuki. Onun neler yaptığını bildiğim halde ben bile onu affetmeyi başardım, zira seni gördükten sonra, bana orada kendisine emredilenlere rağmen yapmaya çalıştığı her şeyi gördüm. Benim için sağlayamadığı normal bir çocukluğu, senin için sağladı.”

Ne demek istediğini anlamıştım, ancak onun sözünü kesmedim. Fakat daha sonrasında söyledikleri, beni gerçekten hiç tahmin etmediğim bir yerden vurmuştu:

“Leone, annenin isteği üzerine burada olduğunu biliyorum, ancak benimle olmak istemiyorsan, bunun için seni asla zorlayamam. Şimdi bile gitmekte özgürsün, sadece tek bir şartım var: Eğer buradan gidersen, bir daha asla hiçbir ordunun içerisinde levazım eri olarak dahi çalışamayacaksın.” Maeve’in bunu yapabileceğine emindim, zira Bağımsız Sistemler Konfederasyonu’nun üzerinde büyük bir etkisi vardı ve benim de asla Kara Hilal’e sığınmayacağımı çok iyi biliyordu.

Derin bir nefes alıp verdim. “Pekala” dedim, “o zaman bir süre daha devam edebiliriz. Son bir görev için dahi olsa sizinleyim.” Maeve Koavis arkasına yaslandı ve düşündü, sonra ayağa kalktı ve “Bir süre sonra sana görev bilgini vereceğim o zaman.” dedi, “Şu ana kadar yaptığın her şey için teşekkür ederim Leone.” Yüzünde hüzünlü bir ifade vardı, bu ifadeyi beklemiyordum açıkçası. Odadan çıktı. Bir süre oturduğum yerde durdum, uzun süredir böyle hissetmemiştim. Hala ondan nefret ediyordum, ancak en azından, ilk defa da olsa onunla empati kurabilmiştim sanki.

Elbette o görevi kabul ettim. Maeve’in benden istediği son görev, onun için Kara Hilal’e ateşkes görüşmelerine giden elçilere korumalık edecek Valkyrie askerlerini yönetmemdi. Beş gün boyunca, çeşitli gezegen sistemlerinde durup kalkarak, en sonunda Kara Hilal’in merkez karargahının olduğu AR-130 istasyonuna vardığımızda gördüğümüz şey gerçekten etkileyiciydi.

Maeve’in Havisran’ın kalan parçalarını kullanarak inşa ettiği H-117 gibi, AR-130 da Kara Hilal’in yok ettiği bir gezegenin kalıntılarından inşa edilmişti. Ancak H-117’den farklı olarak, içerisindeki hiçbir yapı insani hissettirmiyordu. Sanki burayı insanların yaşaması için değil de, mekanik ve ruhsuz bir makinenin içerisinde iş görmesi için yapmışlardı. Elçilerle birlikte ateşkes antlaşmasını uzatmak için imzaların atılacağı salona doğru yol alırken, burada hiçbir şekilde bir yazı, resim, işaret veya bunlara benzer bir şey olmadığını fark ettim, ancak hiçbir şey demedim. Ortamdaki ve bize eşlik eden Kara Hilal askerlerindeki gerginlik beni rahatsız etmeye başlamıştı bile.

Askerlerimden biri, bana doğru eğilip “Komutanım, bunların ateşkesi uzatmaya niyetleri yok gibi, sizce ne yapmalıyız?” diye fısıldadı. Dediğini mantıklı buldum, zira basit bir ateşkes görüşmesi için gereğinden fazla asker vardı etrafımızda. “Dikkat edin ve işaretimi bekleyin.” diye fısıldadım ona. Yürümeye devam ettikçe, hem arkamıza, hem de önümüze daha fazla Kara Hilal askerinin katılmaya başladığını görüyordum. Nasıl olacağını bilmiyordum ama muhtemelen bize saldıracaklardı. Ne olursa olsun bu ateşkes görüşmesinden geri dönemeyeceğimizi bildikleri için, burada bizi tuzağa düşürmee çalışmaları mantıklıydı. Bunu neden yapacaklarının da farkındaydım açıkçası, Kara Hilal ateşkes antlaşmasına uyarak kendisini güçlendirip son bir savaşla her şeyi bitirecek vakti bulmuştu, biz de yeni teknolojilerinin ilk Kara Hilal dışı denekleri olacaktık. Sonuçta korumaları gereken önemli insanlarla birlikte olan, Bağımsız Sistemler Konfederasyonu’nun sınırları içerisindeki en iyi askerlerden oluşan bir grubu öldürmekten daha iyi bir güç gösterisi düşünülemezdi.

En sonunda, ateşkes antlaşmasının görüşüleceği büyük salona geldik. Binanın içinin aksine, sıcak bir aydınlatmaya, süslü duvarlara ve lüks heykellere sahip, tuhaf bir odaydı. Burayı bizim gelişimiz için düzenlediklerine emindim, zira yaptıkları bütün bu süslemeler veya düzenlemeler odanın içerisinde fazlasıyla eğreti duruyorlardı. Elçiler, Kara Hilal’in yetkilileriyle masaya oturdu ve biz de onların etrafında konuşlandık. Kara Hilal askerlerinin bize doğru yönlendiklerini ve saldırmak için yavaşça pozisyon aldıklarını görüyordum. Onların ilk saldıran olmasına izin verecektim.

Elçiler ile Kara Hilal yetkilileri arasında, Kara Hilal yetkililerinin sunduğu bir maddeden dolayı tartışma çıkmaya başlamıştı bile. Birazcık neyin ne olduğunu takip edebildiğim için, Kara Hilal yetkililerinin o maddeyi bilerek, sırf tartışmaya ve saldırıya bahane çıksın diye ortaya attıklarına emindim. Belli olmuştu, kesinlikle savaş çıkacaktı ve bunun bahanesi de biz olacaktık. Askerlerimden biri bana doğru yaklaştı. Benden bir baş kısa bir kadındı, bana yüzü tanıdık gelse de, kim olduğunu tam olarak çıkaramamıştım. “Sizce nereden saldırırlar komutanım?” diye fısıldadı. Biraz karşımdaki Kara Hilal askerlerine baktım. Silahlarına sarılmaya başlayanlar vardı, ancak herhangi birinin gerçekten ilk saldırıyı yapacak olması pek de mümkün değildi. “Muhtemelen bir keskin nişancı var burada, gözünüzü dört açın.” diye geri fısıldadım. Gerçekten de yukarı doğru bakmaya başladığımda, bir tür silahın namlusunu gördüm. Benim fark edebileceğimi biliyordu herhalde, zira bu kadar kolayca fark edilebilecek derecede parlak bir metalden yapılma bir namluyu bizim elçilerden birine doğrultması başka türlü açıklanamazdı. Saldırı yapmamızı bekliyordu işte, bunu yaparsak savaşı biz başlatmış olacaktık. O anda aklıma gelen, yapabileceğim en iyi hamle olduğuna inandığım hamleyi yaptım ve keskin nişancının namlusunu doğrulttuğu elçinin önüne geçtim.

Keskin nişancının duraksadığını hissettim, silahının yönünü değiştirmeye çalışıyordu, ancak bir sebepten başaramamıştı demek ki. Silahtan çıkan merminin kalbimin biraz sağına, tam da zırhımın zayıf olan bağlantı yerine doğru gelip girdiğini gördüm. O an için zaman tamamen durmuştu sanki. Merminin zırhımı aşıp vücuduma girişini hissedebiliyordum ama nedense düşündüğüm kadar acımamıştı. Dengemi kaybedip yavaş yavaş yere düşmeye başlamışken, aynı kadın askerin boynundan bir kolyeyi çektiğini ve kolyenin ucundaki ufak kılıcın büyüyüp normal bir kılıca dönüştüğünü gördüm. Her şey yavaşlamıştı, ancak her nasılsa o asker normal bir hızla hareket ediyordu, diğerleri gibi ağır çekimde değildi. Acaba kalbimin atışı yavaşlamaya başladığı için mi böyle görüyordum dünyayı? Peki o zaman bu askerin olayı neydi? Nasıl bu kadar hızlı hareket edebiliyordu?

Ona doğru baktığımı gördü ve sesini beynimde duydum:

“Kızımın en büyük düşmanı olabilirsin Leone Ursula, ancak sana sonuna dek saygı duyuyorum. Teşekkürler.”

Mira’yı görmüştüm elbette, onun Maeve Koavis’in orijinalinin annesi olduğunu biliyordum ama bu kadın da kimdi? Bir kişinin iki annesinin olması mümkün müydü ki? Kılıcıyla Kara Hilal askerlerini parçalamaya devam ederken bir şeyi daha hatırladım.

Havisran’ın yok edilmesinden önce, Kara Hilal’in eski dörtlüsünden birinin Megali Universum Jr’u ve onun ordusunu tek kişi olarak yok ettiğine dair efsaneler duymuştum, ancak bunun gerçek olduğuna inanmamıştım. Bu kişi, o zaman da oradaki askerleri bu şekilde öldürmüş müydü yani? Şu anda, benden başka kimse, Amelia gibi bir savaşçının aralarında olduğunu bilmiyordu. O da bunun farkında olduğu için sadece bana seslenmişti. Öleceğimin farkında olduğu için bana sırrını göstermekten çekinmemişti.

Pislik karı.

En azından bir kahraman olarak öleceğim, ne karın, ne kızın, ne de sen buna ulaşamayacaksınız. Bunu biliyorsunuz, bu sizi rahatsız ediyor.

İntikamımı aldım.

İçim rahat.

Leone’nin beni fark etmesi kötü olmuştu, ancak muhtemelen burada ölecekti. Onun benim kim olduğumu bildiğini anlayabiliyordum. Düşüncelerini okuyamasam da, yüzünde büyük bir rahatlama ifadesi olduğunu görebiliyordum. “Çok garip” diye düşündüm, “Bizden nefret ediyor olabilir ama bu da biraz fazlaydı yani. Kara Hilal askerlerinin hepsinin öldüğünden emin olduğum anda eski yerime geri döndüm ve kılıcımı küçültüp kolyedeki yerine geri taktım. Kolyeyi gizledim ve kimsenin beni fark etmediğinden emin olup rahatladım.

Ne Kara Hilal yetkilileri, ne bizim elçiler, ne de Valkyrie askerleri ne yaptığımı görememişlerdi. Bir göz açıp kapama süresinde bütün Kara Hilal askerlerinin parça parça doğranmış halde yerde olduğunu gördüklerinde Kara Hilal yetkililerinden biri belindeki silahını çıkardı ve “Yaklaşmayın, yoksa ateş ederim!” diye bağırdı. Kaskımı çıkardım ve “Adım Amelia, Valkyrie Büyükelçisi’yim.” diye kendimi tanıttım, “An itibariyle Kara Hilal’in davetiyle geldiğimiz ateşkes girişimi, elçilerimizden birine düzenlenen ve bu Valkyrie bölüğünün komutanı Leone Ursula’nın sayesinde engellenen suikast girişiminizin sonucu olarak, geri dönülemez bir biçimde sonlandırılmıştır! Bu, Kara Hilal’in açık bir savaş ilanı olarak yorumlanacak ve gerekli önlemler buna göre alınacaktır. Kara Hilal Anayasası’nın kırk sekizinci maddesinin ikinci fıkrası gereğince buradan çıkışımızda ve Bağımsız Sistemler Konfederasyonu sınırlarına dönüşümüzde herhangi bir saldırı düzenlememenizi talep ediyoruz!”

Yetkililer birbirine baktı, dediğim şeyin doğru olup olmadığını kendi aralarında konuşmaya başladılar. Beş dakika boyunca süren bir gerginlikten sonra içlerinden biri çıkıp “Pekala” dedi, “size sınırlarımızdan çıkana dek dokunulmayacaktır. Maddenin geri kalanını ve şartlarını bildiğinize eminim. Şimdi gidin.”

Gerçekten de, Kara Hilal’in içinden çıkıp Bağımsız Sistemler Konfederasyonu’na varana dek bir kişi bile bize dokunmamıştı. Konfederasyon sınırlarına vardığımızda yaptığımız ilk şey, Leone Ursula’yı annesi Han Mewa’nın yanına defnetmek olmuştu. Daha sonrasında, Kara Hilal ile olan ateşkesin bittiğine ve bize karşı savaş ilan ettiklerine dair açıklamamızı yayınladık ve Bağımsız Sistemler Konfederasyonu’na olağanüstü hal ilan etmeleri için çağrıda bulunduk.

Valkyrie’nin böylesi bir şeye hazır olmadığını elbette ki biliyordum, bu yüzden onlara destek için önde olacaktım. Benim gibi birine ihtiyaçları olacaktı elbette, bunu reddedip eski görevime dönemezdim. İlginç olan şey, halkın veya Konfederasyon’un bu olağanüstü hal isteğine karşı çıkmayıp, aksine Valkyrie’ye her türlü desteği vereceğini söylemesiydi. Maeve ile bu konuyu konuştuğumuzda bana onları böyle bir durumun gerçekleşebileceğine dair ikna ettiğini ve bu konuda anlaşma yaptıklarını söylemişti. Bunu nasıl yaptıklarını sorduğumda da “Aslında bunu siz yaptınız.” demişti, “Oradan dönüp o açıklamayı yapmanız bile onları anında ikna etti. Eğer Kara Hilal ateşkesi yenilemeyi kabul etseydi, bu anlaşmayı asla kabul etmezlerdi.”

Maeve bu aşamadan sonra her ne planlıyorsa, bunun iyi bir yöne gitmesi için içimden dua ediyordum artık. Eğer bütün bu karmaşa, onun isteğine uygun bir biçimde sonuçlanırsa, muhtemelen onu bir daha göremeyecektik, çünkü benim ve Mira’nın bu evrenden gitmesi, Moslee’nin gitmesi için en önemli faktördü. Bir daha kızımı göremeyecek olmak beni üzüyor, ancak eğer doğru olan buysa, buna katlanacağım diye düşünüyordum. Buna katlandığım sürece Maeve yaşayacak ve kendi evrenini koruyabilecek, Ro-wial ile mutlu mesut yaşayabilecekti işte.

Mira ile bu konu hakkında konuştuğumda, bu duruma katlanamayabileceğini anladım. Maeve’i kaybetmek, onu bir daha görememek elbette ki ona ağır gelecekti, ancak benim tanıdığım Mira bu konularda kendini daha çabuk toparlayan ve olması gereken şekilde ilerlemeyi duygularının önüne koyabilen biriydi. Şimdi önümde onu gördüğümde, bunu yapabileceğinden emin olamıyordum artık. Fakat şunu biliyorum ki, bu yolun sonuna dek onun yanında olacaktım. Ona sarıldım ve gözlerimden yaşların dökülmesine izin verdim. Beraber yorulana dek ağladık, uzun süredir yapamadığımız bir şeydi.

Sabah ondan önce uyandım ve Mira’ya baktım. Kırmızı, hafif dalgalı saçlarını okşadım ve o saçların arasından çıkan sivri kulağına dokundum. En azından onu kaybetmeyecektim, o an, orada kendime söz verdim.

Yazıyı beğendiniz mi?

Ortalama puan 0 / 5. Oylama sayısı: 0

Bunu oylayan ilk kişi olun

RSS
Follow by Email
Twitter
Visit Us
Follow Me
YouTube
YouTube
Instagram

Cevap Yaz

Oturum aç:

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir