Altıncı Bölüm: Özgürlük (Kısım 2)
[UYARI: Bu bölümden itibaren bütün kayıt, üçüncü kişi bakış açısından deneyimleyene aktarılacaktır. Deneyimleyenin kayıtta anlatılan hikayeyi en iyi şekilde anlaması için bakış açısını dikkate alması tavsiye edilir.]“Düşüş… Beklenmedik bir anda gelen düşüş kadar kötüsü yoktur. Tam hayatını her türlü kurtardığını, kendini yükselttiğini düşünüp dinlendiğin o anda gelir düşüş ve başladı mı hiç durmaz. En dibi gördüğünü, artık daha fazla düşemeyeceğini düşünmen hatadır, çünkü düşüş hiçbir zaman bitmez. Düşüşte biten tek şey sen olursun.”
Arayışlarının bu ilk durağı, onları ilginç bir durumda bırakmıştı. Row o yemek masasında Maeve’e ne olduğunu anlayamamıştı, Maeve’in ise orada gördüğü ve hissettiği şeylerin ne olduğuna dair bir fikri yoktu bile. Her ne olduysa, Haldrissa’nın barında aradıkları klon ona yaklaşmış, onun karşısında durmuş, ancak onun kendisini göremediğini anlayınca gitmişti. Hayır, bu normal bir gitme değildi, bildiğin ışınlanmıştı. Peki, muhtemelen Mira’nın aradığı o klonla kendisinin ne ilgisi vardı da, onun yanına kadar gelmişti? Ya da kendisinin görüp hissettiği bu şeyleri neden diğer kişiler göremiyordu? Her ne oluyorsa, bu durumda kendisinin düşündüğünden daha önemli bir yerinin olduğunu hissediyordu.
Bu düşüncelerle daldığı uykusunda, bir rüya daha gördü. Bu rüya, kendisi gibi gelecek olanların ilkiydi ve onlar gibi geçmişten (?) mesaj taşıyordu Maeve için:
[UYARI: Anı/Görü/Rüya Arızasına Müdahale Programı başlatılıyor… %10 tamamlandı…]Çocuktu tekrardan. Köy evindeki çatı katında, saman yatağındaydı. Yattığı yerden doğrulup doğan güneşe baktı. Mavi-yeşil gökyüzü, yeni yeni aydınlanıyor, sessizlikle birlikte muhteşem bir huzur veriyordu. “Yine burada olmak güzel.” diye geçirdi içinden Maeve, sonra bir anda “‘Yine’ mi? Ne demek ‘yine’?” diye düşündü. Buraya daha önce de mi gelmişti yani? Öyleyse burasının neresi olduğunu biliyor olması gerekmez miydi?
Ayağa kalkıp dolaşmaya başladı. Ahşaptan yapılmaydı her yer, az önce yattığı yataktan başka bir eşya yoktu odada. Aşağıya doğru merdivenle indi ve yürümeye devam etti. Evde hiç kimse yoktu, ancak hiçbir şey toplanmamıştı. Mutfaktaki ocak bile söndürülmemişti resmen, her şey, evin sahipleri apar topar götürülmüş gibiydi. Mutfağa girdi ve ocağı kapattı. Yemek masasında duran kuru ekmeklerden birini ağzına attı ve çiğnemeye başladı. Ekmeğin geri kalanı elinde, diğer odalarda ne var ne yok bakmaya koyuldu. Salona girdiğinde gördüğü manzara şok ediciydi.
İki kişinin kafaları, ortadaki masanın üzerine konmuştu. Yüzleri, Maeve’e bakacak şekilde yerleştirilmişti. Maeve dehşet dolu bir ifadeyle baktı, korkuyordu.
“Anne? Baba?” ağzından çıkan tek şey oldu. Birden yanına gelen iki siyah gölgeyi gördükten sonra hiçbir şey demeden kapıya doğru kaçmaya çalıştı ve…
[%11.10 tamamlandı…]Bağırarak uyandı. Etrafına bakındı, etraf karanlıktı. Yanında Row’un bedenini hisedebiliyordu. Yavaş bir ritimle yükselip alçalan bedeni, gördüğü o kabustan sonra fazlasıyla huzur vericiydi. Ona dokundu ve huzurunu hissetti. Row’un kalıplı, sert bedenindeki yumuşaklığı hissedebiliyordu elini omzundan boynuna doğru indirdiğinde. Gözlerinden yavaşça iki damla yaşın aktığını hissetti. Yataktan kalktı ve Row’a baktı. “Umarım bundan kurtulabilirim.” diye düşündü, sonra pencereden görünen bulutsu manzarasına baktı.
Gerçek bir pencere değildi elbette baktığı, öyle bir şey evrendeki bilinen herhangi bir araç için tehlikeliydi. Onun yerine, dışarıyı çeken kameraların gerçek zamanlı olarak yansıttığı bir görüntüydü bu. Morun, mavinin ve siyahın ahenkle dans ettiği bir bulutsunun yanından geçiyorlardı. Elbette aralarında uzun bir mesafe vardı, çünkü bulutsular araçlar için fazlasıyla tehlikeli dalgalar bütünüydüler. Ancak şimdi, bulutsunun mor-mavi ışıkları, Maeve’in çırılçıplak bedenine vuruyor ve onun beynini bütün o kabuslardan ve düşüncelerden uzaklaşıyordu. İç geçirdi.
Kilimma da Silvar’ın onu bulmasından önceki hayatına dair hiçbir hatırası yoktu neredeyse, ancak her nasılsa o rüya o dönemden bir şeydi sanki. Karmaşayla ve mücadeleyle geçen hayatında hiçbir zaman geriye dönüp bir şeyleri hatırlama fırsatı bulamamıştı Maeve, bu yüzden hatıralarından asla şüphe etmemişti. Ancak gördüğü bu rüya, kendisi hakkında uzun süredir farkında olmadan yaşadığı bir gerçeği hatırlatmıştı:
Hafızasının büyük bir kısmı tamamen silinmişti.
Bunun ne zaman olduğuna dair fikri vardı sadece, her ne zaman hafızasını sildilerse, Kilimma da Silvar onu bu hafıza kopmasından sonra yanına almıştı. Mira’nın dedikleri doğruysa, Kilimma da Silvar onu ailesinin öldürülmesinden sonra yanına almıştı. Fakat ustasının yanına kaç yaşında gittiğini çok iyi hatırlıyordu, gördüğü rüyadaki halinden daha büyüktü o zamanlar. Bir de gördüğü rüyada o iki gölge onu yakalıyorlardı, ancak eğer süreç böyle ilerlemişse, muhtemelen o iki gölgeden kaçabilmiş olması lazımdı. Peki onlar neydi? Universum askerleri miydiler? Maeve’in kafasındaki düşünceler ve şüpheler bulutu, ani bir baş ağrısının etkisiyle kesildi. Sanki beynindeki bir yer, bu soruları sormayı bırakması için onu bu şekilde zorluyordu.
Bu düşüncelerden sıyrılmak için manzaraya odaklandı. Her kim olursa olsun, nerede ve nasıl yaşamış olursa olsun, hangi düzeyde veya algıda olursa olsun, şu anda Maeve’in karşısında gördüğü mor-mavi karışımı bulutsu, herkes için eşit derecede etkileyiciydi. Fakat bu o bulutsu için önemli değildi, çünkü o bulutsu bir canlı değildi, en azından onların anlayışına göre canlı değildi, ki canlı olsa da ne kadar güzel göründüğünü asla göremezdi. Onun kendisini görebileceği bir ayna yoktu henüz, belki de hiçbir zaman olmayacaktı. O, farkında olmayarak etrafındakilere, faydalanabilecekleri bir güzelliği sunuyordu ve bu konuda eli fazlasıyla açıktı.
“Ne düşünüyorsun?” Row’un sesiyle arkasını döndü. Bütün hayatı boyunca, hayatta olan tanıdıkları arasında kendisini en çok seven kişiydi o. Ona sarıldı. Sol gözünden bir yaşın yavaş yavaş aşağı doğru aktığını hissetti. Ağlamalı mıydı, bilemiyordu ama kendini de durduramazdı artık. Eğer ağlarsa Row’un kendisini daha az seveceğini düşünüyordu bir yandan, ancak Row onun hafifçe ağlamaya çalıştığını fark edince “Korkma, ben seni her şeyinle seviyorum.” diyerek ona daha sıkı sarıldı.
Maeve rahatladı ve yüksek sesle ağlamaya başladı. O kadar uzun süredir ağlamamıştı, o kadar çok her şeyi içine atmıştı ki, dakikalarca, nefesi kesilene, göz pınarları kuruyana dek ağladı. Bir an için bile olsa özgürdü duygularını evrene aktarmaya, en azından bu anlığına kendisi olabilirdi. Saklandığı kabuklar, kırık ve silik hafızası ve yaşadığı korkunç hayat, belki de sadece bu anında yok olmuş, bütün bu rollerden ve iğrençliklerden arınıp hiç olmadığı kadar Maeve olmuştu.
“En sonunda kendini açabilmene sevindim Maeve, tanıştığımız ilk günden beri bunu bekliyordum.” Row’un bu sözüyle yavaşça ondan uzaklaştı ve hiçbir şey anlamadan baktı sadece. “Merak etme Maeve, endişelenecek bir şey yok.” dedi Row sakin bir sesle, “Ben bir empatım. Şu an senin duygularını görebiliyorum.”
Maeve empatlar hakkında birkaç şey okumuştu, ancak bunların pek çoğu kurgu, mit veya şehir efsanesi olarak değerlendirilen şeylerdi, gerçekten biriyle karşılaşacağını düşünmemişti daha önce. Okuduklarına göre empatlar, çevrelerindeki canlıların duygularını, renk, koku, tat, his çeşitli duyu organlarının algılayabileceği şekillerde deneyimleyebiliyorlardı. Eğer Row’da da bu durum bu şekildeyse -ki kendisine duyguları görebildiğini söylemişti- ona karşı gerçekten dürüst olması gerekiyordu. Row kendisini tuttu ve yatağa oturttu, sonra da yanına oturup anlatmaya başladı:
“Az önce, bana karşı dürüst olabileceğine dair muhteşem bir adım attın, ben de sana en büyük sırrımı söyledim karşılığında. Evet, her ne kadar hiç kimse tarafından kabul edilmesek de empatlar olarak varız, hem de uzun bir süredir. Bunun farkında olduğum ilk zamanlar çok uzak değil benim için, hatta babamın ölümünü bu şekilde öğrenmiştim. Duygularımız, etrafınızda bir renk cümbüşü gibi dolanıyor, hatta bazen birini görmeden nerede olduğunu bu şekilde anlayabiliyorum.” Maeve ona bakıyordu sadece, şaşkın yüzüne vuran mavi ve mor ışık onu Row’un gözünde daha da güzelleştiriyordu. Row onun saçlarını okşayarak konuşmaya devam etti:
“Seninle ilk tanışmamdan beri içindeki karmaşayı görebiliyorum Maeve, sürekli kendini saklamaya çalışmaktan doğan bir karmaşaydı bu. Şimdi o karmaşanın yerini nasıl güzel bir renk denizi aldı, ah bir görebilsen! Sadece iki şey kafamı kurcalıyor şu anda: Benden korkman ve etrafındaki renk aurasının başının arkasındaki bir noktada garip bir biçimde olmaması. İlki için şunu diyeyim; ben senin yanındayım. Benden korkmana gerek yok.”
Maeve Row’un söylediklerinden bir şey anlamamıştı, ancak bunu o anlığına da olsa çözmek istemiyordu. “Tamam bebeğim, gizemlerimizin geri kalanını sonra çözeriz.” dedi Row’a ve onu öptü. “Şimdi seninle sevişmek ve bütün duygularımı hem göstermek, hem de hissettirmek istiyorum.”
Ertesi sabah Kara Hilal’in hakimiyet alanından çıkmışlardı. Universum-15’te buldukları bazı izleri de kullanarak oluşturdukları yeni haritaya göre ilerliyorlardı. İlginç bir şekilde, şimdi klonun tespit edildiği yerde hiçbir faaliyet veya güvenlik veri tabanında hiçbir kayıt yoktu. Sanki buraya yeni gelmiş ve olabildiğince az görünerek saklanmaya çalışmıştı, en azından sistemlerinin gösterdiği şey buydu. Ne olduğunu merak ettikleri için Auretii gezegen sistemindeki Universum-49 istasyonuna doğru gidiyorlardı şimdi.
Yola devam ederlerken, Maeve Row’a gece gördüğü rüyayı anlattı ve “Sanırım beynimde bir sıkıntı var, bir tür hafıza kaybı.” dedi endişeli bir sesle. Row tekrardan onun aurasındaki kör noktaya baktı. Sanki o kör noktaya baktıkça, o nokta onu daha da çok itiyordu. Orada her ne gizliyse, önemli bir şeydi ve bunu Maeve’in de bilmesi gerekirdi. “Sana baktığımda, özellikle gördüğüm bir kör nokta var Maeve. O noktada hiçbir renk yok, sadece baktıkça seni iten bir kısım orası. Eğer hafızanla ilgili bir sorun varsa, muhtemelen kaynağı orası.” diye açıkladı anladığı her şeyi.
Maeve iyice çökmüştü zihinsel olarak, artık neyin doğru olduğuna dair bir fikri kalmamış gibiydi. Eğer Row’un dediği gibi bir kör nokta varsa, hafızasını kaybetmesine sebep olan şeyin kaynağı da orasıydı. Keşke şu an, oradaki şeyle ilgili daha fazla fikri olabilseydi, ancak bu konularda bilgisi yoktu işte. Row’un da böyle bir konuda bilgili olduğunu düşünmüyordu.
Row konuyu değiştirip Maeve’in düşüncelerini başka yöne çekmek için “Sence Kara Hilal içerisinde neler dönüyor?” diye sordu.
“Ne demek neler dönüyor, açık değil mi her şey?” dedi Maeve, Row’un ne demek istediğini anlayamamıştı. Ona göre neler olduğu gayet açıktı, bir tarafta Mira’nın lideri olduğu ve çoğunlukta olan savaşçılar, diğer tarafta da Amelia’nın -veya Antares’in- lideri olduğu ve azınlıkta olan barışçılar vardı. Şimdi ikisi de barışçı taraf için çalışıyorlar ve klonu arıyorlardı ki savaşçılar klonu ele geçirip onu bir silaha çevirmesin.
“Sence Mira gerçekten kontrolü elinde tutabiliyor mu?” dedi Row, Maeve’in bu konuda bir şeyler bildiğinden şüpheleniyordu. “Hayır.” dedi Maeve, “En azından Amelia’nın anlattıklarına bakılırsa, düşündüğümüz kadar kontrolü yok Mira’nın.” Row onun ne dediğini anlayamamıştı, ancak dediği şey her neyse, Maeve’den dürüst olduğu zamanlar çıkan o huzurlu mor ışıldama çıkıyordu sayesinde. “Amelia ile konuştun mu yani?” dedi şaşkınlıkla, zira Maeve’in konuştuğu kişi, Mira ile birlikte Kara Hilal’i kuran ve barışçıl kanattakilerin lideri olan kişiydi, ancak çok az kişi gerçekten onunla konuşabilmişti. Mira bile, onun eşi olmasına rağmen onunla konuşamıyordu yıllardır.
“Evet, meğer Antares Universum olarak bildiğimiz kişi Amelia’ymış.” Diye söze girdi Maeve, Row’un şaşkınlığına aldırmadan devam etti:
“Gözlerimin önünde görünüşünü nasıl değiştirebildiğini gördüm, inan bana çok ürkütücüydü. Bana Mira ile olan çocuklarının klonunu bulmamı ve kendisini savaşçılardan, özellikle de Mira’dan uzak tutmamı söyleyip çipi kendi elleriyle verdi. O an anladım olayı, böyle bir hareketi yapmasının sebebi Mira ile olan bir ayrılık, bir küslük falan değil bize söylendiği gibi. Evrenler boyunca birbirini sevmiş bu iki kişi, bu kadar basit bir şekilde küsemez Row, belli ki Mira’ya bir şey yapıyorlar ve bu yüzden Amelia gizlice hareket ediyor.”
Row bunun nedeninin veya sisteminin ne olabileceğini bilmiyordu ama bunun doğruluğunu hissediyordu resmen. Maeve haklıydı, Kara Hilal içerisinde dürüst olmayan bir şeyler vardı ve bu şeyler liderleri Mira’nın etrafını çevrelemişti. Eğer durum Maeve’in dediği gibiyse, gidebilecekleri yerler gerçekten de sınırlıydı.
Barışçıl Kara Hilal üyelerinin pek çoğu, Universum ve altındaki şirketlerin hükmündeki gezegenlerde ve istasyonlarda gizlice yaşamaktaydılar. Bazıları, tıpkı Row ve arkadaşları gibi daha görünürlerken, bazıları ise daha gizli yaşamayı tercih ediyorlardı. Düşünülenin aksine, bağları güçlü bir örgüt değildi bu insanlar, hatta pek çoğu on kişiden fazlasını tanımazdı. Row Amelia tarafından hem Kara Hilal’in savaşçı tarafını izlesin, hem de barışçıl tarafı bir arada tutsun diye görevlendirilmişti, bu yüzden bütün örgütü bilen tek kişiydi.
Row, Maeve’in neyi amaçladığını az buçuk anlamıştı sanki. Maeve sadece klonu bulmayacaktı, aynı zamanda Mira’yı ve Kara Hilal’i de bu tehlikeden kurtaracaktı. Bunu nasıl yapacağına dair bir fikri yoktu Row’un, ancak Maeve’in planı her neyse, onu da içeriyordu. Elbette bu planın tamamını ona anlatmayacaktı, o da sormaması gerektiğini biliyordu zaten. Kara Hilal ona planın tamamını görmenin planı uygulamada büyük bir sıkıntı yaratabileceğini öğretmişti, bu yüzden sorgulamak yerine Maeve ile hareket etmeyi daha uygun buluyordu.
Droplet ile yavaşça Universum-49’un köşesindeki hangarlardan birine indiler. Arayışlarına başlayacakları yer bu sefer diğeri kadar belirli değildi, sanki bu sefer klon onları şaşırtmak için dolanıyormuş gibiydi. İşe de yarıyor gibiydi, zira göstergeleri klonu bulmada zorlanıyordu. “İş başa düştü.” diye yerinden kalktı Maeve, “Umarım önceki gibi onu hissedebilirim.”
[UYARI: Hikaye İçi Müdahale: Anlatıcı/Anı Sahibi Tarafından Yaşanmamış Olayların Araya Girmesi. Deneyimleyenin bu hususa dikkat etmesi önemle rica olunur.]“Ne demek Bilinç Biçerdöveri’ni yok etmeyi başardılar? Onlara nasıl izin verebildin Antares?” Megali Universum Jr sinirden çıldırmıştı. Antares yüzündeki ifadeyi olabildiğince bozmadan, neler olduğunu açıkladı. “Zorla aldılar benden, onlara engel olamadım abi, gücüm yetmedi!” dedi gözlerinden akan yaşlarla.
“Neler olacağını biliyorsun Antares, ancak şimdilik bir şey yapmak istemiyorum. Bir süre hiçbir yere gitme, burada, gözümün önünde ol.” dedi Megali, siniri biraz geçmiş gibiydi, ancak tam olarak sakinleşmemişti. Antares salondan çıkıp korumaları eşliğinde odasına doğru ilerlemeye başladı. “Henüz değil Amelia, henüz değil.” dedi içinden, “Hala kurtuluşa çok var.”
Megali, Antares’in salondan çıkmasıyla birlikte tekrardan o beyaz boşluğun içinde buldu kendini. Karşısında yine o adam vardı. Yıllardır her Universum erkeğinin gördüğü adamdı o. Rivayet odur ki, ilk şirketlerin oluştuğu devirlerde büyük büyük büyük dedesi Maxwell Universum’la çalışmaya başlayan bu adam, onun başında olduğu Universum Şirketi’ni büyütmesini sağlamış, sonra da onunla şirketin başına geçen her erkeğin yapacağı o malum anlaşmayı yaparak aileyi tamamen kendine bağlamıştı. Bugün Universum Holding diye bir şey varsa, o adam sayesindeydi. Babası, dedesi, büyük dedesi bile onun ismini söylemeye korkardı, ancak şimdi onun kim olduğunu resmen hissedebiliyordu.
O, bu evrende şeytandı.
“Düşüncelerin küçük düşürücü Megali, benim öyle şeytanla falan alakam yoktur.” dedi adam. Megali şaşırmıştı, bu adam onun düşüncelerini-
“Evet. Burada düşündüğün her şeyi görebiliyorum, çünkü aklımın içindesin Megali. Gördüğüm kadarıyla Antares Bilinç Biçerdöveri’ni koruyamamış, yazık oldu.” Adam bunu sanki bir iğnesi kaybolmuş gibi söylemişti, evrenin en tehlikeli silahı onun için bu kadar mıydı yani?
“Ben birçok evren gördüm çocuk, burası benim için hiçbir şey. Seninle konuşmamın sebebi, anlaşmama uyman. Sakın kendini bundan fazlası olarak düşünme.”
Adam onun karşısına kadar yürüdü, elini onun omzuna koydu, birkaç kez dostça o eliyle Megali’nin omzuna vurdu. “Sen kardeşine mukayyet ol, şu sıralar tehlikeli durumlara sık girmeye başladı.” dedi ve arkasını dönerek yavaş yavaş yürümeye başladı. Tam Megali’yi oradan kovmaya hazırlanıyordu ki, durdu ve “İsmim Moslee bu arada. Tanıştığımıza memnun oldum.” diyerek gözden kayboldu.
İlginizi Çekebilir
Tefrika Öykü: Bu Yangın Hepimizi Yakar - 5.Bö...
Berdan Sarıgöl’den Tefrika Bir Bilimkurgu Nov...
Felsefik Bir Bilim Kurgu Öyküsü: Platopolis
Berdan Sarıgöl’den Saga’nın İkinci Kitabı – U...
90’lar Estetiğinde Bir Polisiye Senaryo: Gece...
S.Volkan Gün'den Karanlık Bir Fantastik Macer...
Hayatını bir şeyler anlatmakla geçiren, utangaç bir insanım sadece. Müzik, resim, öykü, ne gerekirse onunla anlatırım. Beni The Writer olarak da bulmanız mümkündür.