Berdan Sarıgöl’den Tefrika Bir Bilimkurgu Novella – Universum: Maeve Koavis’in Kayıtları 6.Bölüm

Bunu Paylaşın

Beşinci Bölüm: Özgürlük (Kısım 1)

[UYARI: Bu bölümden itibaren bütün kayıt, üçüncü kişi bakış açısından deneyimleyene aktarılacaktır. Deneyimleyenin kayıtta anlatılan hikayeyi en iyi şekilde anlaması için bakış açısını dikkate alması tavsiye edilir.]

“Sonunda! Yirmi altı milyon Uni’m vardı, yepyeni bir araçla birlikte iki araç sahibiydim, üstüne üstlük Row ile bir hayat kurmaya başlamıştık, her şey muhteşemdi yani. BountyNet’e verdiğim istek de kabul edilmiş ve efsanevi bir ödül avcısı olarak ayrılmıştım o alemden, daha ne kadar ileri götürebilirdim ki hayatımı? Ne kadar ileriye gideceğimi, bırak o zamanı, bugün bile tahmin edemezdim.”

Bütün olanların üzerinden iki yıl geçmişti. Maeve, Row ile birlikte yaşamaya başlamış, onunla San Sisiro Şirketi’nin kiliselerinden birinde evlenmişti. Onunla beraber Kara Hilal’in savaşarak Universum’dan kontrolünü almayı başardığı ilk gezegen olan Avrea’nın Wisuaz şehrindeki sivil karargahta kendilerine yeni bir hayat kurmuşlardı. Bu hayat içerisinde Maeve, belki de çocukken öğrenmesi gereken pek çok şeyi öğrenmişti. Hiç oyun oynamadan, bir annenin, babanın veya arkadaşın sevgisine ve ilgisine maruz kalmadan büyüyen bir çocuktu Maeve, bu yüzden Row onun için sadece sevgilisi değil, arkadaşı ve ailesiydi de. Row da bunu gördüğü ve Maeve’den gelen bu çocuksu ilgiden ayrıca hoşlandığı için, onunla iki çocuklarmış gibi oyunlar oynuyor, böylece hem onun, hem de kendi çocukluğunun eksik kalan yanlarını tamamlıyordu. Beraber her şeyi yeniden keşfediyorlardı ve buna kendileri de dahildi.

Maeve, ayrı kaldıkları kısa süre boyunca, Row’a bir daha asla yalan söylememe kararı almıştı, bu yüzden ona Antares Universum ile olan konuşmalarını ve bununla ilgili düşüncelerini anlattı, sonra da ona kararını sordu. Row’un onu terk edeceğinden ve bu planı Kara Hilal yetkililerine bildireceğinden korkuyordu Maeve, ancak Row onu şaşırtarak, zaten bu düşüncede olduğunu, ancak bunu uygulamak için yalnız ve güçsüz olduğunu söyleyip, “Bu yolda sonsuza dek seninleyim hayatım.” demişti. Bu, Maeve’in doğru bir şey yaptığı konusundaki kararlılığını iyice pekiştirmişti adeta.

Dört aylık bir balayı döneminin ardından Mira’nın onları göreve çağırmasıyla, Droplet’e binip, karargahtakilere veda ederek yola çıktılar. Görevleri basitti: Universum’un ilk ve son klonlama tesisinde üretilen ve Universum tarafından öldürülmeyen tek klon olan M-287’yi bulup güvenli bir şekilde eğitilmesini sağlayacaklardı. M-287’nin gelişiyle ve Antares Universum’un onlara verdiği çipi kullanmasıyla birlikte, yüzyıllardır süren bu adaletsiz ve acılı yaşam son bulacaktı. Hangi hizibinden olursa olsun, her Kara Hilal üyesinin ve askerinin bir olarak inandığı cennetin anahtarıydı o klon.

Fakat Mira’nın ve yanındakilerin eline o klonu vermek, Antares’in söylediklerine göre bilinen evrendeki bütün hayatı yok edebilecek bir silahı, herkesin ölmesini isteyen bir kısım insanın eline vermek demekti. Belki sonradan Mira ile anlaşabilirlerdi, ancak bunun için öncelikli olarak ellerinde bu klonu bulundurmaları ve onun da barışçıl seçenekten yana olması gerekiyordu. Maeve ve Row’u, uzun süreli ve tehlikeli bir klon avı bekliyordu.

Bu klon avının ilk durağı, Avrea’nın iki halka uzağında bulunan Miso-Miso gezegen sistemindeki Universum-15 istasyonu olacaktı. Orada klonun eşgaline yakın bir kişinin, Universum’un yerel şirketi olan MilesCo güvenlik görevlilerini öldürdüğüne dair haberler almışlardı. Klonun eşgali, kızıl küt saçlı, bembeyaz tenli, yeşil yakut gözlü, fazlasıyla hızlı ve tehlikeli bir kadın olarak verilmişti. İstasyon içindeki bir bara girip, orada birinin ona yaklaşmaya çalışması sonucu kavga çıkarmış, ancak bu kavga hızlı bir şekilde katliama dönüşmüştü. Bar içindeki müşterilerden beşini ve gelen yirmi MilesCo güvenlik görevlisini öldürüp, barı talan etmiş ve gözden kaybolmuştu.

Şimdi, Droplet ile son hızla oraya doğru yol alıyorlardı. Beraber kaptan köşkünde sessizce ve derin düşünceler içerisinde oturuyorlardı. “Sence klonu yakalayabilecek miyiz Row?” dedi Maeve, içine garip bir şüphe yerleşmişti. “Eğer tek başıma gitseydim buna ihtimal vermezdim ama seninleyken kesinlikle yakalayabileceğimize inanıyorum.” dedi Row, yüzünden Maeve’e beslediği gurur, güven ve aşk okunabiliyordu. Maeve’in boşta kalan elini tuttu, başparmağıyla elini okşadı. “Sakin ol sevgilim.” dedi. Maeve derin bir nefes alıp verdi, sonra Row’un elini bıraktı. Koltuğundan kalktı ve çipin olduğu kutuya yöneldi. Kutunun sağlam bir biçimde durduğundan emin olduğunda, onu alıp gemide yeni yaptığı gizli bir bölmeye dikkatlice yerleştirdi. Bölmeyi kapattı, şifrelemesini tamamladı ve “Tamamdır, başlayalım.” diyerek Row’a işaret verdi.

İstasyonun özel hangarlarından birine indiler. Yolun en başındayken, hangarın sahibi ve barışçıl bir Kara Hilal sempatizanı olan Liliac Baese ile konuşmuşlar ve hangarı rezerve etmesini sağlamışlardı. Liliac Baese, Row’un uzun zaman öncesinden bir arkadaşıydı, ilk tanıştıkları zamandan beri de Kara Hilal içerisindeki barışçıl düşüncenin sesiydi. Ancak zaman geçtikçe savaşçı hizibin yükseldiği Kara Hilal’de kalmamaya karar vermiş ve kendisiyle benzer anlayışta olan insanları da alarak Universum-15’i başarılı bir operasyonla tarafsız bir yer haline getirmişti.

Araçtan çıktılar ve onları sevinçle karşılayan Liliac’a teşekkür ettiler. “Daha önceden alman gereken kararı en sonunda uygulamana sevindim Row.” Dedi Liliac, “Sen hiçbir zaman savaş yanlısı biri değildin. Peki, beni bu güzel hanımefendi ile tanıştırmayacak mısın? Gerçi biraz tanıyorum kendisini ama yine de neden burada olduğunu bilmek isterim.”

“Ben Maeve. Buraya klonu bulmaya geldik.” Maeve etrafına bakındı alışkanlık olarak, sonra devam etti, “Onu Kara Hilal’den ve Universum’dan uzaklaştırıp normal bir insana dönüştüreceğiz. Belki o zaman bu anlamsız gerginliğe son verebilecek bir kişi olabilir ve barışı getirebilir.” Liliac Maeve’in dediklerine inanmamıştı, “O canavardan insan çıkmaz, bence bulduğunuz gibi öldürmeniz daha iyi. Ancak size karışmayacağım, yeter ki onu buradan uzaklaştırın.” dedi ve ikilinin yanlarından ayrıldı. Maeve ve Row da istasyonu keşfedip klonu bulmak için ipucu aramaya karar verdiler.

Universum-15, standart Universum istasyonlarından çok farklıydı, zira Dördüncü ve Beşinci Güncelleme Programı’na alınmamış ve diğer istasyonların geçirdiği son standartizasyondan geçmemişti. Yapısal olarak daha dar ve klostrofobikti, uzun, dar koridorlardan ve sıkışık, hücre benzeri binalardan oluşan ağ benzeri bir yollar ve binalar bütünlüğüne sahipti. Maeve’in cep bilgisayarındaki haritalama uygulaması, bu tarz eski istasyonlarda yetersiz kaldığı için eski tip, tek kullanımlık harita çiplerinden almışlardı. Beraber hangardan çıkıp bu dar sokaklardan yürüyorlardı.

“Şimdi, bu haritaya göre klonun görüldüğü yer, on beşinci bloğun hangar yönündeki dükkanlarından birinde.” dedi Maeve. Row da dinlediği ihbarlardan hatırladığı kadarıyla haritadaki bir yeri işaretleyip “Güvenliklere saldırdığı yer tam olarak şurası, Haldirrisa’nın Barı isimli bir yer.” dedi ve kendileriyle orası arasındaki yolu çizdi. Beraber oraya doğru yürüdüler. Yürürlerken etraflarındaki tuhaflıklar, ikisinin de dikkatini çekmişti. Dükkanların pek çoğu kapalıydı, fakat içlerinde bazı kişilerin olduğunu görebiliyorlardı. Eskiden işlek bir alışveriş caddesi olan bir yerdi burası sanırım, zira bu kadar süslü ve lüks görünüşlü dükkanların böyle ıssız bir caddede bulunmasının başka bir açıklaması olamazdı. Bunun dışında, etrafta dolanan fazla kişi yoktu, dışarıda olanlar da Maeve ve Row’a hiç iyi gözlerle bakmıyorlardı. Bazılarının ne olduğunu anlamıştı Row, gaspçıydı bunlar. Gözlerine kestirdikleri kişileri bir çıkmaza çekip öldürür, parasını ve üzerindeki değerli olan her şeyi alıp bırakırlardı. “Dikkat et, birazdan saldıracaklar.” diye fısıldadı Maeve’e, eli kemerindeki silahına doğru gidiyordu yavaş yavaş. Maeve de silahını yokladı, gergince bekliyorlardı.

Ancak yola devam ettiklerinde hiçbir saldırıyla karşılaşmadılar. Her ne olduysa, bu gaspçılar Maeve’e baktıklarında geri çekiliyorlardı. Bazılarının yüzlerinde korku ifadesi vardı, ancak bu basit bir düşmandan korkma ifadesi değildi: Can korkusuydu o ifade. Row ne olduğunu anlayamamıştı, ancak Maeve neden korktuklarını tahmin edebiliyordu: Kendisinin görünüşü, klonun eşgaliyle büyük oranda örtüşüyordu, bu yüzden kendisini klon sanıp saldırmak istemiyorlardı. Büyük ihtimalle o canavarın ne yaptığını görmüştü pek çoğu.

Haldrissa’nın Barı’na vardıkları zaman olayın ne kadar korkunç olduğunu gördüler. Bütün bardan sanki bir kasırga geçmişti.Her şey dağılmış, bazı masalar ve sandalyeler duvarlara, hatta tavana saplanmıştı. Bardan geriye, etrafa yayılmış olan kan izleri ve bozuk elektronik aletler kalmıştı. Yer cam kırıklarıyla ve sibernetik protez parçalarıyla doluydu. Buradan her ne geçmişse, belli ki evrenin en tehlikeli silahına sahipti. Ancak diğer silahlardaki veya bombalardaki gibi bir yok etme durumu yoktu, hatta ateşli bir silahın veya bombanın izi bile mevcut değildi. Buna yol açabilecek şeyin ne olabileceğine dair ikisinin de bir fikri yoktu.

“Buraya polis bile uğramamış anlaşılan, sadece cesetleri alıp kaçmışlar.” dedi Maeve. Row gördüğü manzara karşısında mide bulantısı geçirmiş, tuvalete koşup gürültülü bir şekilde kusmuştu. Row kusmaya devam ederken içerideki her şeyi incelemeye başladı Maeve. Kan izleri çok da eski değildi, iki-üç günlüktü. Yolculuklarından bir gün önce bu olay yaşanmıştı zaten, sonra da ne olduğunu anlamadan her şey bitmişti. Ancak polisin buradan sadece cesetleri toplayıp başka hiçbir şeye dokunmamış olması garipti, zira böylesi bir olay yeri, normalde bu kadar başıboş bırakılmazdı. Bunun getirdiği iki ihtimal vardı: Ya polis zaten ne olduğunu bildiği için olay yerine dokunmamış, içeride değerli bir şey olmadığı için o gaspçılar da gelmemişti, ya da…

…o hala buradaydı.

Ensesinde bir ürperti hissetti. Buraya gelene dek bir şeylerin onları takip ettiğini hissediyordu, ancak bunun sadece basit gaspçılar olduğunu düşünüp üstelememişti. Şimdi ise tek başına durduğu bu olay yerinde, kendisinden ve tuvalette kusmayı bitirip, kendini temizleyip yanına gelen Row’dan başka birinin olduğunu seziyordu.

O burada.” diye fısıldadı Row’a, “Hissedebiliyorum.”

Row cevap olarak hiçbir şey demeden silahına doğru yöneldi, ancak Maeve onu durdurup beklemesini söyledi. İkili neyin geleceğini bilmeden beklemeye devam ettiler, ancak hiçbir şey görememişlerdi. Maeve bir şeyin sürekli etraflarında dolaştığını hissediyordu. Sanki o şey, sürekli olarak ikisinin etrafında daireler çiziyor ve çizdiği daireler gittikçe küçülüyordu.

“Neden bir şey göremiyoruz?” dedi Row, korkmuş ve sinirlenmişti. “Bilmiyorum.” dedi Maeve, ne kadar göstermemeye çalışsa da en az Row kadar korkmuştu bu durumdan. O şey, daireler çizerek yaklaşmaya devam ediyordu, en azından Maeve’in hissedebildiği buydu. Daireler çize çize en sonunda Maeve’in tam karşısında durdu o şey. Maeve, hiçbir şey göremese de yoğun bir biçimde hissedebiliyordu. O şey, sanki… kendisi gibiydi.

Bir anda bütün o yoğun hislerle birlikte kayboldu o şey. Maeve rahatladı ve Row’a dönüp “Gitti.” dedi. Kendisinde bir farklılık hissetti, sanki o şeyle bir bağlantısı varmış gibiydi. Fakat bunu Row’a söylemenin saçma olacağını düşündü ve sadece “Sanırım başka bir şey bulamayacağız, bence buradan çıksak iyi olur.” dedi ve bardan çıkıp Ayık’ın olduğu hangara geri döndüler.

Gittikleri bu ufak yürüyüşün dışında bu istasyonda yapılacak fazla bir şey yoktu zaten, pek çok yer kapalı veya sadece yerleşime açıktı. Universum dışında başka hiçbir şirketin bir temsilcisi veya dükkanı kalmamıştı. O günün “akşamında” Lilac’ın evinde yemek yerken Maeve merakından “Burası neden hala açık ki?” diye sordu, “Yani kimsenin rağbet ettiği bir yer değil, burada seninle gelenler dışında kimse yok, Universum istese burayı boşaltıp materyalleriyle yeni bir istasyon yapabilir ve sizi kovabilir ama buranın durmasına izin veriyorlar. Neden olduğu hakkında bir fikrin var mı?”

Liliac anlatmaya başladı:

“Aslında burası İkinci Lale Devri zamanlarında galaksinin bu köşelerinin en zengin, en merkezi istasyonuydu, hatta toprak, tohumlar ve güneş lambaları getirtip meydana canlı çiçek süslemeleri ve Güneybatı Ağı’na ufak bir çiftlik bile yapmışlardı. Ancak işler hiç de iyi gitmemeye başladı. Universum dışındaki şirketler, yıllar içerisinde zarar ettiklerinden dolayı birer birer her şeyi kapayıp gittiler, onlardan kalanlarla buranın vatandaşları yerel şirketler kurmaya çalıştılar ama o da iyi gitmedi. En son biz geldik ve onlarla birleşip Universum’dan bu istasyonu satın aldık son paramızla, içerideki toprağı, suyu falan kullanıp hayatı döndürüyoruz şimdi. Biz hangardakiler de bu terk edilmiş istasyonda gelenden gidenden para kazanıp topluluğa katkı sağlamaya çalışıyoruz. Kendi yiyeceğimizi sağlıyoruz çok şükür ama geri kalan ihtiyaçlarda hala dışa bağımlıyız.”

“Vay be” dedi Row, “şirketlerin elinde olmayan bir komün istasyonu oluşturmuşsunuz! Peki sen bizimleysen, neden Kara Hilal’e bunu anlatmadın?”

“Buradaki insanları korumak için.” dedi Liliac, hüzünlü bir sesle. “Eğer sizinle işbirliği yapsaydım, Universum buradaki herkesi öldürüp, istasyonu yıkardı veya Mira’nın etafındaki o köpekler bizi ortadan kaldırırlardı. En azından şu halimizde bize karışmıyorlar, çünkü onlar için değersiz kişileriz.” Liliac Maeve’e ve Row’a baktı, onları süzdü. “Peki bu canavarı bulabildiniz mi?” diye sordu merakla, Maeve “Hayır, muhtemelen buradan kaçtı, zira hiçbir şekilde kendisinden burada olduğuna dair başka bir iz yok.” diye cevapladı. Liliac rahatlamıştı, en azından böyle bir canavarın istasyonundan gitmiş olması onun için iyi bir haberdi. Kendisine bir kadeh şarap koydu ve yüzünde rahatlamış bir ifade ile “Peki onun nereye gittiğine dair bir bilginiz veya fikriniz var mı?” diye sordu ikiliye.

Maeve bir anda gerçeklikten kopmuştu. Liliac her ne yaptıysa, kendi içinde bir şey tetiklenmişti sanki. Bir rüyanın içerisinde gibiydi, ancak bir yandan bunun bir rüya olmadığını da seziyordu. Gördükleri, duydukları, hissettikleri bambaşkaydı sanki, bu zamandan çok daha fazlasına aitti:

[UYARI: Anı/Görü/Rüya Arızası]

Gelmişlerdi. Engellemeye çalıştığı insanlar, en sonunda bu istasyona kadar ulaşmışlardı. İçeride savunma için yaptıkları hiçbir şey fayda etmiyordu, her taraftan geliyorlar ve hiç kimseye acımadan, önlerine geleni öldürüyorlardı. Kalan bütün insanları kurtarmanın bir yolu olduğuna karar vermişti Maeve, onu kullanacaktı.

Askerleri eskiden Haldrissa’nın Barı’nın olduğu yerde kurdukları cephaneye doğru çekiyordu şimdi. Her nasılsa, hepsini oraya toplamayı başarmışlardı. Maeve, yanındaki dostlarına son defa baktı ve “Siz gidin, onların istediği benim.” dedi. Bunun üzerine dostları tuvaletin arkasındaki bir gizli kapıdan kaçıvermişlerdi. Maeve hepsinin kaçtığından emin olduktan sonra odaklandı. İçinde yanıp tutuşan canavara odaklandı, onu serbest bıraktı ve…

“Maeve, Maeve! Uyan! Maeve!”

Liliac ve Row’un onu uyandırmaya çalıştığını gördü. Hızlı hızlı nefes alıp veriyordu sadece, bir şey diyemedi ikisine de. Etrafına baktığında, oturduğu sandalyeden düşmüş olduğunu gördü. Yavaşça Row’a tutunarak ayağa kalktı ve masaya tutunarak bir süre durdu. Üçü de hiçbir şey diyememişti. Maeve toparlandı ve “Üzgünüm” dedi sadece.

“Her şey için teşekkür ederiz.” dedi Row, artık gitme zamanları gelmişti.

İstasyondan ayrıldıklarında Row, Maeve’e “Bebeğim, iyi misin? Ne olduğunu anlatabilir misin?” diye sordu, endişelenmişti. Maeve ona baktı, sarıldı ve ağlamaya başladı. “Bilmiyorum, ne olduğunu hiç bilmiyorum.” dedi ağlayarak, “Sadece garip bir rüyanın etkisindeydim. Galiba beynimde bir sorun var Row.”

Row onu sakinleştirmeye çalıştı. “Sorun yok Maeve,” dedi yanağından öpüp, “bu her neyse, çözümünü bulacağız.”

Yazıyı beğendiniz mi?

Ortalama puan 4 / 5. Oylama sayısı: 4

Bunu oylayan ilk kişi olun

RSS
Follow by Email
Twitter
Visit Us
Follow Me
YouTube
YouTube
Instagram

Cevap Yaz

Oturum aç:

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir