Son zamanlarda işsizlerin, yolsuzların, çulsuzların, hastaların, sahipsizler ve kimsesizlerin, loto oynayanların, piyango bileti alanların, kısmet arayanların, sınava gireceklerin, kolay doğum yapmak isteyen hamilelerin, tuttuğu takımın şampiyon olmasını arzu edenlerin, kellerin, ev ve araba sahibi olmak isteyenlerin, evde kalmış kızların, evliliği kötü gidenlerin, yola çıkanların, iflas edenlerin, çocuğu olmayanların ve ümidini kaybedenlerin uğrak yeri haline gelen Hazreti Kerim Türbesi, hikâyesiyle merak konusu oldu. İçinde yatan mübarek zatın kim olduğu hakkında çeşitli menkıbevi ve abartılı hikâyeler dolaşmaya başladı.
Asıl adı Kerim Hazret olan bu büyük zat, Nalıncı Baba olarak bilinen Bergamalı Muhammed Mimi Efendi’nin soyundan gelmekte, ancak keramet bakımından ondan daha üstün sayılmaktadır. Sebebine gelince: Kerim Hazret ölümünden kısa süre önce bir dost meclisinde kendisine kimsesinin olmadığını hatırlatan ve “Bir tek akraban yok, ölsen cenazeni kim kaldıracak?” diyen arkadaşına “Belediye başkanının işi ne?” diye cevap verir, vefatından sonra morgda cenazelerin karışmasıyla bir adam onu babası diye defneder ve bu adam üç yıl sonra belediye başkanı olur. Bu yüzdendir ki Kerim Hazret, gaybdan haber edip adamın belediye başkanı olacağını bildiğinden Nalıncı Babadan daha büyük bir ermiş olarak kabul edilir.
Kerim Hazret’in Nalıncı Babayla yaşam öyküsündeki paralellikler bu kadarla sınırlı değildir. Bunu anlamak için öncelikle Nalıncı Babanın “PADİŞAHIN İŞİ NE?” adlı o çok bilinen kıssasını hatırlamak gerekir:
PADİŞAHIN İŞİ NE?
Uykudayken, uyanıkken ya da yakaza halindeyken şahit olduğu haller ve aldığı ilhamlarla sürekli müjdelere mazhar olduğunu Kitabül Menamat’tan öğrendiğimiz cennetmekân Sultan Üçüncü Murat Han, bir gün rüyasında tanımadığı bir âdemoğlunun “Cenaze namazımı Fatih Camiinde kıldır ve beni evimde toprağa ver. Sonra da üzerime bir türbe, yanına da bir çeşme yaptır,” dediğini görür. Sultan Murat, sıradan bir kulun böyle emrivaki konuşmasına hiddetleneceği sırada uyanır ve bunun rüya olduğunu anlar. Ama rüya da olsa siniri hemen yatışmaz. Zaten canı sıkkındır. Müneccimler ileride çıkacak büyük bir fitnenin haberini vermiştir ve bu haber üzerine o da küffarın kahredilmesi maksadıyla hazinede mal ve para biriktirmeye başlamıştır.
Kuşhanede hazır edilen ve soğanlı mutancana, tavuk kalyesi, mantı, petek bal, kaymak, Boşnak böreği, obruk peyniri, akıtma, pastırmalı börek ve gül şerbetinden oluşan kahvaltısını yaptıktan sonra biraz olsun yatışan sultan, rüyanın hikmetini düşünmeye başlar. Rüyasında Unkapanı civarlarında gördüğü bu adam da kimdir? Padişah efendimiz, “Keşke şeyhim hayatta olsaydı,” diye düşünüp derin bir iç geçirir ve intisap ettiği Şeyh Şüca’nın ölümüne üzülür. Ancak bunun Allah’ın hükmüne karşı gelmek olacağı aklına düşünce hemen tövbe eder. Şeyh Şüca, sultanın rüyalarını defalarca isabetli şekilde yorumlamıştır. Zaten tanışmalarına da bir rüya vesile olmuştur:
Sultan Üçüncü Murad, henüz Manisa’da şehzadeyken civarda bulunan âlim, piri fani ve şeyhlerden, gördüğü garip bir rüyanın tabirini ister. Ancak hiçbir yorum sultanı memnun etmez. Tam ümitler kesilmek üzeredir ki Şabani tarikatına mensup bir kadının, şehirde münzevi gibi yaşayan Şüca Dede’ye, sultanın rüyasını kendi rüyasıymış gibi anlatmasıyla işler değişir. Ancak Şeyh Şüca bunu yutacak adam değildir, kadına “Bre hatun yalan konuşma, elin rüyasıyla amel olunmaz. Bu rüya senin değil; olsa olsa şehzade hazretlerinindir!” dedikten sonra rüyayı tabir edip şehzadenin tahta geçeceğini müjdeler. Nitekim bu müjde çok geçmeden gerçekleşir. Cennet mekân Sultan İkinci Selim Han, et sucuğunu fazla kaçırıp da kalp sektesinden Hak huzuruna yürüdükten sonra Sultan Üçüncü Murat tahta çıkar, hemen ardından beş kardeşini boğdurtarak oluşabilecek fitnenin önüne geçer. Cülusunda sonra da cezbesine kapıldığı Şeyh Şüca’yı saraya davet eder. Şeyh Şüca da hünkâr şeyhi olarak sarayda kendine iyi bir yer edinir. İş takibi dolayısıyla aldığı hediyeler sayesinde kısa sürede helalinden büyük servet topladığı söylenir.
Kahvaltıdan sonra destur isteyip huzura çıkan Veziri Azam Siyavuş Paşa, sultanın halini beğenmeyip de “Hayır olsun sultanım, sizi müsterih eden bir şey mi var?” diye sorunca padişah rüyasını anlatır. Vezir “Haşmetlüm gece üzerinizi örttünüz değil mi?” diye sorar. Evet cevabını alınca da rüyayı yorumlayarak Allah’ın kahhar sıfatının doğrultusunda padişahın düşmanlarını kahreyleyeceğini söyler. Padişahın omuzları kabarsa da başka hikmetler arar bu düşte. Sonunda veziri de yanına alarak tebdili kıyafet edip iki molla kılığında Unkapanı’na doğru yola düşer. Beyazıt, Vefa, Zeyrek derken Unkapanı’nda soluklanırlar. Yorgun ve meraklı gözlerle etraflarına bakarlarken yerde yatan bir ceset görürler. Ama ortada bir gariplik vardır. Sanki yerdeki bir ceset değil de taş ya da odun parçasıdır. Çünkü ahali ortada sıra dışı bir şey yokmuş gibi ya cesedin üzerinden atlamakta ya da etrafından dolanmaktadır. Sonunda padişah dayanamayıp mevtanın başına gider ve davudi sesiyle sorar: “Bre ağalar kimdir bu garip?”
Ancak ahalinin verdiği cevaplar pek hoş değildir. Padişah efendimiz adamın Azaplar Çarşısında usta işi çok güzel nalınlar yaptığını, ancak şaraba ve aşüftelere zaafı olduğunu, kazandığını karıya, kıza, içkiye ve işret meclislerine harcadığını, camiye yolu düşmeyen bir teres olduğunu öğrenir.
Padişah duydukları karşısında şaşırıp hiddetlense de kimsenin el atmak istemediği cenazenin yerde kalmasına da gönlü razı gelmez. “Hünkârım siz kaygısız olun, ben birazdan iki yeniçeri gönderirim. Onlar cenazeyi yerde bırakmazlar, alıp denize atarlar, merak eylemeyin,” diyen vezirin sözlerini duymazlıktan gelir ve ölüyü sırtlamaya çalışır. Çaresiz vezir de ona katılır. Ama vezirin aklı da sarayda dönen ayak oyunlarındadır, içinden “Birimiz sultan birimiz veziri azam. Şu yaptığımız işe bak, saraydan biri görüp tanısa rezil oluruz,” diye söylenirken Fatih Camiine varırlar. Orada ölüyü yıkarlar. Aklanıp paklanan ölünün yüzünde sanki bir nur parıltısı belirir ve dudaklarında bir tebessüm peyda olmuş gibidir. Adam bu haliyle bir ayyaş değil de nur yüzlü bir piri anımsatır. Padişah işte o an bu yüzü tanır; meçhul nalıncı, rüyasındaki kişidir. Padişah büyük bir heyecan ve telaşla vezire “Bu adamın eşi dostu, akrabası olmalı. Ben bir bakıp geleyim, sen de kefenleme işini hallet,” deyip ölüyü buldukları yere koşar ve sorup soruşturduktan sonra adamın evini bulur. Kapıyı yaşlı bir kadın açar. Kadın olayı metanetle dinler. Şaşırmamış gibidir. Gözleri dolan kadın molla kılığındaki padişahı bahçedeki sedire oturtur ve anlatmaya başlar:
“Evladım bizim adam biraz garip biriydi. Akşama kadar elinde keserle nalın yontar, kazandığının pek azını da eve harcardı. Yeter ki bir ayyaş görsün, adamın elindeki şarap testisini neyler eder satın alırdı. Güya bizimkisi adamın şarap içip günaha girmesini engelleyecek! Elin sarhoşu durur mu? Bizimkinin verdiği parayla bir değil iki testi şarap alırdı. Bu fukara da her akşam sevinçle elinde beş on testi şarapla gelir, bunları helaya dökerdi. Ah saf garibim, mahalleli de bunu ayyaş bilirdi. Sonra ücretlerini ödeyip eve aşüfteleri getirirdi. Ne de olsa paranızı ödedim, şimdi benim istediğimi yapacaksınız derdi kadınlara. Ardından bunları benim başıma sarar kendisi giderdi. Ben de kadınlara ilmihal okur menkıbeler anlatırdım. Ama çoğu uyuklayarak zamanın geçmesini bekler, biraz fazla kalsalar ek ücret isterlerdi. Bizim herif de çıkarır verirdi. Çok kavga ettik bu yüzden; paraları ayyaşlara, aşüftelere harcayacağına bana birkaç kat elbise, eve de birkaç okka et al derdim. Ama nafile. Ne bilsin mahalleli, hal böyle olunca bizimkini ahlak yoksunu bir adam sandılar. Ha bir de mahallede hiç namaz kılmazdı işi rast gelesice. Öyle bir imamın arkasında duracaksın ki tekbir aldığında Kâbe’yi göreceksin derdi. Bu sebeple Nişancı’ya, Sofular’a giderdi. Komşular da bunu beynamaz bilirdi. Çok dil döktüm gel etme eyleme konu komşu ne der, yarın bir gün ölsen cenazen yerde kalacak diye!”
Hayretle kadının anlattıklarını dinleyen ve hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını anlayan padişah “Peki o ne derdi?” diye araya girer.
“Güler ve dert etme hatun derdi. Hem boş ver milleti. Bunlar adamı akşam yezit diye öldürürler sabah şehit diye namazını kılarlar. Cenazem yerde kalmaz merak etme, hem padişahın işi ne?”
İşte padişah o an beyninden vurulmuşa döner ve rüyanın hikmetini anlar. Böyle müstesna bir zatın defnini kendisine nasip eden Yaradana şükreder ve Nalıncı Babayı evinin bahçesine gömerek üzerine bir türbe, yanına da bir çeşme yaptırır…
KERİM HAZRET’İN GERÇEK ÖYKÜSÜ:
Aslında her şey, on yedi yıl önce Kalender Şehrinde mezarlık civarında meydana gelen bir toprak kayması neticesinde, tahrip olan bazı mezarların tabiri caizse içindekileri dışarı kusmasıyla başladı. Şehrin köpekleri ortaya saçılan kemiklerle bayram ederken ahalinin tüm dikkatini mezarların birinden çıkan bozulmamış bir ceset çekti. Bu mezar, şehrin başkanının beş yıl önce ölen babasına ait olsa da içinden çıkan ceset ona ait değildi. Yapılan tahkikat neticesinde bu cesedin Kerim Hazret adlı bir şahsa ait olduğu öğrenildi ve bu zatın hakikatte kim olduğu anlaşılınca başkan, babası yerine yanlışlıkla gömdüğü bu adamı tekrar defnetti, mezarının üzerine de türbe yaptırdı.
Kerim Hazret, Nalıncı Baba soyundan gelen son temsilciydi. Onun ölümüyle birlikte bu müstesna soy da noktalanmış oldu. Gittiği meyhanede, saki Veli Babaya her defasında “Ayağında tek nalın salın dilberim salın,” türküsünü çaldırması onun Nalıncı Baba soyundan geldiğinin önemli bir kanıtıydı. O da dedesi gibi hayatta olduğu dönemde sarhoş olarak bilindi. Çünkü neredeyse her akşam meyhanedeydi. Zaten ölümü de bir meyhane çıkışında gerçekleşti.
Meyhanede geçirdiği birkaç saatin sonunda dışarı adımını attığında, asker uğurlama merasimi sırasında atılan serseri bir kurşunun hedefi olarak hayata gözlerini yumdu. Uğurlanan asker önemli bir sanayicinin torunu, silahı havaya doğru ateşlediği hususunda yemin billah eden delikanlı da bir bakanın oğlu olunca silah incelemeye alındı ve namlu aksamında bir bozukluk olduğu sonucuna varıldı. Durum böyle olunca mevcut sapmanın bir üretim hatası olabileceği düşünülerek silah fabrikası inceleme altına alındı ve fabrikadaki makinaların birinde mühendislik hatası tespit edildi. Neticede bakan oğlunun üzerindeki suçlamalar düştü, makinadaki aksaklığı tespit ettiği düşünülen ve buna rağmen gerekli uyarılarda bulunmayan fabrikanın iş güvenliğinden sorumlu uzmanı taksirle adam öldürme suçundan hapse tıkıldı.
O gece meyhanedeki bazılarınca Kerim Hazret’in ölümü ilahi bir cezanın sonucuydu. Çünkü ölümünden biraz önce Ömer Hayyam’ın şirk ve isyan kokan şu iki rubaisini yüksek sesle okumuştu:
İnsan son nefese hazır gerekmiş:
Nasıl ölürse öyle dirilecekmiş.
Biz her an şarap ve sevgiliyleyiz:
Böylece dirilirsek işimiz iş.
Öldürmek de yaşatmak da senin işin;
Bu dünyayı gönlünce düzenleyen sensin.
Ben kötüyüm diyelim, kimde kabahat?
Beni böyle yaratan sen değil misin?
Ancak Kerim Hazret’in bu rubaileri okumasındaki hikmet sonradan ortaya çıktı ve isyankâr olarak anılmayı bilerek seçtiği anlaşıldı. Başına gelecekler önceden kendisine ilham olunan mübarek zat, bu dünyadan göçmeden önce, isyankâr olarak anılma ihtimalini bir köşeye atarak üç beş kişinin hidayetine vesile olmak istedi. Nitekim meyhane çıkışında öldüğünde, bunu ilahi cezaya yoran beş kişi rakıyla şarabı bırakıp tövbe etti ve beş vakit namaza başladı. Ancak bunlardan biri, yıllardır biriken kaza namazlarından gözü korkunca, ramazanda gün boyu aç kalmak fikrine dayanamayınca ve birikmiş parasının kırkta birini zekât olarak fukaraya dağıtma işine katlanamayınca tekrar eski yaşantısına döndü. Karaciğer sirozuna yakalanan Duble Davut isimli bir diğeriyse camiye gidip Allah’ın huzuruna çıkmaktan hicap etti. Çünkü ne zaman hak huzuruna çıkmaya niyetlense aklına o günahkâr ve hasta organı geldi. Bu durum onu çok üzdü ve kafasını oldukça meşgul etti. Sonunda cami cemaatinden dini bütün Müslümanlarla kafasındakileri paylaştı: “Ben içkiyi bırakmasına bıraktım ama bu illetten ötürü karaciğer sirozuna yakalandım. Yani ne yaparsan yapayım bu melunu silinmez bir damga gibi, günahkârlığımın nişanesi olarak taşıyacağım. Bu halimle Allah’ın evine girip onun huzurunda beş vakit kıyam etmem uygun mudur?” Birçok kişi bu durumda bir beis olmadığını ifade ederken Pir Zahit Ali soyundan gelen tarikat ehli bir zat ise Duble Davut’a karaciğer nakli olmasını tavsiye etti. Böylece hem o günahkâr organdan kurtulacak hem de sağlığına kavuşacaktı. Ancak Duble Davut’un karaciğeri, nakil gerektirecek kadar yetmezliğe girmemişti. Böyle olunca bir an önce karaciğeri iflas etsin diye daha çok içmeye başladı. Ancak amacına ulaşmadan bir gece beyin hummasından ölüverdi.
Böylece kimilerine göre Hakkın rahmetine kavuşurken kimilerine göre de cehennem çukurunu boyladı. Duble Davut ölümünden kısa süre önce, kendisi gibi insanlara umut olmak için organ bağışı için başvuruda bulundu. Ancak yapılan otopside adamın işe yarar tek bir organının kalmadığı görüldü: Karaciğeri iflas etmiş, kalbi bir öküzünki kadar büyümüş, akciğerleri içtiği sarma tütünden ötürü kurum bağlamış, böbreklerinin üstünüyse sayısız kistler bağlamıştı. Otopsisinden sonra adli tıp teknisyeni tarafından karnı iyi dikilmeyen Duble Davut musallaya taşındığı sırada, kesitlere ayrılmış karaciğerinden bir parçası yere düştü. Bu parça bir köpek tarafından kapıldı, köpek karaciğeri yedikten sonra iki gün sarhoş gezdi, geceleri yüksek perdeden havladı, merkez caminin duvarına işedikten sonra bir arabanın altında kalıp can verdi. Köpeğin helak olmasının vebalini kimisi Duble Davut’a yüklerken kimisi de işini iyi yapmayan teknisyeni suçladı.
Sonuçta Kerim Hazret, akıbetini yalnız Allah’ın bildiği Duble Davut’tan başka üç kişinin hidayetine vesile oldu. Diğer yandan Kerim Hazret’in meyhaneden bulunuş sebebi elbette ki içki içmek değildi. Neredeyse her akşam aynı meyhaneye gelmesine rağmen onun ağzına bir damla içki koyduğuna ya da sarhoş olduğuna şehadet edecek tek kişi yoktu. Meyhaneden evine taşıdığı şişe şişe rakı ve şarapları tıpkı dedesi Nalıncı Baba gibi tuvalete döküp imha ediyordu. Nitekim evini ziyarete giden arkadaşları, tuvaletin buram buram anason koktuğuna yeminler ediyordu. Bazı arkadaşlarıysa Kerim Hazret’in içkiyle taharet aldığı iddiasındaydılar. Yine Nalıncı Baba gibi Kerim Hazret de kendi mahallesinde beynamaz bilinirdi. Komşularından onu bırakın vakit namazlarında, cumada bile gören olmamıştı. Ancak o arkasında namaz kılınacak imam bulamadığından beşe beş vakit katıp namazlarını evde kılardı. Diğer yandan, Kerim Hazret’in hayat kadınlarıyla temasta olduğuna, onları günahtan alıkoyduğuna ve onlara tebliğde bulunduğuna dair yeterli delil yoktur.
İşte böyle… Kerim Hazret’in yaşam öyküsü de tıpkı Nalıncı Baba’nınki gibi bazı şeylerin göründüğü gibi olmadığının vesikasıdır. O yüzden sadece zahire bakarak hüküm vermek kolaycılıktan başka bir şey değildir. Şimdilerde, Hazreti Kerim denen bu mübarek zat, ebedi istirahatgahında huzurla uyumakta, ziyaretçilerine şefaat ve ihsanından bol bol dağıtmaktadır. Yolunuz Kalender Şehrine düşerse, şehrin türlü güzelliklerinin yanı sıra bu türbeyi de ziyaret etmeyi sakın unutmayın…
-o-
Sayın Ebuzer Kalender’e sitemizdeki bu güzel ilk öyküsü için teşekkür ediyor, kendisine aramıza hoş geldiniz diyoruz.
İlginizi Çekebilir
Berdan Sarıgöl’den Tefrika Bir Bilimkurgu Nov...
S.Volkan Gün’den Karanlık Bir Fantastik Macer...
Kısa Öykü: Hafıza
Berdan Sarıgöl’den Tefrika Bir Bilimkurgu Nov...
Bilim Kurgu Dizi Öykü: Sarius Nava'nın Soğuk ...
Berdan Sarıgöl’den Saga'nın İkinci Kitabı – U...
Kelimelerin gücü adına! Güç bende artık. Çünkü yazabiliyorum: Bazen polisiye, bazen distopya, bazen de kara mizah. Yayınlanmış çalışmalarım var. (öykü, roman) Ayrıca bazı yerel ve ulusal mecralarda da yazmaya çalışıyorum. Nitekim yazmak, bir kere yapıştı yakamıza vesselam…