Tarihin Kayıp Renkleri-2 Ölümsüz Bir Dalkavuk: Dalkavuk Hüseyin Efendi (Sallabaş Çelebi)

Bunu Paylaşın

ÖNSÖZ

“Dal” ya da “dala” kelimelerinin “sallamak” manasına geldiğini savunan kimselerce dalkavuk tabirinin kavuk sallayan, yani her şeye kafa sallayıp evet diyen anlamına geldiği iddia edilse de işin aslı farklıdır. “Dal” kelimesi aynı zamanda “yalın, çıplak” da demektir. Nitekim daltaban yalın ayak anlamına gelirken, evde sadece bir donla dolaşan erkek çocuklarına analarımızın “Yavrum kaç defa söylüyorum, evin içinde daltaşak dolaşma!” şeklindeki uyarılarında geçen daltaşak da çıplaklık anlamına gelmektedir.

            Osmanlı erkekleri Tanzimat’tan önce, başlarına ya külah ya da kavuk giyerlerdi. Külahı esnaflar, askerler ve aylaklar giyerken kavuğu tüccarlar, memurlar, rical ve ulema giyerdi. Külahın üzerine kişinin mesleğine göre beyaz tülbent ya da renkli çemberler sarılırdı, bazılarıysa külahı sade giyer yani dalkülah olurlardı. Kavuksa üzerine daima bir şey sarılarak giyilirdi. Dalkavukluk herkesin hoşuna gitse de dalkavuklar hor görülüp sevilmediğinden Osmanlı erkekleri onlarla aynı başlığı giymek istemedi. Çözüm basitti: Daima üzerine bir şeyler sarılarak giyilen kavuğu, bu kişiler sargısız yani çıplak giyecek ve toplum içinde kolayca tanınabileceklerdi. Böylece bu işi yapanlar, dalkavuk adını aldılar.

Yüzyıllar içerisinde çeşitli aşamalardan geçen dalkavukluk, günümüzde okulu bitirildiği takdirde herhangi bir sınava gerek kalmaksızın iş garantisi vaat eden nadir mesleklerdendir. Bu yüzden çok rağbet edilen bir meslek olup bugün itibariyle Dalkavuklar Odasına kayıtlı iki milyon sekiz yüz yirmi bin dalkavuk bulunmaktadır. Dalkavukluk kurumu bu kadar yaygın ve gelişmişse, bu mesleğin erbapları işlerini herhangi bir zorlukla karşılaşmadan başarı ve gayretle icra edebiliyorsa bunu öncelikle dalkavukların piri Hüseyin Efendi’ye borçludurlar. Ayağa düşen dalkavukluğu elinden tutup kaldıran, ona bir hüviyet kazandıran ve onu kurumsallaştırıp bir meslek haline getiren Hüseyin Efendi’ye…

Kıymetli tarihçi-yazar Murat Lafügüzaf, tarihin karanlık ağzına elini sokup kaybolmuş renkleri tekrar gün ışığına çıkarıyor. O renkleri paletine döküp önündeki tuvali büyük bir ustalıkla boyuyor. Bize de renkleri göz alıcı bu eşsiz resmi hayranlıkla seyretmek kalıyor. Hikâyeci tarih üslubuyla, Tarihin Kayıp Renkleri adlı araştırma dizisi Dalkavuk Hüseyin Efendi’yle devam ediyor…

Feridun YAĞCI

ÖLÜMSÜZ BİR DALKAVUK: DALKAVUK HÜSEYİN EFENDİ (SALLABAŞ ÇELEBİ)

Her şey, katledilen maymununun yasını tutmak için demlenmeye gittiği Unkapanı havalisindeki bir koltuk meyhanesi çıkışında oldu. Boğazı düğümlenmişti, kızarmış gözleri hala yaşlıydı. Eşekgeçmez Sokağına dönüp burnunu çekiştirdiği sırada garip bir şey oldu. Unkapanı kolluğunda görevli iki yeniçerinin her iki tarafından koluna girdiği bir adam, kafasına yediği yumrukla kavuğunu yere düşürdü. Küçük kafilenin sırtı dönüktü, kim olduklarını göremedi. Yuvarlana yuvarlana ilerleyen ve üzerindeki tülbendi çözülen kavuk, ayağının dibindeydi. Çıplak kavuğu yerden aldı ve başına taktı. İşte dalkavukların piri Hüseyin Efendi mesleğe böyle başladı…

***

Aslen Ayvansaray Kıptilerinden olan Hüseyin Efendi, henüz on bir on iki yaşlarında bir kopil iken, ünlü Eyüp kaymakçılarından Boyunsuz Bekir Usta’nın yanında çıraklık edip dükkâna gelen müşterilere tatlı dili ve şirin yüzüyle muhabbet tellallığı yapardı. Dükkânın bereketi, bu daltaban kıptinin işe başlamasıyla oldukça artmıştı. Ancak Bekir Usta’nın ballı fındıklı manda kaymağına da diyecek yoktu.  Öyle ki, bu kaymaktan yiyen gelin ile güvey fasılasız cimaya durur ve mahalleliyi sabaha kadar uyutmazdı. Yine böyle bir gecede, Balat’taki Cevrialem Mahallesi’nde, zevcesinin dürtüklemesinden sağ baldırına kan oturan Namuktedir Resul Çelebi, yeni evli çiftin seslerini değil de yanında kafasını sallayarak “Görüyor musun daha dünkü çocuğu!” diye sürekli söylenen karısının sesini duymamak için kulağını kapatıp gözlerini tavana dikmiş, sabah olur olmaz şikâyet için soluğu kadının yanında almış, yapılan soruşturma neticesinde Bekir Usta aile saadetini bozmaktan üç ay hapis cezasına çarptırılmış ancak önceden vukuata karışmadığından cezası Ramazan boyunca fukaraya kaymak dağıtmaya çevrilmişti. İşte Hüseyin Efendi’nin bu hayırsever müessesedeki serüveni, türbe ziyareti bahanesiyle namahremle kaymakçılarda buluşan hafifmeşrep kadınların ırz ehli Müslümanlarca kadıya şikâyet edilmesi ve bunun üzerine nisa taifesinin padişah fermanıyla kaymakçılara alınmasının yasaklanmasıyla son buldu.

Bu vakadan dokuz yıl sonra, padişah efendimizin on yedi yaşındaki büyük şehzadesi için Atmeydanı’nda düzenlediği, elli üç gün elli üç gece süren, her gün dokuz çeşit yemeğin çıkarıldığı, sırf ameliyatı yapan Cerrah Mehmed Paşa’ya on bin altınla ameliyat sonrası ellerini yıkadığı on okka ağırlığındaki som altından leğenle ibriğin bağışlandığı muhteşem sünnet düğünü sırasında, vazifeleri halkı eğlendirmek olan, ekserisi Kıptilerden mürekkep, soyu sopu belirsiz, yan yatıp çamura batmış, analarının ipliklerini pazarda satmış, ateşbaz, canbaz, hokkabaz, perendebaz, köçek ve pehlivan taifesinden; padişahın “Dileyin benden ne dilerseniz?” ihsanına karşılık, yeniçeri yazılmak isteyen ve bunun üzerine ocağa kabul edilen bir ateşbaz, yetmiş birinci ortaya nefer olarak yazıldı. Bu ateşbaz, Hüseyin Efendi’den başkası değildi. Kaymakçıdan def edildiği akşamdan o güne dek geçen yaklaşık dokuz yıl içinde eğlence sektörüne heves etmişti. İşinde başarılı da sayılırdı.

Hüseyin Efendi’nin büyük heyecanla girdiği ocaktaki günleri pek kısa, ancak dokuz ay sürdü. Köpeklerden korkmasına rağmen, ocağa yetmiş birinci cemaat ortasının bir neferi olarak girmişti. Nişanları köpek olan bu ortanın vazifesi, padişahların av köpekleriyle samson ya da sekson denen ve sefer sırasında ordugâh muhafazasında kullanılan korkunç, iri köpeklerin yetiştirilmesi, beslenmesi ve terbiye edilmesiydi. Hüseyin Efendi eski alışkanlığının gadrine uğrayarak ateşle oynamış, devşirme olmadığı için pek sevilmediği ocak içerisinde şirinlik adına ateşbazlıktaki hünerleriyle orta mensuplarını eğlendirmek istemiş, ancak teftiş münasebetiyle hazır bulunan Seksoncubaşı Destursuz Gazanfer Ağa’nın pala bıyığı ile ava oldukça düşkün olan padişah efendimizin en sevdiği tazısı Şevketlüburun’un burnunu yakınca “Anasına meylettiğimin kara kâfiri, şimdi senin dübürünü kestim!” diyen Seksoncubaşı tarafından önüne katılıp kovalanmış, peşine salınan köpeklerden canını zor kurtarmıştı…

Hüseyin Efendi, zaten yaradılıştan asker olacak adam değildi. Ocaktan kovuluşunun yıldönümünde, uzun süredir görüşemediği babasının ölüm haberini aldı. Bir de miras kalmıştı babasından: Eğitimli bir makak maymunu… Hüseyin Efendi’nin sazende olan babası Udi Maşallah, Galata’nın namlı gedikli meyhanelerinden Saranda’da sanatını konuşturup müziğini tatlı bir meze gibi meykeşlere sunarken İtalyan bir gezginin icra ettiği keman taksimine hayran kalmıştı. Dersaadet’te pek bilinmeyen bu sazın sesine vurulan ve uykusunda bile keman nağmeleri duymaya başlayan Maşallah, zaten öksüz olan Hüseyin Efendi’yi bir de yetim bırakarak çocuğun kaymakçıdan kovulduğu sene, bu sazın izlerini sürmek üzere İtalya’ya gitmek istemiş, ancak bindiği gemi korsan saldırısına uğrayınca kendisini Trablusgarp’ta bulmuştu. Yıllar süren esaret ve forsalıktan sonra memleketine dönmenin yolunu bulduğu sırada, Dersaadet’e yelken açan bir gemide nefsine hâkim olamayıp bir kangal bol baharatlı sucuğu mideye indirmiş, sonrasında basuru azınca ölüm döşeğine düşmüş ve can vermeden önce yanındaki arkadaşına metanetle, eğittiği genç maymunu oğluna götürmesini vasiyet etmişti…

Fütuhat hareketlerinin Afrika beldelerine yayılmasıyla Dersaadet’te ciddi bir maymun nüfusu ortaya çıkmıştı. Bu maymunların kimileri kibar hanım ve beyefendilerce boyunlarına tasma takılmak suretiyle süs hayvanı olarak kullanılırken bir kısmı da becerilerine göre kasap, manav, bakkal ve kuyumcularda çırak olarak kullanılıyordu. Öyle ki ünlü zoolog Demirî Kemaleddin Muhammed, kaleme aldığı Hayatül Hayevan adlı eserinde aşhanelerde garsonluk yapan, yatılı mektep ve medreselerde çocukların bitlerini ayıklayan ve kayıklarda kürek çeken maymunlardan bahsediyordu. Ancak maymunlar ellerini kıçlarına sık götürdüklerinden garsonlukta pek rağbet görmemişti. Maymunlardan en ziyade istifade edilen saha ise gemi gözcülüğüydü. Bu zeki ve talimli hayvanlar, gözlerinin de keskin olmasının verdiği avantajla tırmandıkları gemi direklerinde ufuktaki korsan gemilerini erkenden fark edip ses ve hareketleriyle yaklaşan tehlikeyi haber veriyorlardı. Ayrıca az da olsa külhani maymunlar da çıkmıştı bu hayvanların içinden. Balat’ın haracını, on altıncı yüzyılın sonlarında, iki sene boyunca aslen bir babun olan Hayvanzade Kır Habeş Reis yemişti.

Hüseyin Efendi, babasına çok benzettiği makak maymununa Baba Sultan adını verdi. Baba Sultan oldukça zekiydi ve birçok işe istidadı vardı. Gündüzleri bir terzinin yanında çıraklık yapıyor akşamları da Haliç kıyılarında Hüseyin Efendi’nin üflediği zurna eşliğinde kendince şarkı söyleyip raks ediyordu. Böylece Dersaadet’te sokak müzisyenlerinin devri de başlamış oldu. Beş yılları bu şekilde mutlu mesut geçmişken o felaket yaşandı…

Baba Sultan, Molla Abdülkerim Efendi’nin gazabına uğradı. Müthiş bir maymun düşmanı olan Abdülkerim Efendi, bu hayvancıklardan birçoğunun katline neden olarak Maymunkeş namına mazhar olmuştu. Öyle ki bazı zamanlar, Dersaadet’teki ağaçlar maymun meyvesi veren nebatlara döndü. Abdülkerim Efendi büyük maymunlar için darağaçları kurdurtuyor, kimi zaman da hayvancıkların ipini bizzat kendi eliyle çekiyordu. Maymunlara olan bu kini çocukluk yıllarına dayanıyordu. Henüz bir sabi iken, komşuları olan bir hallacın yanına çırak durmuş, harçlığını kazanıp macuncularda, helvacılarda ve şekercilerde gününü gün ederken hallacın amcazadesince dükkâna getirilen bir şebek maymunu yün çırpmakta kendisinden daha mahir çıkmış, böyle olunca işini hayvana kaptırmış, dükkândan başı önde ve gözü yaşlı ayrılırken maymundan el hareketi görüp alaycı gülüşler işitmiş, o sinirle dayanamayıp havana saldırarak bir de üstüne dayak yemiş ve sonunda maymunlardan öç alacağına yemin etmişti. Yeminini tutma fırsatını, kendilerini tatmin için özellikle dul kadınlarca fuhşa alet edilen jigolo maymunların varlığını öğrenmesiyle bulmuştu. İşte Baba Sultan da yoldan geçen bir ırz ehli hatunun kıçına çimdik attığı sırada hocaya yakalanmış, bu yetmiyormuş gibi bir de adama bakıp sırıtarak nah işareti çekmişti. Kan beynine sıçrayıp da asabından kıpkırmızı kesilen hoca maymunu oracıkta idam ettirmişti. Hüseyin Efendi ise tevkif edilmekten birkaç silleyle kurtulmuş, çok sevdiği maymunun cenazesini bile alamadan oradan kaçmıştı.

İşte dalkavuğu da o günün akşamında, meyhane çıkışında takmıştı. Bu mesleğe istidadı doğuştandı, sanki yıllardır yapıyordu bu işi. Mesleğe ilkin adi dalkavukluklarla başladı: Burnuna fiske attırdı, sakalını yoldurdu, yüzüne şaplak kafasına yumruk yedi, merdivenlerden yuvarlanıp birkaç kaburgasını kırdı, ağzına fındık faresi tıkıldığı bir zaman boğulma tehlikesi geçirdi, kışın incecik elbiseler içinde buzlu şerbetler içip dondurma yedi, yazınsa ayağına yünlü çoraplar geçirip salep içti, eline zurna verilip karşısında limon yenildi… Gün geçtikçe namı da yürüdü, hazır cevaplılığı, nüktedanlığı ve yüzsüzlüğü sayesinde dalkavuk bulundurmanın ihtiyaç haline geldiği yalılarda, konaklarda ve cümle eğlence meclislerinde Sallabaş Çelebi takma adıyla aranan adam oldu. Bir yandan şenlendirdiği meclislerde ballar, kaymaklar, şerbetler, türlü türlü reçeller, hoşaflar, yahniler, kebaplar, aşureler, kuzu çevirmeleri, kazandibi ve tavukgöğüsleri, helvalar, kaymaklı baklavalar, ekmek kadayıfları yer içerken bir yandan da kibar, ulema ve ricalden oluşan velinimetlerinin eteğini öptü, hane sahibi olan zatın mizacına uygun şekilde lakırdılar etti ve ağızlarından ne çıkarsa hemen tasdik eyledi.

Yaklaşık on yıl sonra işinde hem maddi hem de manevi olarak zirveye ulaşan Hüseyin Efendi’nin aklına bu mesleği dört başı mamur bir esnaf kolu haline getirmek düştü. Bunun için hemen kolları sıvadı. Birkaç sene içerisinde, hazırladığı nizamnameyle birlikte kendinden önce alelade yapılan dalkavukluk işini loncası, kâhyası ve efradıyla birlikte bir esnaf kolu haline getirdi. Dalkavuklara yapılacak şakaları fiyatlandırıp bir ücret tarifesi oluşturdu:

Buruna fiske atmak fiske başına on para, yüze tokat akşetmek yirmi yedi para, çıplak başa tokat çarpmak kırk sekiz para, kıça parmak atmak yetmiş para, ayak tabanını keçiye yalatmak otuz para, minderden yuvarlamak kırk beş para, tepeye yumruk indirmek otuz altı para, kabuğuyla yumurta yedirmek elli beş para, sakal yolmak yirmi kıl başı seksen paraydı. Bununla birlikte bir latifeci aynı şakadan mükerrer sayıda yapacak olursa belirli bir yüzdelikte (yüzde onu geçmeyecek şekilde) tenzilat da yapılırdı. Böylece on tokattan ya da on parmaktan birisi bedavaya gelirdi. Diğer yandan latifenin cüreti ve tehlikesi arttıkça fiyatı da artıyordu. Örneğin dalkavuğu ayağından baş aşağı ağaca asan latifeci, o dalkavuğun dört aylık nafakasını vermek zorundaydı. Yine kuyruğu dışarıda kalacak şekilde bir fındık sıçanını ağzına alan bir dalkavuğa verilecek ücret dört yüz para iken, bostan dolabına bağlanıp su içinde dönen dalkavuğa devir başı yedi yüz para verilirdi. Merdivenden yuvarlanan dalkavuğa verilecek ücretse beş yüz para idi. Eğer bu tehlikeli latifelerde dalkavuk yaralanır ya da ölürse hastane ve cenaze masraflarını latifeci karşılardı. Aslında böyle vakalar az da değildi:

Davet üzerine ricalden kibar bir beyin yalısına giden kör bir dalkavuk ikindi ezanıyla birlikte namaza buyur edilmiş, havuz başına serilen seccadede düzmece imamın tekbiri ile kıyama durmuş, secdeye gittiği sırada su dolu havuza düşmüş, davetlilerin kahkaha tufanı arasında çırpınarak ahrete göçmesiyle yüzme bilmediği anlaşılmıştı. Bu vakadan sonradır ki Hüseyin Efendi, görev şehidi olarak addettiği kör dalkavuk için kalabalık bir cenaze merasimi tertiplemiş ve ardın da günümüz sendikal faaliyetlerine benzeyen bir oluşum kurmuştu.

Hüseyin Efendi’nin dalkavukluk faaliyetleri, aracılar vasıtasıyla saraya dek uzanmıştı. Sarayda özellikle kızlarağasının himayesini kazandı ve velinimeti tarafından kendisine Vefa’da bir konak ihsan edildi. Hüseyin Efendi, Vefa’daki komşularından Yahudi bir tüccarın teşvikiyle kahve ticaretine başladıktan sonra dalkavuğunu çıkarıp üzerine tülbent sardığı tüccar kavuğunu geçirdi kafasına. Büyük dibeklerde dövdürttüğü kahvenin içine yarı yarıya nohut ve fındık kabuğu kattırarak oldukça güzel paralar kazandı. Diğer yandan Hüseyin Efendi’nin ikbalini çekemeyenler de çoktu. Nitekim bir saray eğlencesi sırasında yaptığı şakayla zor duruma düşürdüğü müneccimbaşı, kaç zamandır kendisine diş bilemekteydi. Üstüne üstlük Hüseyin Efendi, müneccimbaşının da uğraştığı kahve ticaretine girmiş ve onun birkaç mıntıkasını eline geçirmişti. Artık vakti gelmişti, müneccimbaşı yıldızlara bakıp huzura çıktı ve padişah efendimize sarayla bağlantısı olan bir dalkavuğun yakın gelecekte büyük bir fitne ateşi yakacağını söyledi. Bu fitneci dalkavuk tabii ki Hüseyin Efendi’ydi. Kızlarağası bir ulakla Hüseyin Efendi’ye haber uçurdu. O da kaçıp saklandı.

Ancak ihbar üzerine, saklandığı Eşekgeçmez Sokağı’ndaki arkadaşının evinde tevkif edildi. İnsanın içini ürperten zehir yüzlü iki yeniçeri kollarına girdi. Dışarı çıktığında yaltaklanacak oldu ancak kafasına yediği yumrukla afallayıp kavuğunu yere düşürdü. Birkaç dakika sonra bir çıkmaz sokağa girmişlerdi ki nursuz celladını gördü Hüseyin Efendi. Ürktü ama soğukkanlıydı. Şansını denemek istedi. “Aman efendim, cellatların piri nur yüzlü sahibim, şu kuluna merhamet eyle!” diye başladı söze, daha da devam edecekti ki celladın sağır ve dilsiz olduğunu anladı. Diz çökertildi. Boynuna cellat kemendi geçirildiğinde gülümsedi, “Beni öldüremezsiniz, dalkavuklar ölmez ki!” diye mırıldandı. Yağlı kement sıkıldığında çırpınmaya başladı. Çırpınışları o kadar kuvvetliydi ki havalandığını hissetti. Uçuyordu… Birkaç dakika sonra yakalandığı sokağın başına kondu. Uykudan uyanmıştı sanki, sarhoş gibiydi. Birkaç defa yutkundu. Ayağının dibinde bir dalkavuk vardı. Aldı onu yerden ve başına taktı…

*DÜZELTME:

Bir önceki araştırma yazımızda (Bir Acayip Yeniçeri: Altı Okka Cafer Ağa) Hezarpare Ahmed Paşa’nın kellesinden yapılan kelle paça çorbasını yiyip de dili açılan çocuğun Patrona Halil İsyanının önde gelen simalarından hatip Tuti İsmail Efendi olduğunu söylemiştik. Ancak bu çocuk Tuti İsmail olmasa gerekir. Çünkü bu çocuk, isyan döneminde doksan yaşını aşmış bir ihtiyar olacaktır ki böyle bir zattan da hitabet ve belagat sanatını konuşturmasını beklemek yanlış olur… 

SÖZLÜK:

Belagat: İyi ve etkili konuşma

Cima: Seks

Dübür: Kıç, makat

Efrad: Fertler

Fütühat: Fetihler

Gadr: Hainlik, vefasızlık

Gedikli Meyhane: Ruhsatlı meyhane

Hafifmeşrep: Serbest tavırlı, oynak

İkbal: Talih ve baht açıklığı

İstidat: Yetenek

Kıpti: Çingene

Kızlarağası: Haremden sorumlu yüksek düzeyli saray görevlisi

Koltuk Meyhanesi: Kaçak meyhane

Kopil: Yeniyetme

Külhani: Serseri, hayta

Latife: Şaka

Lonca: Esnaf Derneği

Mükerrer: Tekrar eden

Namuktedir: İktidarsız, güçsüz

Nebat: Bitki

Nisa Taifesi: Kadınlar topluluğu

Nizamname: Tüzük

Rical: Yüksek makamlı devlet adamları

Sazende: Saz sanatçısı

Tenzilat: İndirim

Zade: Oğlu

Zevce: Eş (kadın)

Yazıyı beğendiniz mi?

Ortalama puan 4.5 / 5. Oylama sayısı: 21

Bunu oylayan ilk kişi olun

RSS
Follow by Email
Twitter
Visit Us
Follow Me
YouTube
YouTube
Instagram

Cevap Yaz

Oturum aç:

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir