Kasvet Ulu’dan Bir Öykü: Arayış

Bunu Paylaşın

Saat yarımı geçiyor. Sarhoşlarla hayat kadınları el ele tutuşuyor, gece bütün ağırlığıyla çöküyor birden; suskun, durgun, yorgun. Ay bulutların arasına gizleniyor; gece yalnızlarla kötülere kalıyor tekrar. Başımı kaldırıp pencereden dışarı bakıyorum; yağmur, cıva buharlı ampullerin aydınlattığı caddeyi yıkıyor. Usulca camı dövüyor. O sıra giriyor vokal. Bir ses, beni öfke ve depresyondan alıkoyan. Orada duruyor, öylece, oturuyor, sanatını icra ediyor. Ankara özelinde çok da popüler olmayan alternatif bir grubun back vokallerinden biri. Adı Türkü. Çok eski bir şarkının slow bir coverını söylüyorlar. Hüzünlü bir şarkı. Arada bir, bir alkış duyuluyor, bir kahkaha, bir bardak kırılıyor arka sıralarda bir yerlerde; onun koyu farlı gözlerini açıp barı süzdüğünü görüyorum. İçkimi o sıra yudumluyorum, bu anın tadını çıkarıyorum son zerresine kadar. Belki o ufacık anlar yaşatıyor beni, bilmiyorum. Başkentin üstündeki bu ağır, cansız kasveti ancak bu anlar dayanılır kılıyor.

Zaman geçmiş olsa bile, diyor ses. Bu terli kalabalığın arasından onun sesini ayırt edebiliyorum. Rüyalarda buluşuruzBu şarkıyla kavuşuruz

Telefonum titriyor. Çıkarıp bakıyorum; Refik Bey eve gitmek için hazır olduğunu söylüyor. Gitar tellerinin parmak uçlarıyla sürtünürken çıkardığı o ses kaldırıyor kafamı tekrar. Yalnızca bir anlığına, loş barın yağmurun camda oluşturduğu gölgelerle alacalanmış karanlığında, camdaki yansımamla göz göze geliyoruz. Dönüp bakıyorum; o, şarkısını bitirmiş, gitarını standına koyup alkışlar eşliğinde iniyor sahneden.

İçkimi bitirip barmene el ediyorum. Bir yirmilik bırakıp “Bozuk yok kardeşim,” diyorum, eyvallah çekiyor. Kalabalığın arasından sıyrılıp yağmurlu başkent havasını dolduruyorum ciğerlerime. Arabam az ileride bekliyor, bir rüzgâr esiyor inceden. Yorgunum. Bir sigara yakıp Refik Bey’i arıyorum. Refik Bey meşgule atıyor. Bana bir konum gönderiyor. Biniyorum, başlıyorum sürmeye.

İçimde tuhaf bir his, tuhaf bir huzursuzluk. Yirmi birinci yüzyılın birbirinin aynısı beton kaldırımları sıra sıra uzayıp gidiyor; onları izlerken öyle dalıyor gözlerim. Ben ne arıyorum, kimi arıyorum?..

Camı indiriyorum sonra. Neon tabelaların parlak ışıkları önümü aydınlatıyor. Refik Bey lüks bir gey barın önünden el sallıyor bana. Çok kibar bir şekilde “İyi akşamlar Sametçiğim,” deyip arka koltuğa yığılıveriyor. Şık, kruvaze bir ceket giymiş; ayağında sığır derisi mokasenler, başında kestane rengi bir fötr şapka.

“Eve mi Refik Bey?”

Cevap vermeden başıyla onaylıyor beni. Omuz silkip gülüyorum haline. Zum olmuş çoktan. Araç bilgisayarından evinin adresini seçiyorum. Soğumakta olan Ankara sokaklarında, orta şekerli bir trafiğin içine dalıyoruz. Taksiler, spor arabalar ve faça Şahin’lerden oluşan heterojen bir karışım var. Tunalı’dan dönüp Gaziosmanpaşa’ya bağlanıyoruz. Gece kulüplerinin, kalabalık lokantaların önünden geçiyoruz. Turan Güneş üzerinden Oran’a yol alıyoruz.

Bir kırmızı ışıkta durup kocaman bir ekrandan reklamları izliyoruz birlikte, konuşmadan. Sonra birkaç aydır sürekli duyduğumuz şu banka meselesine geliyor konu. Sarışın bir oyuncu ‘Ankara’da ilk DNA bankası açıldı,’ diyor. ‘Türkiye’de bir ilk olan bu banka sayesinde suç oranında yüzde kırk yedilik bir düşüş bekleniyor. Şimdilik yalnızca Ankara’da yürürlüğe giren bu sistem zamanla bütün Türkiye’de…’

“Hasiktirsinler,” diyor Refik Bey. Geğiriyor, gözleri kapalı.

“Niye?”

“Amaaaan…” Omuz silkiyor. Üstelemiyorum. Eve kadar sessiz gidiyoruz.

Ankara hangi mevsime gireceğini şaşırdı yine. Kış ortasında nemsiz, kuru bir serinlik ama o meşhur ayazdan eser yok. Aracı kaldırıma çıkarak park ediyorum; Refik Bey’e geldiğimizin haberini veriyorum. Birlikte apartman dairesine çıkıyoruz, kapıyı ben açıyorum.

Daireye girer girmez akıllı evin yapay zekâsı Türkay karşılıyor bizi. İkimize de hoş geldiniz diyor. Refik Bey doğrudan yatağına gidiyor, bense onun çantasını taşıyıp odasındaki koltuklardan birine oturuyorum. Ufak kahve sehpasının üstündeki viskiden koyuyorum iki parmak, buzsuz. Geceyi Refik Bey’in pahalı single maltları ile bitirmek hoşuma gidiyor.

Türkay, evin duvarlarında gülümseyen bir hologram. İki çipil göz; gergin, upuzun bir ağız, yerli bir gülücük: “Refik Beyler nasıllar?”

“Kendileri biraz viskiye yüklenmişler.”

“Onun için alarm kurmamı ister misin?”

“On bire kur. Bir de beni puanlar mısın Türkay?”

“Uyanınca Refik Bey’e söyleyebilirim.”

Refik Bey’in yatağını sallıyorum ayağımla: “Refik Bey, beni puanla tamam mı? Unutma.”

Gözleri kapalı, sırt üstü uzanmış yatağına. Bir şeyler mırıldanıyor önce, sonra “Samet,” diyor. “Samet oğlum.”

“Efendim Refik Bey?” Viskiden bir yudum alıp hızlı yutuyorum. Bunun tadını çıkarmak lazım oysa.

“Şimdi bak,” diyor –hâlâ gözler kapalı– “Ben niye seni buraya getiriyorum? Niye evime sokuyorum? Bak benim şoförüm vardı kovdum…”

“Estağfurullah Refik Bey. İşim bu ya benim…”

“Öyle değil kardeşim… Sametçiğim… sen iyi bir insansın kardeşim.”

“Teşekkür ederim. Sen de öylesin Refik Bey.”

“Yok… Ben değilim… Ama bak benim gibiler çoğalıyor kardeşim. Senin gibiler azalıyor. İyi insanlar azalınca da ne oluyor?..”

Başımla “Ne olurmuş?” der gibi bir jest yapıyorum. Görmüyor. “Ne olurmuş?” diye soruyorum.

“Türkay,” diye sesleniyor. “İyi insanlar azalınca ne olur?”

Türkay’ın yüz ifadesi yarım saniyeliğine düşünür hâle geçiyor. Sonra “Bana iyi insanlar azalınca kıyamet gelir, demiştiniz,” diyor.

Boğazından onaylar gibi bir ses çıkartıyor Refik Bey. “Şimdi bak,” diyor, “…küresel ısınma diyorsun, ekonomik kriz diyorsun, salgını var hastalığı var savaşı var… Dünyada iyi insanlar azalıyor oğlum…”

Birkaç saniye düşündürüyor beni bu muhabbet. Refik Bey’in ne dediğini en iyi sarhoşken anlıyorum sanki. Türkay konuşmuyor.

“Boşver be Refik Bey,” diyorum. “Biz o günleri görmeyiz.”

“Ben bir rüya görüyorum bir süredir,” diyor. “Kıyameti görüyorum… Yaradan düşünmüş… kozmik gözlerinden birini kırpmış… Yok olmuş dünya… Ama nasıl biliyor musun bak… Maddenin yapıtaşını değiştirmiş oğlum… Tek bir elektronun yerini değiştirmiş yani… Dünya öylece yok olmuş…”

Dinliyorum. Başımla onaylıyorum. “Yani öyle maddeyi değiştirmiş, her şey yok olmuş öyle mi?

“Öyle…”

“Yani bunun için mi bu kadar içiyorsun Refik Bey?”

“Ne için?”

“Dünyanın sonu geliyor diye mi içiyorsun?”

“Yoo… Seviyorum içki içmeyi. Ondan…”

Gülüyorum. Duvara bakıyorum, Türkay gülümseyen yüzüyle eşlik ediyor. Hemen araya giriyor Refik Bey: “Yani diyorum ki… Sanki böyle bir bilgi var içimizde… Sanki gerçeğe bu kadar yakınız… Ama ulaşamıyoruz… Anladın mı? Parmaklarımızın ucu dokunuveriyor bazen ama hep uzağız yani… Sanki hayatın anlamını çözeceğiz ama yetkin değiliz… Ufacık bir şey lazım… Ufacık bir parça, evrimde ilerlemek için… Mutlu olmak için…”

Yağmur hızlanıyor, evin panoramik camlarını dövüyor. Tekrar bir boşluk hissi gelip oturuyor yüreğime. Refik Bey derin bir iç çekiyor, belli ki uykuya dalıyor bu sefer. “Türkay,” diyorum, “Türkay… Sence dünyanın sonu yakın mı?”

Türkay yine düşünüyor yarım saniye, sonra “Yaptığım araştırmalara göre,” diyor, “…kıyametin yakın olduğunu söyleyebilirim.”

“Ne kadar yakın?”

“Bu konuda emin değilim.”

“Türkay sence tanrı var mı?”

“Dinleri hâlâ öğreniyorum. Bu konuda araştırma yapmamı ister misin?”

İçkimi yudumluyorum. “Bak mesela diyelim. Kıyamet geliyormuş tamam mı? Bir tarih vermiş yaradan… Önümüzdeki yıl geliyormuş… Dünya nasıl bir yer olurdu öyle?”

Türkay bir süre susuyor. Duvarlarda gezen mavi gülücük düşünüp duruyor. Sonra “Yaptığım araştırmalara göre,” diye söze giriyor, durduruyorum: “Sence ne olur yani? İnternetten bakma da… Sence ne olur?”

“Bir fikir yürütebilmem için bu konuda bilgim olması gerekir.”

“İyi… Bak o zaman…”

“Yaptığım araştırmalara göre dünya ikiye ayrılır. Depresyona girenler ve ânı yaşamaya çalışanlar…”

Düşünüyorum: Ben hangisi olurdum diye. Bir cevap bulamıyorum henüz. “Sen hangisi olurdun?”

“Benim yaşamın sonu hakkında bir bilgim olması zor.”

“Neden?”

“Çünkü yaşamanın nasıl bir şey olduğunu bilmiyorum.”

“Bombok bişey yaşamak.”

“Neden öyle söyledin?”

Gözlerim dalıyor. Öyle Ankara’nın gri gecesine bakıyorum. Etrafımıza doluşmuş onlarca kasvetli, uzun binanın arasından, metro hattının üstünden görünen Anıtkabir manzarasını izliyorum. Parlıyor Anıtkabir, bu karanlık gökyüzünün altında şehrin ortasına oturmuş turuncu bir yalazla yanıyor. Sessizlik sarıyor ansızın. Öyle uyuyoruz, hep birlikte derin bir uykuya dalıyoruz. Bu koca şehir uyuyor, bu mükemmel izolasyon uyuyor; bu insan enkazı, ebedi inşaat Ankara uyuyor. Refik Bey’in düzensiz solukları, yağmurun patırtısı geliyor. Sonra bir araç kornası bölüyor geceyi; kısır, ölü doğmuş.

“Türkay,” diye sesleniyorum.

“Evet Samet?” diye karşılık veriyor; o sahte, yalan, cansız sesiyle. Aslında yüzlerce kadın sesi kullanılarak üretilmiş ama o gerçek şefkatten yoksun.

“Sence ben iyi biri miyim?”

“Tam olarak anlayamadım.”

“Yani iyi bir insan mıyım sence? İnsan olarak iyi birisi miyim?”

“İşini iyi yapıyorsun. Puanların ortalamanın üstünde…”

“Ya öyle değil yani… İyi bir insan mıyım ben? İyi bir insan olabildim mi bunca zaman?”

“Başka bir şekilde sorarsan sana yardımcı olabilirim.”

“Ben iyi bir insan mıyım?”

“Bunu cevaplamak için yetkin olduğumu sanmıyorum.”

Gülüyorum. Hangimiz neye yetkiniz? İşte Refik Bey de öyle söylüyor.

“Türkay,” diyorum. “Beni dünyanın sonu gelince uyandır.” Refik Bey’in akıllı ve lüks evine aldığı İtalyan mobilyalarının birine uzanıp uyumaya çalışıyorum.

Yazıyı beğendiniz mi?

Ortalama puan 5 / 5. Oylama sayısı: 3

Bunu oylayan ilk kişi olun

RSS
Follow by Email
Twitter
Visit Us
Follow Me
YouTube
YouTube
Instagram

Bir Yorum

Cevap Yaz

Oturum aç:

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir