Bu cuma sinema salonları, uluslararası çapta bir prodüksiyon olarak uzun zamandır merakla beklenen ve Disney ile yaşanan yayın krizinden sonra beklentileri iyice arttıran Atatürk 1881-1919 filmine ev sahipliği yapmaya başladılar. Kitlelerin 7.Koguştaki Mucize filminden tanıdığı yönetmen Mehmet Ada Öztekin‘in filmine geçmeden önce geleneksel spoiler/sürprizbozan uyarımızı yapalım ve fragmanı izleyelim.
Atatürk’ün hayatına zaten aşina olduğumuz için filmin konusuna dair söyleyebileceğimiz temel şey filmin başlığının gayet açıklayıcı olduğu. Bu noktada, filmi ayrıcalıklı kılacak özelliklerin de prodüksiyon ve Atatürk’ün insan olarak kompozisyonunun öne çıkmasının doğal bir zorunluluk olduğu kendiliğinden ortaya çıkıyor.
Daha basit veya daha doğrusu sığ bir başlık olan prodüksiyon kısmi son derece başarıyla kotarılmış. Dönemin İstanbul‘u, Sofya’sı ve Selanik’i son derece çekici ve güzel resmedilmekle kalmıyor, içindeki karakterleri de, bizim için ismini bildiğimiz kurucu babalardan genç ve idealist ama her şeyden önce insanlar haline getiriyor.
Bu kesişim savaş sahnelerinde de gayet başarılı şekilde resmediliyor. Zaten film Conkbayırı‘ndaki açılışında elleri titrediği için süngüsünü takamayan asker ile uzun zamandır ilk defa tarihi bir yapımda “kahraman ecdadımızı” insan haline getirerek seçimini yapıyor.
Anzak hatlarını yaran Osmanlı birliklerinin Conkbayırı’nda İngiliz donanması tarafından ve Trablusgarp’ta sahildeki İtalyanları durduran Osmanlı/Libya Aşiret birliklerinin İtalyan uçakları tarafından hırpalanmaları hem tarihi açıdan yapımın dersine iyi çalıştığını -yine de Atatürk‘ün Conkbayırı’nda böyle bir şarapnel yaralanması olduğundan emin değilim, kalbindeki tütün tablasına isabet eden yaralanmanın etkisi bu değil- hem de yapımın yine her iki çarpışmada da yaralanan Mustafa Kemal‘in insanileştirilmesi konusunu odağına aldığının bir diğer işareti oluyor. Bir insanın karakterinin ötesinde nasıl inşa olduğu, filmin ana konularından biri.
Aras Bulut İynemli‘nin canlandırdığı Atatürk’ün hayatının bu ilk devresi, babası Ali Rıza Efendi (Mehmet Günsür) ve babasının başına gelen felaket, ailesi, arkadaşları ve idealizmi çerçevesinde ele alınıyor. Henüz Fikriye veya Latife Hanım’lar yok. Bulgaristan’da gerçek mi yoksa bir casusluk harekatının paravanı olup olmadığı tam açık edilmeyen bir ilişki ve çekici Madame Corrine (Esra Bilgiç) ile dönemine göre post modern bir yakınlaşma ima ediliyor sadece.
İşte tam da bu sebepten arkadaşlar ve dolayısıyla siyasi figürler yapımın temel taşlarını oluşturuyor. Jön Türk ve akabindeki İttihat ve Terakki Cemiyeti‘nin gençlerden -Jön Türk adı ile müsemma, Genç Türk demektir.- oluşan ve sonrasında ciddi bir diktatoryaya savrulan macerasını izlemek de seyirci için bu sayede hem özdeşleşilebilir hem de şahit olunan bir set oluşturuyor.
Bu noktada oyunculuklardan bahsetmekte fayda var. Öncelikle Aras Bulut İynemli’nin rolüne ve rolünün ağırlığına çok iyi hazırlandığını ifade ederek başlamak yerinde olacaktır. Hele ki, Atatürk’ün, Yüzbaşı Mustafa Kemal olarak resmedildiği ve onun ruh dünyasına eğilinen bu tür bir yapımda kamuoyu tepkisine neden olabilecek bir temsil ile karikatür bir temsil arasında sıkışabilecek oyuncu, bu durumdan senaryonun da yardımı ile karakterin kendini belli ettiği çıkışlarla kurtuluyor. Filmin -özellikle tasarlandığı ilk şekliyle bir dizi için- olağanüstü etkili final sahnesindeki güçlü adam temsili ve Meşrutiyetin ilanı ile Enver’e (Sarp Akkaya) bir toplantıda son derece sakin ama kararlı karşı çıkışıyla Aras Bulut İynemli gerçekten Mustafa Kemal oluyor.
Yine annesi Zübeyde Hanım (Songül Öden) ve kardeşi Makbule (Sahra Şaş) ile yaşadığı sevimli bir tartışmada da; aksanından, almak zorunda olduğu baba sorumluluğunu doğulu bir tarzda yansıtmasına kadar gerçek bir insan koyuyor izleyicilerin önüne.
Ancak benim şahsi olarak favori bulduğum performans Nuri “Conker”‘i canlandıran ve ilginç bir şekilde adı hiç bir yerde geçmeyen oyuncu oldu. Serkan Ercan olmasından şüphelendiğim oyuncunun, gözlüklü, fazla medeni ve kalem efendisi arkadaş olarak başlayıp; çok zeki, atak, iç görüsü olan ve cesur bir komutana dönüşümünü karton bir şekilde değil son derece doğal şekilde başarması, oyuncu için adı hiçbir yerde kayıtlı olmasa da kayda değer bir olgu.
Ali Fuat Cebesoy, Fethi Okyar, İsmet İnönü, Kazım Karabekir‘i genç subaylar olarak canlandıran oyunculara şu anda değinmiyoruz çünkü kendilerinin asıl rol aldığı kısım, Kurtuluş Savaşı yani ikinci film olacak. Ama Fethi Okyar’ı canlandıran Bertan Aslan’ın bir adım öne çıktığını ifade etmeliyiz.
Günümüze dair birkaç gönderme dışında siyasete çok karışmayan yapım yine 31 Mart Vakası ve özellikle sonundaki idamları açıkça göstererek yine de kendi yapısının ötesinde bir sertliğe de imza atıyor.
Atatürk’ün, Çanakkale öncesine dair çok da bilinmeyen hayatı kısmına dair sekanslar içinde şahsen beni en çok etkileyeni Trablusgarp Savaşı’na dair olanlar oldu. Tüm çatışmayı özetleyen -kıyıda İtalyanlar ve onların deniz topçusu ile uçaklarına karşılık, iç kesimlerde Osmanlılar ve Aşiretler ile onların topçu menzillerinin mücadelesi- çatışma sahnesi bir yana, o dönemde orada bulunan askeri erkanın yapısı da güzel hissettirilmiş. Düşünün ki, bugün Kuzey Suriye’de Milli Savunma Bakanı, Genel Kurmay Başkanı ve bazı kuvvet komutanları askeri ve diplomatik görevlerle bizzat bulunuyorlar. O kuşağın ne kadar genç ve sahasında ne kadar yetkin birer asker olduklarını gösteren bu güzel detaya, Atatürk ile Libya’nın kahramanı Ömer Muhtar‘ın yıldızlı harika bir çöl gecesinde ettikleri fikirlerin diktalardan üstün olduğuna dair sohbet de eklenince, yapımın sadece o iç gıcıklayıcı bohem İstanbul’u değil tüm bir çağı olağanüstü şekilde canlandırdığı bir kere daha ortaya çıkıyor.
Elbette Atatürk filminin atladığı veya çok üstün körü değindiği konular var. Ancak bunların ne kadarı bir dizinin film haline getirilmiş olması ile ilgili, ne kadarının bir seçim sonucu olduğunu bilemiyoruz. Yine de yapımın fikrini ve duruşunu açıkça ortaya koyarken karikatür bir güzellemeye düşmediğini de belirtmek isabetli olacaktır.
Yapımın ikinci filminde daha açık bir şekilde değerlendirebileceğimiz bu olguya dair benim beklentim, nasıl ki Ali Rıza Efendi‘nin Yunan çeteciler tarafından batırılan işinden aklında kalan bir figür olarak yüzü maskeli çeteci, Atatürk’ün iç dünyası ve motivasyonu olarak resmedilmişse, Atatürk’ün siyasi vizyonu ile hayatın getirdikleri arasındaki kesişim ve uyuşmazlıkların hafif de olsa resmedildiği bir ikinci film ile karşılaşacak olmamız.
Bir başka siyasi başlık olarak İttihat ve Terakki diktasının altını çizmek için kullanılan yollardan gazete başlıklarının çok iyi bir çözüm olduğunu da ifade etmek, hem yapımın ideolojik tutarlılığının hem de sinema sanatı içinde gösterdiği parlaklığı takdir etmek için bir zorunluluk kanaatimizce.
Bir başka ve belki kişisel bir noktadan bahsederek incelememizi nihayete erdirelim. Filmin etkileyici açılışı ve çok etkileyici kapanışı, askeri bir ortamı tam olarak yansıtmayı başarmış. Eli titreyen asker, talim yapmayı reddeden asker ve belki kısa süreliğine belki zorunlulukla ama birleşen bir askeri birlik olgusu, askeri bir hayatı sadece ışığıyla, havasıyla değil psikolojik gerçekliği ile de yakalamayı başarıyor.
Atatürk, kolayı seçmeyen, zoru da derinleştirebilen başarılı ve 100.yıla yakışan bir yapım, tavsiye ediyoruz.
İlginizi Çekebilir
Çok Eğlenceli ve Çok Hüzünlü Bir Film: Deadpo...
Sinema Salonlarından Bir Şaheser Geçiyor - Du...
Fantastik Dünyaların Son Ölümsüzü; İskoçyalı....
Türe Dair Bir Ergenlik Vakası: Kendi Ajandası...
Bilimkurgu Sinemasına Dair Kategorik Bir "En"...
Biraz Tarih Biraz Shakespeare Biraz Yirmi Bir...
Merhaba, ben Murat B.Sarı. Eğer sitemizi ilk döneminde takip ettiyseniz beni “Yarıaydın” olarak hatırlayabilirsiniz. Aslında bu rumuz hakkımda oldukça açıklayıcı denilebilir. Yani şu evrendeki bilginin ne kadarına hakim olabilir ki insan? Günümüz dünyasında “T” insan olmak makbul ve ben uzmanlığımın sanata dair herşey hakkında olmasını yeğliyorum. Umarım bunu birlikte başarırız. Yeni maceralarda görüşmek dileğiyle…