On Altıncı Bölüm; Geçmiş (Kısım 2)
O gecenin ortasında, bana verdikleri haberleşme cihazından geldiklerine dair bir sinyal sesi duydum ve yattığım yataktan yavaşça kalkıp cihazı elime aldım. Gösterdiği konum doğruysa, şu anda tesisin altındaki ısıtma sisteminin merkez odasındalardı. Oradan onları çıkarıp yol göstermeliydim. “Haydi yapalım şunu” dedim kendi kendime ve odamdan yavaş ve dikkatli bir şekilde çıkıp onların yanına inmeye başladım. İnerken etrafımı kontrol ediyordum, içimdeki “kötü şeyler olacak” hissi güçleniyordu iyice.
Isıtma sisteminin merkez odasına inip kapıyı açtım. Karşımdakilerden en önde olanı, “Pekala, şimdi buradan nereye çıkacağız?” diye sordu. Biraz düşünüp ana laboratuvarın yerini hatırlamaya çalıştım, sonrasında da “Şimdi buradan en üst kata çıkıp ana laboratuvara arka kapıdan gireceğiz. Beni takip edin ve olabildiğince sessiz olmaya çalışın.” dedim ve beraber üst katlara çıkmaya başladık.
Eğer laboratuvarın ana kasasının yeri ve şifreleri hatırladığım gibiyse, birazdan çok kolay bir şekilde işimizi halledip çıkacaktık. Ana kasanın yeri, normal insanın gözüne çarpmayacak bir şekilde tasarlanmıştı ama birkaç defa oraya girip çıkanları gördüğüm için tam olarak nerede olduğunu biliyordum. Şifreleri alma hikayemse basit, Silvar ile yakın ilişkide olan bir üst düzey profesör, onun operasyonundan haberdar olduğu için kullanmamız adına şifreleri cebimdeki bilgisayara yüklemişti. Silvar laboratuvarın nerede olduğunu bildiğimi bilmiyordu elbette, bu yüzden cep bilgisayarına laboratuvardaki ana kasanın yerini de yüklemişti.
Bir süre daha merdivenleri sessizce çıktıktan sonra laboratuvara ulaşmıştık. “Şimdi buraya girip sağa yöneleceğiz, orada laboratuvarın ana kasası var.” diye fısıldadım, “Kasanın şifreleri bende, kapısını açtığımız gibi Silvar’ın kontrollerinin olduğu modülü ben alacağım, siz de kendinize ne gerekiyorsa alırsınız oradan. Anlaşıldı mı?”
Hepsi beni onaylar biçimde başlarını salladılar ve laboratuvarın kapısındaki güvenlik kilidine ana giriş şifresini girdim ve kapı açılınca ayağımı kapı eşiğine değdirmeden içeri girdim. “Size de aynısını yapmanızı tavsiye ederim, eşikte bir tür lazer sensörü var ve şifreyi girmemle kapanmayacak şekilde ayarlanmış.” Arkamdan gelenler de tavsiyeme uydular ve böylece içeri girmiş olduk.
Laboratuvarın bütün ışıkları kapalıydı ve çalışan birkaç bilgisayar hariç hiçbir şekilde bize yol gösterecek bir şey yoktu. Etrafıma bakındığımda, bu durumu değiştirmememiz için konmuş bir engel gördüm ve arkamı dönüp fısıldayarak anlatmaya başladım:
“Maalesef hiçbir ışığı açamaz, hiçbir şekilde fener kullanamayız. Eğer yanlış bilmiyorsam, ki bunu yanlış bilmediğime eminim, laboratuvarda şu saatler içerisinde Universum Holding’in sahibinin bile devre dışı bırakamaycağı özel bir alarm sistemi var. Bu sistemin sensörleri, evrendeki en sönük fenerleri bile algılayabilecek derecede hassaslar, ayrıca gece görüşü sağlayan cihazlardan yayılan dalgaları da tespit edebiliyorlar. Yani aranızda doğal olarak karanlıkta görebilen kişiler varsa, onlarla devam edeceğiz, geri kalan da laboratuvardan çıkıp giriş kapısında koruma ve gözlemleme yapsın. Eğer bu konuda birbirinize ve bana güveniyorsanız, buradan sonra bizi tutabilecek hiçbir şey olmaz zaten. Eğer hazırsanız başlayalım.”
Grubun içinden üç Leavalı öne çıktı. Doğal gece görüşünü tamamen kafamdan uydurmuştum aslında, bilinen evren içinde böyle bir özellik sadece efsanelerde vardı. Şimdi o efsanelerdeki en zifiri karanlıkta bile rahatça görebilen o efsanevi yaratıklardan üçü, önümde duruyordu. Gözlerinde yeşil renkli, belli belirsiz bir parıltı vardı sanki, onun dışında görünüş itibariyle Klishelerden hiçbir farkları yoktu. “Hazırız.” diye fısıldadı içlerinden biri. Başımla onayladım onları ve beraber ilerlemeye başladık. Diğerleri teker teker girdikleri kapıdan dışarı çıkıyorlardı, biri hariç.
Bana başından beri güvenmediğini biliyordum onun. En başında benim ne düşündüğümü anlamış olmalıydı, bu yüzden peşimi bırakmamaya kararlıydı. Fakat şu an için benim yanımda olmasının bir sakıncası yoktu açıkçası, hatta biraz sonra bana faydası dahi dokunabilirdi.
Yavaş yavaş, ayaklarımı sürüyerek yürüyordum, zira kasayı bulmamın başka bir yolu yoktu. Yarım saate yakın bir süre boyunca böyle aramaya devam edip, en sonunda ayağıma takılan bir tümsek sayesinde kasayı buldum. Yere doğru eğildim ve kulağımı yere dayayıp parmağımla üç defa yere vurdum. Kulağıma bir zil sesi geldiğinde doğru yerde olduğumuzu anlamıştım. “Pekala gençler,” dedim Leavalılara “yerde bir panel çıkmış olması lazım. O panele doğru yönlendirin beni ve elimi üzerine koyun.” İkisi beni omuzlarımdan yavaşça kaldırıp biraz sürükledikten sonra yere bıraktılar. Sağımdaki, elimi alıp yere, panelin olması gerektiği alana dayadı. Bir süre sessizlik oldu ve sonra…
Laboratuvarın ışıkları açıldı ve karşımızda devasa bir kasa belirdi. “Bunu her zaman göremezsiniz, değil mi?” dedim hafif heyecanlı bir sesle, “Kasa tamamen açıktır, on beş dakika içerisinde almamız gereken her şeyi alıp gidelim.” Arkamızdaki kişi elini kaldırdı ve Leavalılardan biri kafama sertçe vurdu.
Gözlerim kararıp yere düştüğümde en son gördüğüm şey, kasaya girmeleri olmuştu. Arkalarındaki kişi, bana doğru eğildi ve “Üzgünüm klon, bunu yapmak zorundaydık. Birbirimize güvenemediğimizi sen de biliyorsun.” dedi. Ona bir cevap bile veremeden bayılmıştım.
“Bize güvenmiyorlar artık ha? Milaro’nun böyle iğrenç bir hareket yapmasını beklemezdim açıkçası.” Kendi sesimden geliyordu bu cümleler, ancak bunun gerçekten benden gelmediğini de anlayabiliyordum. Yavaş yavaş gözlerimi açtım ve doğrulmaya başladım. Karşımda her zaman tasvirlerini gördüğüm o kahraman vardı.
Havisran’ın karşısındaydım, ya da ölmeden önceki son rüyamı görüyordum. “Burası da ne böyle?” diye sordum. Benden ve ondan başka hiçbir şey yoktu bulunduğumuz bu tuhaf yerde, ne olduğunu anlayamıyordum bile.
“Sana bir şey göstermek isterim, ancak bir süre bedeninin kontrolü bende olmalı. Eğer bunu kabul edersen, buradan en iyi şekilde çıkmanı sağlayabilirim.” dedi Havisran olduğunu düşündüğüm kişi. “Peki” dedim çaresizce, “buradan sonra daha kötüsü ne olabilir ki?”
“Bunu görmeni sağlayacağım.” dedi ve birden kayboldu.
Birden her şey tekrardan şekil almaya başlamıştı. Sanki yeniden doğum gibiydi bu olanlar, anlamlandıramıyordum ama nereye gittiğini tahmin edebiliyordum. Etrafımda oluşan dünyayı tanıyordum, yine laboratuvardaydım. Ancak laboratuvar bıraktığım gibi değildi, sanki bir savaş olmuş gibiydi. Her tarafta yangın vardı, uzaktan patlama sesleri geliyordu, ancak onu şaşırtan şey bunlar değildi. Nasıl olduysa, ayaktaydı, nefes nefeseydi ve karşısında dehşet dolu ifadelerle bakan Silvar vardı. Tam ona bir şey demeye yeltenmişti ki, kendisinin konuştuğunu duydu:
“Böyle olacağını biliyordun Silvar. Seni bir köpek gibi bağlamalarını kabul ettikleri günden beri bunun için çalışıyordun. Özgürlüğünün bedeli işte burada Silvar. Sana ve bana ihanet eden bu pisliklerin ölümü, özgürlüğümüz için öldürmemiz gerektiğini sonsuza dek hatırlatacak bize.”
Silvar hala şok içerisindeydi, ancak kendisini konuşabilecek kadar toparladı ve “Ne yaptın Maeve? Onlar bizim yoldaşlarımızdı!” diye bağırdı bana. Ona ulaşmamın bir yolu olmadığını bildiğim için öylece duruyordum sadece. Kontrol bende değil, Havisran’daydı.
“Yoldaşlarımız dediklerin, kasayı açtığım gibi beni bayılttılar. Yoldaşlarımız dediklerin, seni orada ölüme terk edip, alacaklarını alıp gitmeye çalıştılar. Yoldaşların kurtarmadı seni Silvar, ben kurtardım! İkimizi de ben kurtardım! Eğer Universum askerleriyle anlaşıp bu yoldaşlarını durdurmasaydım, şimdi ikimiz de ölmüştük! Yoldaşlarımız dediklerin, hem sana, hem bana, hem de Kara Hilal’e ihanet ettiler!” Ağzımdan çıkan her cümleyle sesim daha da çok yükseliyor, öfkem daha da çok alevleniyordu. Silvar her cümlemle daha da çok şaşkınlık içerisinde kalıyordu adeta. Ona her şeyi anlatmak, az önce konuşanın ben olmadığını söyleyip onu rahatlatmak istiyordum ama nafileydi. Artık bu noktadan sonra, onun için hiçbir şey farketmeyecekti. Beni bir defa o şekilde görmüştü.
Silvar laboratuvardan yavaş yavaş uzaklaştı. Onu o şekilde giderken görmek, benim için bardağı taşıran son damla olmuştu. Ağlamaya başladım. “Ağlama Maeve” dedi Havisran, “Doğru olanı yaptık. Şimdi bizi anlayamıyor olabilir, ancak biraz sonra Milaro’nun kendisinin ve diğerlerinin arkasından çevirdiği işi öğrenince bizi anlayacak. O zamana dek, yapmam gereken son bir şey var.” Kasaya girdi ve en sonda bulunan bir kutuyu aldı. Kutunun üzerinde bir tür sensör vardı. Havisran parmağımı dişlerimle kesti ve kanattı, sonra da o kanlı parmağı sensöre bastırdı.
Kutu açıldı. İçerisinde sadece ufak bir çip bulunuyordu. Bu çip, standart ense bağlantılarına takılan bilgi çiplerinden farksız görünüyordu, ancak Havisran bunun sıradan bir çip olmadığını anlamıştı. “Bu gördüğün şey Bilinç Biçerdöveri’dir Maeve. Bunun sayesinde, bütün evreni kontrol edebilecek güce erişebilecek ve başladığımız göreve bir son verebileceğiz.” diyordu heyecanla, içinde çocuksu bir sevinç hareketlenmişti sanki.
Çipi dikkatlice aldı ve ensemde daha önce hiç farketmediğim bir düğmeye basıp bir bölmenin açılmasını sağladı. Açılan bölmeye çipi yavaşça yerleştirdi ve bölmeyi yine aynı düğmeye basarak kapattı. “Bilinç Biçerdöveri, M-287 ile eşleşmeyi başlat.” dedi Havisran, sonra yanımda belirip “Buradan sonrası senindir Maeve, iyi şanslar.” dedi ve bir anda kendimi bedenimi kontrol ederken buldum. Ancak her ne kadar kontrol bende olsa da, her şey farklıydı.
Bir anda, sanki her şeyle ve herkesle bağlantı kurabilmiştim, bütün evren gözlerimin önünde, beynimin içindeydi sanki. Daha doğrusu, zaten beynimin içindelerdi de şimdi tamamen uyanmıştım, görebiliyordum onları. Evrendeki her canlının yaşadığı, düşündüğü, hissettiği her şey benimleydi artık, daha da önemlisi, her birinin kontrolü bendeydi, bunu hissedebiliyordum. Ancak bunu kullanabileceğimden emin bile değildim, kesinlikle beni aşıyordu bu güç. Bunu kullanabileceğim bir yol vardı elbette, ancak bunun için onun beni ciddiye alması gerekiyordu.
Cep bilgisayarımı çıkardım ve Silvar için gerekli talimatları yazmaya başladım. Talimatları yazmayı bitirdiğimde, onun bunları bulabileceğini umut ederek bilgisayarı kilitleyip cebime koydum.
“Sanırım burada başka hiçbir şeyimiz kalmadı.” dedim kararlı bir sesle, “Artık Universum’un projesini bitirmemizin zamanı geldi.” Laboratuvardan hızlı adımlarla çıktım ve binanın çıkışına yöneldim. Çıkışa ulaştığımda, yüzlerce Universum askerinin önümde durduğunu gördüm. Kapana kısılmış olan Silvar’a ve diğer Kara Hilal üyelerine doğrultmuşlardı namlularını. Fakat korktukları şey onlar değildi.
Korktukları şey bendim.
Askerlerin arasından bir bilim insanı çıktı. Onun kim olduğunu biliyordum, zira hayata geldiğimde gördüğüm ilk yüz onunkiydi. Bana karşı her zaman pozitif yaklaşan, sürekli gülümseyen biriydi, hatta bugün ilk defa onu gülümsemezken görmüştüm. Bana korku ve hayal kırıklığı dolu gözlerle bakıyordu. “Maeve,” dedi “ne yaptın sen?”
Hayır, şu anda teslim olamazdım, bu kadar insanın hayatı benim yüzümden tehlikeye girmişken olmaz. Kendimi koyvermemeliydim. Kararlı bir tavır takınmaya çalışarak “Onları bırakın!” diye bağırdım. Askerlerden biri “Burada birinci seviye bir saldırı meydana geldi, bu saldırının suçluları Universum Kodeksi’ne göre infaz edilecektir. Bu kişileri bırakmayacağız!” dedi. O sırada bilim insanı bana yaklaşmaya çalışarak “Maeve, ne olur teslim ol. Eğer teslim olursan yaşarsın.” dedi, ağlamaklıydı sesi. “Eğer burada teslim olursan affedilirsin, beraber normal ve daha iyi bir hayat yaşayabiliriz! Ne olur teslim ol!”
Herkese dikkatlice baktım. Buradan çıkmamın tek bir yolu vardı ve bu yol için de ona başvurmam gerekiyordu. “Havisran” dedim kendi kendime, “sana her şeyimi emanet ediyorum. Buradan çıkana dek çipin bütün güçleri ve hafızam da dahil bütün bilincim senindir, yeter ki buradaki bütün dostlarımı sağ çıkar.” Onun yanıtını beklerken Silvar’a bakarak cep bilgisayarımı çıkardım ve kapının eşiğinde bir yere koydum yavaşça.
O yeri onunla ben bilirdik sadece. Kapının eşiğinde bir tür tasarım hatasının sonucu olarak oluşan gizli bir bölme vardı. Yeterince dikkatli hareket ettiğinde kimsenin orada ne yaptığını görmesi mümkün değildi bile. Buna güveniyordum işte, eğer Silvar’ı tanıyorsam, oraya koyduğum şeyin ne olduğunu merak etmeden duramazdı bile.
“Hazırım.” dedim içimden ve kendimi bıraktım.
Bu sefer ne olduğunu görememiştim bile, her şey bir anda olup bitmişti sanki. Uyandığımda Silvar’ın kollarındaydım. Uyandığımı gördüğünde yüzünde büyük bir gülümseme oluşmuştu, “Uyandı!” diye bağırdı yanındakilere. Ona dönüp “Notumu buldun mu?” diye sordum. Beni başıyla onaylayıp çipi gösterdi. “Peki çipin emir kodlarını elde edebildin mi?” diye sordum. Bana cep bilgisayarımı gösterdi. Yavaşça ayağa kalktım ve cep bilgisayarını alıp bakmaya başladım. Özellikle iki emir kodu dikkatimi çekmişti. “Tamamdır” dedim yavaşça, “sanırım burada size veda etmem gerekiyor.”
Silvar şaşırmıştı. “Bu da ne demek oluyor Maeve? Neyi kastediyorsun veda etmek derken?” dedi. “Üzgünüm, bunu yapmak zorundayım.” dedim, “Bu halimle fazlasıyla tehlikeliyim, hiçbirimizin bu gücü elinde bulundurmaması lazım, özellikle de bu gücün kaynağı benim gibi biriyken.” Silvar ne demek istediğimi çok iyi anlıyordu, bu yüzden her ne kadar üzülse de, bunu yapmama izin verdi ve çipi bana uzattı. Çipi takmadan önce ona “İşlemim bittikten sonra hemen çipi çıkar, bir an bile önemli burada.” dedim, sonra da çipi takıp çalıştırmaya başladım.
Çipin yüklemesinin tamamlanmasına yakın Havisran’ın varlığını hissetmeye başlamıştım. Onu tamamen engellemem gerektiğini biliyordum, bu yüzden bir süre onu konuşarak oyalamalıydım. “Bu şekilde seni çıkarmak zorunda bıraktığım için üzgünüm, ancak fazlasıyla dengesiz davrandın. Üzgünüm ama sana güvenemem artık.” dedim Havisran’a. Havisran’ın bana kızgın olduğunu hissedebiliyordum, ancak bunu gizliyordu sanki.
“Anlamıyorsun Maeve! Bu yaptıklarım evrendeki herkesin iyiliği için! Ani hislerimize teslim olamayız, lütfen bana izin ver!” diye yalvarmaya başlamıştı bana. Ona döndüm, akıl sarayında karşısına geçtim ve konuşmaya başladım:
“Haklısın, yaptıklarımız evrenin iyiliği için, bu yüzden ani hislere teslim olmak yerine olabilecek en mantıklı kararları almalıyız. Bazen fazlasıyla duygusal hareket edebiliyorum gerçekten de, ancak bunu aşmaya çalışıyorum, zira bu hayattaki görevim mantık dışına çıkmama engeldir. Bu yüzden, yapabileceğim en mantıklı kararı uygulayıp kendimi bu göreve hazırlayacağım.” Havisran ne olduğunu anlayamamıştı, ancak bana karşı hareket de edemeyecek konumdaydı, bu yüzden bunu bir fırsat olarak kullanıp konuşmaya devam ettim:
“Hala yeterince hazır değilim, çok kolay yönlendirilebilecek durumdayım ve savaşta ne yapabileceğime dair hiçbir bilgim yok, bu yüzden bu bilgileri görev dışında toplayıp kendimi hazırlamam için zaman gerekiyor. Sana şu andaki bilincimi, hafızamı ve çipi verdim. Eğer planım düzgün bir şekilde işlerse, geri kalanıyla da hedefime ulaşabileceğim. O zaman buluşana dek sana veda etmek zorundayım.”
Buradan sonra her ne olursa olsun hazırdım işte. Planıma göre sıfırlanmış bir hafıza ile hayata devam edecek, Silvar’ın yanında savaşmayı ve yaşamayı öğrenecektim. Derin bir nefes alıp verdim ve gerekli emri verdim: “M-287, Hafıza Baskılama Protokolü’nü devreye sok ve şu ana kadar olan her şeyi çipe yedekle.”
İlginizi Çekebilir
Berdan Sarıgöl’den Tefrika Bir Bilimkurgu Nov...
Berdan Sarıgöl’den Tefrika Bir Bilimkurgu Nov...
Kuşak Çatışması ve Egolar Üzerine Kısa Bir Hi...
S.Volkan Gün'den Karanlık Bir Fantastik Macer...
Yapay Zeka ve Günlük Yaşam Hakkında Bir Bilim...
Sıcacık Bir Çocukluk ve Alternatif Tarih Öykü...
Hayatını bir şeyler anlatmakla geçiren, utangaç bir insanım sadece. Müzik, resim, öykü, ne gerekirse onunla anlatırım. Beni The Writer olarak da bulmanız mümkündür.