Bugün hem sinema hem de retrospektif sekmemizde anlatılmaya değer bir yapımı inceleyeceğiz; The King. 2019 Netflix yapımı film, Yüz Yıl Savaşları‘nda, İngiliz egemenliğini en üst noktaya taşıyan V.Henry’nin hikayesine odaklanıyor. Geleneksel spoiler uyarımızı yaparak ve filmin fragmanını izleyerek incelememize başlayalım.
Film, kısa bir süre sonra kralına isyan edecek Henry “Hotspur” Percy’nin, muzaffer olduğu bir İskoç isyan ordusu askerini infazı ile başlıyor. Sahne, Percy’nin güçlü ve biraz gençliğin de etkisi ile acele kararlar alan mizacına gönderme yapsa da, aslında anlatılan konsept, mevcut kral IV.Henry’nin, bir darbe ile iktidarı ele geçirmesinden sonra baş gösteren isyanların yıkıntısı ile geçen hükmü.
Nitekim paranoyaklaşmış kral, Percy’nin, kraliyet sofrasındaki saldırgan tutumundaki resti görüyor ve hem darbede hem de İskoç isyanlarında yanında duran Percy ile savaşa tutuşuyor. Tarihe Shrewsbury Savaşı olarak geçen savaşta, IV.Henry, Percy’yi yenerek hükmünü sağlama almış olmakla birlikte, Shakespeare’in Henriad‘ında, savaş alanında ölen Percy’nin, prens Henry yani bu inceleme konusu kral tarafından öldürüldüğü yazmaktadır.
Film de bizi bu sahneye götürüyor ve bize, alemci Henry’nin, babası tarafından kollanan küçük kardeşi Thomas’ın şanını paramparça ettiği bu teke tek dövüş sekansını izlettiriyor. Bu sahne, bir buçuk saat sonra yaşanacak Agincourt Savaşı‘ndaki zırhlı şövalye dövüşleri için de bir tür el kitabı özelliğini taşıyor.
Zaferi çalınan Thomas, bunu telafi etmek için Galler’deki isyana dönüp, bir de kendini tehlikeli şekilde savaş alanına atınca, öldürülüyor ve babası ile arası çok kötü olan Henry veya bu ismin kısaltması olan adıyla “Hal” veliaht prens oluyor. Filmin bu noktada tarih seven izleyiciyi soğuttuğu bir konseptten de bahsetmek gerekir. Shrewsbury Savaşı ve Henry’nin tahta geçişi arasında yaklaşık on yıllık bir zaman dilimi var ve filmde beş dakikada geçen bu süre, bir film olarak değil ama bir tarihi bir dramada biraz kafa karıştırabiliyor.
Henry, özellikle Shakespeare’in romantizasyonu ile zampara, ayyaş, son derece keskin ve bağımsız bir karakter olarak resmedilse ve Timothee Chalamet de filmin farklı sekanslarında, kralın farklı psikolojilerini çok başarılı bir şekilde yansıtsa da, aslında gerçek hayattaki Henry’nin eğlenceye düşkün olmakla birlikte, babasının huzurunda ölümünü bekleyen, bir başka deyişle, tahtı umursamayan değil tahtı ele geçirmesi gerektiğini bilen bir karakter olduğu anlaşılıyor.
Henry’nin kral olduktan sonraki değişimi, yapımın en yirmi birinci yüzyıl tarafı olarak göze çarpıyor. Gerçek hayatta da alemciden dindar bir krala dönüşen Henry’nin, krallığın sorumluluğu ile olgunlaşması doğal. Ancak Henry’nin Fransa’ya neden saldırdığı konusundaki film yorumunun biraz modern çağ humanizmi ile bezendiği de bir gerçek. Burada kilit aktör -hem karakter hem film aktörü anlamında- Joel Edgerton‘un canlandırdığı Sir John Falstaff.
Shakespeare‘nin kurgusal karakteri Falstaff, eski bir asker ve şanlı bir geçmişe sahip olsa da alt sınıftan hırsız bir ayyaş ve bunun sebebi de filme göre yaşadığı savaş deneyimi. Öldürmenin ve savaşın anlamını sorgulayan karakter, Henry’nin babası nazarında düzene isyanını savaş alanında temsil ediyor. Elbette düzenin de temsilcileri var. General Dorset ve Canterbury Başpsikoposu gibi. Her iki karakter de biraz karikatürizeler. Dorset, Falstaff’ın dehasını kıskanan, buna mukabil askeri anlamında tedbiri önemseyen samimi endişesi ile bir yere kadar yerine otursa da, başpsikopos klasik ortaçağ kötü din adamı olarak kendine yer buluyor yapımda.
Bu konu her ne kadar filmin kadrajına çok karikatürize girse de, aynı anda retrospektif bir yazı olduğu için değinilmeyi hak ediyor. Ortaçağ Avrupa’sı, hele ki İngiltere’si kesin bir üçlü yönetime dayanıyordu. Kral, aristokrasi ve kilise. Kilise’nin 21.yüzyılda, ortaçağ karanlığının sorumlusu olması bir yere kadar doğru olsa da, ne orta çağ -hele film konusu olayların geçtiği yüksek orta çağ- o kadar karanlıktı, ne de kilise sadece para basan bir yasak makinasıydı. Kilise, Roma İmparatorluğu’nun ve dolayısıyla birleşmiş Hristiyan Avrupa’nın varisi olarak bugünkü anlamda uluslararası bir meşruiyet sağlayıcısından, bugünün Amerikan Senatosu’na kadar, benzetme yapılabilecek bir süper ekonomik/siyasi organdı. Bu gücü de, başpsikoposun deyimiyle “Ben duyulacağım.” sonucunu getiriyordu. Belki Northumberland’ın belirttiği gibi bu duyulma, “O gün” yani salt profesyonel askerlik biliminin geçerli olduğu o anlar için değildi. Ancak kutsadığı -yani onay verdiği- ve önemli ölçüde finanse ettiği bu seferde sözünün olmaması gibi bir durum da söz konusu olamazdı.
Belki o gün, kilisenin gücü kimsenin tek başına elde edememesi dolayısıyla hakların ayrıldığı öncül demokratik sürece katkısı düşünülmüyordu ancak realite buydu. Kaldı ki kilisenin net olarak fikrini belirtip izleyiciyi güldürdüğü Harfleur Kalesini arkada bırakarak devam etmesi fikri, -ki askeri anlamda gerçekten anlamlı bir karar değildi.- arka plan bilinmeden anlaşılamaz. Filmde etkileyici bir görsellikle üç dev trebuchet’in ateşli güllelerle dövdüğü kale kuşatması aslında dizanteri sebebiyle İngiliz ordusunun üçte birinin ölümüyle sonuçlanmıştı. O kadar ki dizanteri V.Henry’nin de beş yıl kadar sonra ölümüne yol açacak ama ironik olarak Agincourt Savaşı zaferini de efsanevi kılacaktır.
Bu savaşa geçmeden önce inovatif karakterler ve dengeli karakterlerin dışındaki gri ama koyu gri ve çok zeki -zekice tasarlanmış karakter- Northumberland’a geçelim. Yapıma göre Henry’nin babası ile olan ilişkisini doğru anlayan bu vezir, boşluğu son derece akıllıca doldurarak kendi ajandasını krala dayatıyor ve sonunda da bunu anlayan kralın gazabına uğruyor. Rakiplerini eleyiş şekilden, Fransa işgaline kadar mega bir proje bu ve psikolojik olarak da oturuyor. Ancak…
Ancak, İngiltere’nin Fransa’yı işgalinin; Yüz Yıl Savaşları’nın, yetmişinci yılında oynanan bir perdesi olduğunu, Henry’nin azılı bazı suçlularla Londra’yı yağmalayabilecek güçlü bir karakter olduğunu ve İngiltere ile Fransa’nın, 1066’daki Normanların İngiltere’yi istilasından, İngilizlerin monarşi kurallarına göre Fransız Kralı’nın meşru olmadığına dair savlarını destekleyen çok katmanlı bir yapısı olduğunu unutmamak gerekir. Bugün bakıldığında İngiltere ve Fransa iki farklı toplum ve kültür olabilir ama Ortaçağ‘da İngiltere ve Fransa, toplumları için aynı sosyo ekonomik hinterlandın parçası ve monarşiler için de ortak bir mülktü. En kısa bir özetle, İngiltere o gün Fransa’yı işgal etmiyor, kendisine göre İngiliz ülkesini İngiliz Kralı hükmünde birleştiriyordu.
Birleştirdi de… 1415’deki Agincourt Savaşı’nda, neredeyse bire üçe dayanan bir askeri personel eksikliğine rağmen, İngiltere Ordusu Fransız Ordusu’nu yenmeyi başardı. Filmde, yağmur ve ortaçağ zırhlarının korkunç bir gerçekçilikle resmedildiği bu sahne, gerçek hayatta, yine filmde önemli rol oynayan ancak çok daha önemli bir unsurla kazanıldı. İngiliz uzun yayı/longbow… Uzun yay, adı üstünde uzundu ve bu menzilin uzaması anlamını taşıyordu. Üstelik Henry, ordusunun yarısını okçuların teşkil ettiği Fransız Ordusu’ndan farklı olarak, ordusunun üçte ikisini bu birliklerden kurmuştu. Ayrıca Fransız arbeletleri zırha karşı daha etkili olsalar da, menzilleri daha kısaydı ve bu, uzun yaylara fazladan bir veya iki tur daha saldırı yapma imkanı sağlıyordu. Ordusunu süvarilere karşı kazıkların arkasına konuşlandıran ve üzerlerine ok yağdıran Henry, gerçekten filmdeki gibi “kim kime dum duma” bir savaşla kargaşaya dönen savaş alnından muzaffer çıktı.
Filmde bu sahnede öldürülen Fransız veliaht prensi Dauphin –Robert Pattinson– gerçek hayatta ölmemiş ve çeşitli cephelerde savaşı sürdürmüştür. Ancak bu savaşlar bütünü -ki Henry Fransa’dan İngiltere’ye dönüp Normandiya’nın fethini bir sonraki seferde tamamlayacaktır.- Henry’nin zaferi ile sonuçlanınca, babası tarafından evlatlıktan reddedilir ve resmi olarak Fransız tahtı İngiliz monarşisinin eline geçer.
Bu efsanevi savaş ve sonrasındaki zaferlerin sonucundaki resmi teslim, tüm Fransızları, aristokratları ve tahtta hak iddia eden güç merkezlerini aynı şekilde etkilemez. Bir on yıl kadar daha İngilizler tarafından örselenen ülke, bir başka efsane tarafından ayağa kaldırılacak ve bir tür dini halk ayaklanması ile Fransız ruhu sahaya askeri zaferlerle dönecektir. Bu efsane, on yedi yaşındaki bir köylü kızı olan ve politik komploya kurban gittikten sonra aziz ilan edilen Jean D’arc‘tır.
Henry, çok karmaşık bir karakterdir. Yer yer şövalyelik ruhu ile kararlar alırken yer yer en yakınlarını bile idam ettirebilmektedir. Agincourt Savaşı’ndan sonra, filme göre mentoru ve ahlaki denge noktası Falstaff’ın ölümü ile tüm esirlerin katline karar vermiştir. Gerçek hayatta ise, sebep iki buçuk milyonluk bir ülkenin ordusunun kendisinin beş katı olan bir başka ülkenin seçkin askerlerini öldürerek askeri direnişi kırmak olduğu anlaşılan bu eylemi Falstaff’a bağlayan film, bu kurgusal karakteri yaratan Shakespeare’in izinden gitmektedir. Shakespeare’in Henriad’ından esinlenen savaş konuşmasının mükemmel yazıldığını ve yine Timothee Chalamet tarafından mükemmel yorumlandığını belirtmemiz gerekiyor. Yine de daha Şekspiryen bir versiyon izlemek isteyenler Kenneth Branagh‘ın 1989 yapımı filmi, Henry V‘e göz atabilirler.
Ortaçağ’ın çok uzun, çok katmanlı ve kesinlikle -en azından Roma’nın dağılmasından sonraki artçı şoklardan sonra- ilkçağı aramayan bir dönem olduğunu belirterek tarihi bir kenara bırakmak ve yapım hakkında son sözlerimizle bir parantez açmak istiyorum. The King, yapımından oyunculukların kadar profesyonel bir iş. Ses dizaynı, ortaçağ insanına bakışı, ışığın ve tarihsel olguların kullanımında son derece başarılı olan yapım, örneğin Henry’nin prensken akşamdan kalma olduğu bir gecenin sabahında odasında gördüklerimiz ve uyduklarımızla eksiksiz bir şekilde izleyiciyi on beşinci yüzyıla götürüyor. Dahası bize benzeyen insanlarla karşılaştırıyor. Bu gerçek bir zanaat başarısı. Biraz politik doğruculuk ve zamanın ruhu, biraz da V.Henry’nin gerçek motivasyonlarının kimse tarafından bilinmemesi kaynaklı bir senaryo açığına sahip. Ancak kitlelerin izlediği bir işe göre bu açıklık, izleyiciyi avlamak noktasına kadar düşmüyor.
Birkaç noktayı ise yönetmen David Michod için ortaya koymak istiyorum. Avustralyalı yönetmenin, gözünü, sese olan duyarlılığını ve savaş alanından sokaklara kadar mükemmel dizayn ettiği evrenini çok beğendiğimi ifade etmeliyim. Ayrıca senaryodan dolayı karanlıkta olan veya politizasyon ile yumuşatılmış konulara, oyuncuların verdiği tepkileri de çok iyi orkestre ettiğini düşünüyorum . Haklarında idam kararı alınan lordlar, kütükte kafası varken lordlar, sonunun geldiğini anlayan bir vezirin önce korkak sonra atak kaçma çabaları ve hepsinin kesin bir şekilde nihayete erişlerindeki gerçekçilik, koca bir savaş sahnesinin gerçekçiliğinin gerisinde kalmıyor. Öyle sanıyoruz ki kendisinin ismini en az iki veya üç kalifiye yapımda daha duyacağız.
Bugünlük bu kadar.
Ülkemizde yangınlarla mücadele eden herkese en güzel dileklerimizle….
Hoşça kalın.
İlginizi Çekebilir
Kendini Pek de Ciddiye Almayan ve Şimdiden Ma...
Futbol ve Siyaset: Arjantin, İngiltere ve Fal...
Zamanın Testine Yenilen İki Büyük Zafer: Tann...
Bilimkurgu Sinemasına Dair Kategorik Bir "En"...
İkinci Bahar 1: Tenet - Christoper Nolan'dan ...
İzleyicimizin Özlediği Kalitede Bir Dökü-Dram...
Merhaba, ben Murat B.Sarı. Eğer sitemizi ilk döneminde takip ettiyseniz beni “Yarıaydın” olarak hatırlayabilirsiniz. Aslında bu rumuz hakkımda oldukça açıklayıcı denilebilir. Yani şu evrendeki bilginin ne kadarına hakim olabilir ki insan? Günümüz dünyasında “T” insan olmak makbul ve ben uzmanlığımın sanata dair herşey hakkında olmasını yeğliyorum. Umarım bunu birlikte başarırız. Yeni maceralarda görüşmek dileğiyle…