On Yedinci Bölüm: Geri Dönüş
Geri gelmişti.
Şimdi karşısında duran kişinin kim olduğunu biliyordu. Planının böylesine iyi bir şekilde işlemiş olduğuna o kadar sevinmişti ki. Havisran’ın etkisinde kalmadan, Silvar’ın koruması ve öğretimi eşliğinde, gerçekten evrenin ne durumda olduğunu, ne yapması gerektiğini ve amacına nasıl ilerleyebileceğini anlamıştı. Fakat öğrendiği en önemli ders, insanların gerçekte bir kahramana asla ihtiyaç duymadıklarıydı. Aksine, ihtiyaç duydukları şey, havadan inip kendilerini kurtaracak üstün bir kişiden ziyade, kendileri gibi olan, kendilerini anlayan ve kendilerine yardım edip şimdiki zamanda ve gelecekte onları daha iyi bir hayata gitmeleri için teşvik eden ve yollar sunup seçmelerini sağlayan kişilerdi. Yolculukları sırasında durdukları istasyonda yardım ettikleri insanları ve orada ne yaptıklarını hatırladı. Sadece basit bir şekilde borçlarını silip, gelecekleri için onlara temiz bir sayfa açarak, her birinin hayatını kısa ve uzun vadede kurtarmıştı bile. Bu yaptığı şey, direkt olarak o istasyonu onlara teslim edip sonrasında kaderlerine terk etmekten daha anlamlı ve yararlıydı.
Aslında bunu Havisran’ın hikayesinde de görmüştü, o da genel bir şekilde sıradan bir kahraman olmaktan ziyade, yanında yaşadığı veya yanına gittiği kişileri iyiye yönlendirmiş ve onlara onlar gibi bir insan olarak yardım etmişti. Onun kahramanlığının bittiği yer, insanlığını terk edip bir tanrıya dönüşmeye ve o şekilde savaşmaya çalıştığı yerdi.
İşte şimdi, kendisi de o tanrısal güçlere hasıl olmuştu, ancak bunlar ona iyi bir şeymiş gibi gelmiyordu. Havisran’ın klonu olabilirdi, ancak yaşadıkları, gördükleri, hatırladıkları ve öğrendikleri, onu bu konuda Havisran gibi davranmaktan uzak tutacak ölçüdeydi. Bunun ışığında verdiği karar ise basitti:
Havisran tamamen devreden çıkmalıydı.
“Emanetimi geri verdiğin için teşekkür ederim Havisran.” dedi Maeve, onun ne tepki vereceğini ölçmeye çalışıyordu “Açıkçası, geçmişi, şimdiyi ve bir parça da olsa geleceği birleştirerek bir karara vardım. Bunun ne olduğunu söylemek durumundayım, zira bu kararlar senin de katılımını içeriyor.” Havisran’ın onu sessizce dinlediğinden emin olduktan sonra devam etti:
“Senin hikayeni okuduğumda, ki inan bana pek çok çeşidi mevcut, asla olamayacağım kahramanı gördüm. Güçlerin, etrafındakiler, sevdiklerin, nefret ettiklerin, kurtardıkların, kurtaramadıkların, savaştıkların, kazandıkların, kaybettiklerin… Her şeyinle benden tamamen farklısın ve bu, senin klonum olmama rağmen bizim aynı olmamamızı sağlıyor. Bunun bize verdiği bazı avantajlar da var elbette, ancak gördüğüm kadarıyla bizim artık beraber çalışabilmemiz mümkün değil.”
“Ne demek istiyorsun Maeve?” diye şaşırdı Havisran, “Ne düşünüyorsun bilmiyorum ama bence hala birlikte çalışma ve barışa ulaşma imkanımız var. Ne olur bunu bir kenara atma!”
Maeve’in ne diyeceğini ve ne yapacağını anlamıştı aslında, ancak bunu söylemesini ve yapmasını istemiyordu. Maeve’in onu ilk gördüğü zamanki o imajını tamamen bir kenara atmıştı, korkuyordu çünkü.
Maeve’den korkuyordu.
“Demek istediğim şey basit.” dedi Maeve en soğuk şekilde, “Barış planımda sen yoksun Havisran, hatta barış planımda hiçbir kahraman yok. Özellikle de tanrısal güçlerin hiçbir şekilde bu planda yeri yok.” Havisran Maeve’in bu dediğini anlamaya yakındı, ya da Maeve öyle düşünüyordu. Yine de anlatmayı daha uygun görerek devam etti:
“Tanrısal güçlere sahip, ölümsüz kişilerin normal insanlara yakın olması bir yerden sonra imkansızlaşır. Universum’un sende kullandığı şey de bu gerçekliğe dayanıyor basitçe. Bu gerçekliği aşmamızın tek seçeneği, tamamen bu tanrısallığı bir kenara atıp, insanların içine karışarak, onlar için olabilecek en yararlı kişi olmaktır. Hiç senden sonra Antimon Adası’na ne olduğunu merak ettin mi?”
Havisran afallamıştı, “Hayır, onları kurtardım ve bitti, bu kadar basit. Ne olduğu neden beni ilgilendirsin ki?” dedi cahilce. Maeve onu yakalamıştı en sonunda, bu yüzden hiç bozuntuya vermeden devam etti:
“Senden sonra Antimon Adası’na olanlar, bütün bu kahramanlık konseptindeki yanlışlığının göstergesi. Onları Gala’ya karşı bir yarı tanrı olarak koruyup, sonra aniden gittiğin için, sana bağlı olarak kalan adalılar savunmasız ve ne yapabileceklerini bilemez bir halde kaldılar ve yenildiler. Her biri, Universum’un kölesi oldular resmen ve kendilerini büyük kurbanlar vererek kurtarıp yarı sömürge haline geldiler. Tıpkı senin gibi Havisran, tıpkı senin gibi.
Yararın olduğu tek zaman, gerçekten insanlarla yan yana çarpıştığın, onlara üstten bakmadan, güçler kullanmadan yardım ettiğin zamandı. Bunu unuttun ve bu yüzden düştün. Bunun olmamasını sağlamanın yolunu buldum ve bunu yapmama hiçbir şekilde engel olamayacaksın.”
Havisran Maeve’e doğru uzanmaya çalıştı, ancak tam uzanacakken havada kaldı. Kendini zorluyor, ancak hareket edemiyordu. Maeve’in yapacağı şeyi engellemesine sadece bir dokunuşu yeterdi, ancak yeterince hızlı hareket edememişti. Gözlerindeki o korkuyu açıkça görebiliyordu Maeve, Havisran’ın kendi hayatı için duyduğu korkuydu bu. Hayatı boyunca bir kahraman olarak yaşayan ve Maeve’in doğmasına ilham olan bu kişi, şimdi kendi hayatını feda etmesi gereken yeri bildiği halde inatla yaşamına tutunuyordu. Maeve ona iğrenme ve acıma ile bakarak sözlerine devam etti:
“Hepimiz, yapmamız gerekenler kadarız maalesef. Kaderimizi kabul edip, bununla ilerlemeli ve sonumuzu kucaklamalıyız. Eğer kendi kaderimizi kabul etmezsek, maalesef bunun bedelini çevremizdekilerle birlikte öderiz. Hiçbirimiz, ne kadar güçlü olsak da sonumuzdan kaçamayız, kaçmamalıyız da. Fakat sen, yaşamını devam ettirmek adına bunu reddettin ve kendi kaderine karşı gelmeyi seçtin.
Burada ikimizin de tanrısal yaşamı sona eriyor Havisran, sana olacak şey ise basit: Öleceksin, yüzyıllar ve çeşitli zaman yenilemeleri öncesine olması gereken olacak yani. Acımasız olduğumu düşünebilirsin, ancak inan bana, bana ve yanımdakilere yaptıkların karşısında bu yaptığım fazlasıyla merhametli bir şey. Ancak merak etme, ismin senden uzun yaşayacak.”
Havisran hala bir şey yapamadan duruyordu, bütün gücüyle zorluyordu kendini, ancak bedenini bir milim bile hareket ettiremiyordu. Maeve’in tek hamlesiyle her şey parçalanmaya ve ayrışmaya başlamıştı. Maeve Havisran’a son kez bakıp “Hoşçakal, Maeve Kalinmann. Seni tanımak güzeldi.” dedi ve Havisran’ın gözlerinin önünde yavaş yavaş gözden kayboldu.
Havisran etrafında ayrışan akıl sarayına baktı, hala hareket edemiyor, ağzını bile açamıyordu. Ayrışarak yok olmadan önceki son düşüncesi, bütün beynini kaplayan, güçlü bir çığlıktı sadece.
Maeve tekrardan sütunun başındaydı şimdi. Tekrardan sütunun üzerindeki her bir heykelciğe bakıyordu. Heykelcikler birer birer kaybolmaya başlamıştı, öncelikle onları birbirinden farklı yapan ifadeleri kayboluyor, sonra da bedenleri ayrışmaya başlıyordu. Böylece iki yüz seksen altı ufak heykelcik, etrafında durdukları büyük Havisran heykeliyle birlikte toza dönüşerek havada süzüldüler ve sütun boş kaldı.
Kalan son bebek yavaş yavaş büyümeye ve gelişmeye başladı ve Maeve’e benzeyene dek durmadı. Sütunun üzerinde, Havisran’ın olduğu yerde, bütün ihtişamıyla duruyor ve bekliyordu. Yüzünde hala belirli bir ifade yoktu, ancak Maeve bunun değişeceğini çok iyi biliyordu.
“Gitme zamanı.” dedi kendi kendine.
Row Maeve’in araca doğru yürüdüğünü gördü ve aracın ana giriş kapısını açıp ona doğru yürümeye başladı. Gördüğu karşısında şaşkındı, zira karşısındaki Maeve, ondan ayrılan Maeve’den tamamen farklı görünüyordu. Bu farklılık, geceyle gündüzün farkı gibiydi sanki, ona ne olduğunu tam olarak çözemiyordu.
Öncelikli olarak, etrafındaki aura tamamiyle farklılaşmıştı. Daha öncesinde o kör nokta haricinde pozitif ve basit renklerden oluşan bu duygusal bulut, şimdi çeşitli ışıkların, renklerin ve desenlerin çatışmalar, uyumlar ve birleşimlerle oluşturduğu muhteşem ve karmaşık bir sanat eseriydi. Maeve’in yüzüne dikkatlice baktığında, özellikle gözlerinde çok farklı ve çok daha… yaşlı bir ifade vardı. Göz altları daha da derinleşmiş, yüzü daha da çökmüştü.
“Maeve” diyebildi sadece, “sana ne oldu?”
Maeve hiçbir şey demedi ilk başta, sadece Row’a baktı. Onun neye şaşırdığını anlayamamıştı ilk başta, sonra kendisinde bir değişim gördüğünü anlamıştı. “Her şeyi geri kazandım Row, her şeyi.” dedi, “Hafızamı, gücümü, hayatımı, seni. Artık ne yapmamız gerektiğini biliyorum.”
Beraber gemiye doğru yürürlerken, Row Maeve’de başka değişiklikler de fark etmişti. Sanki bir zırh giyiyormuş gibi yürüyordu: Gururlu, rahat ve güçlü bir yürüyüştü bu. İçinde hiçbir korku veya kaygı ifadesi olmayan bir kişinin yürüyüşüydü bu. Maeve’i tanıdığı ilk günden beri bu kadar rahat ve özgüvenli olduğunu görmemişti, adeta güzelleşmişti onun gözünde.
Row Maeve’e bakıp gülümsedi. Onunla birlikte çıktığı bu yolculukta, ikisi de çeşitli değişimler geçirmişlerdi, ikisi de daha önce asla olabileceklerini düşünmedikleri kişilere dönüşmüşlerdi. Bunu özellikle Maeve’de daha rahat gözlemleyebiliyordu, şu anda gördüğü kişi, ilk tanıştığı Maeve ile tamamen farklıydı. Elbette bu farklılık onu korkutmuyordu, ancak şu andaki durumda tamamen rahat olduğunu da söyleyemezdi.
Yine de, yanındaki Maeve her kim olursa olsun, onu hala seviyordu ve onunla her türlü cehenneme ve cennete yürüyebilirdi. Bugüne dek gördükleri, hissettikleri ve yaşadıkları, onu Maeve’e daha çok bağlamıştı. Maeve’in onun için ne hissettiğini bilmiyordu, ancak kendisinden çok Maeve’e değer veriyordu ve onu belki de onun bile anlayamayacağı kadar çok seviyordu.
“Peki ne yapmamız gerekiyor?” diye sordu Maeve’e.
Maeve Row’a baktı. Birazdan söyleyeceklerinden dolayı her şey ters gidebilirdi. Birazdan söyleyecekleri yüzünden Row’u tamamen kaybedebilirdi. Bütün evreni tekrardan mutluluğa ve barışa kavuşturmak için uygulayabilecekleri sadece bir plan vardı ve bu plan için bulmaları gereken iki kişi vardı. Maeve kendini toparladı, derin bir nefes alıp verdi ve kafasındaki planı söyledi:
“Şimdi Mira ve Amelia’yı bulacağız. Onlarla birlikte çalışmamız gerekiyor, yoksa bütün çabalarımız boşa gider.”
Row şaşırmıştı, ancak buna yakın bir şey duyacağını bekliyordu zaten. “Nereden başlayacağımızı biliyor musun?” diye sordu Maeve’e. Onun bile nereden başlayacağını bildiğini düşünmüyordu, ancak yine de ne diyeceğini merak ediyordu.
“Biliyorum.” dedi Maeve kendinden emin bir şekilde, “Çünkü onları biz aramayacağız, onlar bizim yanımıza gelecek.”
Row bu duyduğu karşısında şaşırarak “Nasıl yani Maeve, ne demek ‘onlar bizim yanımıza gelecek’?” diye sordu.
“Çok basit Row,” diye cevapladı Maeve “Şu anda onların istediklerini gerçekleştirecek güce sahibiz, bu yüzden güvenli bir kanaldan onlara mesaj gönderip gelmelerini bekleyeceğiz basitçe. Bunun için de, hem onların, hem de bizim bildiğimiz bir yere gitmemiz gerekiyor.”
“Nereye?” diye sordu Row, iyice afallamıştı. Maeve ona baktı, kendinden emin bir şekilde gülümsedi ve “Antimon Adası’na geri dönüyoruz.” dedi.
“İnanamıyorum!” Moslee fazlasıyla sinirliydi, kontrolünü kaybetmek üzereydi sanki. Karşısındaki Megali Universum Jr’u bile gözü görmez olmuştu sanki, “Elimizdeydi ya, resmen elimizdeydi! Tam onu kandırmayı başarıp her şeyi kökünden bitirecek kadar yaklaşmıştım klona, nasıl oldu ya bu?”
“Anlayamadım ben de nasıl olduğunu.” diyebildi Megali Universum Jr, “Bilinç Biçerdöveri’nin son aşamada kullanıcıyı tamamen kilitlemesi ve bizim kontrolümüze geçirmesi gerekiyordu. Önceki testlerin tamamında bunu elde edebilmiştik, daha önceki klonlar da gayet başarılıydı, neden bunda her şey ters tepti ki?” Moslee’nin ne tepki vereceğini düşünüyordu bunları söylerken, hatta bu akıl sarayına geldiği her sefer gibi, ölümünün yakın olduğunu hissedebiliyordu. Ancak bu sefer, düşündüğü başına gelmeyecek gibiydi.
Moslee kendisini toparlamayı ve öfkesini kontrol etmeyi başarmıştı. Giysi dolabını materyalleştirdi ve içerisinden Megali’yi ilk defa yanına getirirken giydiği kıyafetleri alıp giydi. Düşünceli bir biçimde saçlarını düzeltti, kendisine çekidüzen verdi ve Megali’ye yaklaşıp omzuna dostça birkaç kere vurdu.
“Elbette bunlar senin hatan değildi, hatta bu olanlar bile çipin ve klonun başarılı bir şekilde birleştiğini gösteriyor bize. M-287, kendisinden önce ürettiğiniz hiçbir klon gibi değil, hatta hiçbir zaman çizelgesinde benzeri yok.” dedi Moslee. Megali Universum Jr şaşırmıştı Moslee’nin en son dediklerine. “Nasıl yani, bundan başka zaman çizelgeleri de mi var?” dedi. Moslee olayların bu noktasında ondan bu bilgiyi sakınmayı doğru görmüyordu artık, bu yüzden anlattı her şeyi:
“Bu seninle ilk karşılaşmam değil. Her nasıl oluyorsa, Bilinç Biçerdöveri’ni alan her klon, zaman çizelgelerinin bir yerinde çipin gücünü kullanarak bütün evreni kendi zaman aralıkları içerisinde yeniden başlatabiliyor. Fakat bu gücün büyük yan etkileri var. Öncelikli olarak, sizin çipi geliştirmeniz her yeniden başlatmada daha uzun zaman alıyor, ayrıca çip ile uyumlu klonu bulmak için her yeniden başlatmada bir klon daha fazla üretmek zorunda kalıyorsunuz. Ve en önemlisi, görünüşe göre bu yeniden başlatma bana etki etmiyor. Bu sonuncu etkiyi evreninizin dışında olmama bağlıyorum, zira benimle aynı devamlılıktan gelen Mira ve Amelia hala bu yeniden başlatmaların etkisi altındalar.
Bunu hala lehimize kullanabileceğimi hissediyorum. Fakat bunu başarabilmek için, insanların bizim için savaşabilmesini sağlamamız lazım. M-287’nin Mira ve Amelia’yı birleştirebileceğini ve uzun süredir bize yük olan Kara Hilal’i kullanarak yenilgimizi sağlayabileceğini görebiliyorum. Bunu engellemek için tek çaremiz, yeniden bir ordu kurup savaşmak.”
Megali anlamakta güçlük çekiyordu sanki. “Nasıl yani? Şimdiki durumumuzda bir ordu kurmamız bizi ekonomik açıdan zorlamaz mı? Hatırlarsınız, yirmi küsür sene önce az daha batıyorduk bunun yüzünden, şimdi tekrar böyle bir hamleye girmemiz-” Moslee onu susturdu ve devam etti:
“Eski ordunun hatası, savaşmadan yapabileceğimiz fetihlere engel olmasıydı, ordunun imajımızı lekelemesi yüzünden sürekli kayıp verip krize girmiştik. Ancak şimdiki durum farklı. Evrendeki bütün ekonomiyi idare eden ve kendisinden küçük şirketleri koruyan bir holdingiz ve karşımızda bütün bu düzeni tehdit eden anarşistler var. Bu anarşistlere karşı koruyucu olmamız, olabilecek en doğal şey, bu yüzden bir ordumuzun olması, eskisi gibi imajımız için bir kayıp değil, bir kazanç olacak.
Başlamamız gereken yer çoktan önümüzde. Konuşmalar yap, söylediğim yönlerimizi öne çıkar, hiçbir şekilde bu noktadan bir adım bile geriye atma. BountyNet’in tamamını kullan, gerekirse birkaç ödül avcısının ‘beklenmedik’ ve ‘trajik’ ‘kazalarla’ ölmesine izin ver ki daha ucuza, daha itaatkar bir ödül avcısı ordun olsun. Onlarla başlar, onların eğiteceği gönüllüler ile orduyu büyütürsün. Demek istediğimi anladığını biliyorum, zira sende de benimkine benzer bir akıl var.”
Megali Universum Jr şaşkındı, ancak bu plan aklına yatmıştı. Moslee haklıydı, bu tam da onun düşünebileceği ve yürütebileceği bir plandı. “O zaman uygulamaya hemen başlıyorum.” dedi ve gitmek için Moslee’nin bir geçit açmasını bekledi. Moslee geçidi açınca da hemen çıkıp gitti.
“Diğer klonlardan farklıymış bu seferki.” diye kendi kendine konuştu Moslee, “Havisran’ı öldüreceğini ve bağı yok edeceğini asla düşünmezdim. Bu seferki için bir şekilde buradan çıkmam gerekiyor, yoksa gerçekten yenilebilirim. Sanırım bu seferki denemenin başarısını sağlayabilmek için birilerine yardım etmem şart.”
İlginizi Çekebilir
Berdan Sarıgöl’den Tefrika Bir Bilimkurgu Nov...
Berdan Sarıgöl’den Saga’nın İkinci Kitabı – U...
Bir Garip Kurgu Örneği: Cacık Veya Beyaz Kasl...
S.Volkan Gün’den Karanlık Bir Fantastik Macer...
90’lar Estetiğinde Bir Polisiye Senaryo: Gece...
Berdan Sarıgöl’den Yeni Saga: Atlantropa – İl...
Hayatını bir şeyler anlatmakla geçiren, utangaç bir insanım sadece. Müzik, resim, öykü, ne gerekirse onunla anlatırım. Beni The Writer olarak da bulmanız mümkündür.