Dune… Frank Herbert‘in 1965 yılında yazdığı ve hemen Nebula ile Hugo ödüllerini kazandığı ilk kitap ve takip eden yirmi yıllık süreçte ona eklenen beş tanesi ile bilim kurgu dünyasının en çok satan eseri… O kadar ki bugüne kadar da 1984 tarihli bir film ve 2000 tarihli bir dizinin de kaynağı olan eserin özellikle 1984 versiyonu, zamanının önemli oyuncuları kadar, kült aeteur yönetmen David Lynch‘in de yönetmen koltuğunda oturduğu bir versiyon olarak göze çarpar. Bugün, bir başka “efsane statüsünü” elde etmiş yönetmen Denis Villeneuve tarafından ele alınan yeni versiyonunu yorumlayacağız. Spoiler/sürpriz bozan uyarısı ve fragmanla başlayalım.
Fragmanın sizin için seçtiğimiz bu versiyonu öncüllerinden farklı olarak kitabın kehanet konseptine eğiliyor. Ve gerçekten de materyalin ana fikri bir kehanet ve onun getirdiği bir kurtarıcı. Materyal, temel semavi dinlerin geldiği çöl ortamını olaylar için bir sahne olarak seçerken zamanda bir atlama yaparak da petrolü, baharat adıyla bünyesine katıyor.
Eserin çöl ve özellikle Arap kültüründen yaptığı bu alegori de saklanmış değil. Evreni Padişah İmparator yönetirken, beklenen kişinin sanı da “Lisan-ül Gaip/Bilinmeyen Dil”, seçilmiş kişinin savaşını yürüteceği savaşçı sınıfı olacak Fremen toplumu da bedevi temsilleri. Kaldı ki bu örnekler de sadece seçtiğimiz birkaç örnek.
Buradan hareketle filmin sinopsisine geçelim. On birinci bin yılda ailelerden oluşan bir aristokrat sınıfı ile onların başındaki Padişah İmparator tarafından yönetilen bir evrende, yıldızlararası seyahati mümkün kılan tek element olan baharatın çıktığı Arrakis gezegeni, Padişah İmparator tarafından, tüccar ve acımasız bir aristokrat hanedanı olan Harkonnen’lerden alınıp, aristokrat hanedanların tuttuğu, dengeli ve askeri bir aristokrat ailesi olan Atreides hanedanına verilir. Bununla birlikte Atreides hanesinin de gayet iyi bildiği gerçek odur ki, bu atama sadece Atreides’i, Harkonnen’lere yem edip Padişah İmparator’un rakibi olan hanelerinin yok edilmesi için atılan bir adımdır.
Hanedanın lider Leto Atreides (Oscar Isaac), bilge, anlayışlı ve dengeli bir profil sunarak, reddedemeyeceği bu atamadan sağ çıkmak için gezegenin göçebe yerlileri olan Fremen halkını seferber etmek planıyla hareket ederken, karısı ve evrenin ruhani organizasyonu Bene Gesserit’in kıdemli rahibelerinden Jessica Atreides (Rebecca Ferguson)’in özel yeteneklerini keşfettiği oğlu Paul (Timothee Chalamet) için farklı planları vardır. Leto planlarını gerçekleştirecek zamanı bulamazken, hanenin başına gelen felaket, Paul’u ergen bir prensten, bir efsaneye ve ötesine taşıyacak yolculuğu başlatır.
Dune, bir eser ve materyal olarak ayrı, film olarak ayrı bir değerlendirmeyi hak ediyor. Öncelikle “Kum Tepesi/Kumul” anlamına gelen Dune, -altında büyük bir su rezervi olan bir gezegenin tamamı çöl üst yapısının bir kum tepesi olarak adlandırılması gerçekten iyi bir zanaat-, isim seçiminden, alegorik evrenine, şiirsel metninden, siyasi gerçekçiliğine ve spiritüalist yapısına kadar zengin ve çok yönlü bir eser. Yönetmen Villeneuve’un görkem ile çok iyi yansıttığı bu özelliklerin yanı sıra seçtiği bir başka öğe ise filmin karakterini oluşturuyor; yabancılık…
Özellikle sarı, gri ve siyah renkleri seçen yönetmen bu şekilde mimari ve uzantısı olarak medeniyete dair bir görsel dil benimsemiş. Sade ama son derece görkemli tapınaklar, saraylar, kışlalar, toplu kurban alanları ciddi ve otoriter bir hava ile arz-ı endam ediyorlar. Aslında yönetmenin Arrival, Sicario ve Blade Runner 2049‘da da seçtiği bir kompozisyon bu. Özellikle Blade Runner 2049’da, cyberpunk‘ın neredeyse trademark renkleri fuşya ve mor yerine seçtiği bu kompozisyon, öyle sanıyoruz ki distopik tasavvurlarla, hayal ürünü materyalleri gerçeğe dönüştürmenin yolunu temsil ediyor yönetmen için.
Filmin zanaati için söylenebilecek fazla bir şey yok. Ciddi efektler, ses dizaynı, kostümler, makyaj hepsi profesyonel zanaatin en net örnekleri. Evrenin ve ailelerin tasvirleri materyale uygun ve stilize. Senaryo yabancı bir eseri uzun uzun anlatımlara konu etmeden açıklayacak kadar sade ama bir o kadar da yeterli. Bir Hollywood yapımının, -devasa bütçeli bir Hollywood yapımının!..- tüm imkanlarından yararlanıp, kitleler için klişeler içermeyecek kadar da kendine güvenli bir film. Ve bunun da en meydan okuyan ilanı temposu; Dune görsel bir kitap olacak kadar ağır bir film. İşte bu yüzden de mükemmel bir adaptasyon. Bilim kurgu ve fantastik materyal izleyicisi genç kesimlerin alışkın olduğu tarzı ve hayatın olağan hızını hesaba kattığımızda, devasa bütçesini günler içinde çıkaran ve kara geçen filmin ikincisinin onay almasının ne tür bir başarı olduğunu anlamamız kolaylaşıyor.
Denis Villeneuve ve ekibi hakkında söylediklerimizden oyunculuklara ve dolayısıyla karakterler bazında materyalin psikolojik ve felsefik yapısına geçelim. Timothee Chalamet’in canlandırdığı Paul karakteri ile başlayalım. Paul, bir prens şımarıklığı ve doğal karizmasını, hayat için endişelenecek bir olgunlukla harmanlayan bir karakter olarak, bir liderin tüm özelliklerini gösteriyor. Zaten kitabın ilerleyen bölümlerinde ulaşacağı statü de karakterin bu özelliklerinden hareketini alıyor. Seçilmiş kişinin ruhu aktör tarafından çok iyi kavranmış.
Oscar Isaac’in canlandırdığı Dük Leto Atreides benim en üç boyutlu bulduğum ve etkileyici karakter olurken, oyuncunun vücut diliyle bile başardığı canlandırma mükemmel bir seviyeye ulaşıyor. Leto Atreides, oğlu Paul’e tutkuyla bağlı, aslında bir lider olmayan ve hükmetmek zorunda kalan bir karakter. Asıl isteği ve yeteneği olan pilotluğun ve merhametli bilgeliğinin yaşam mücadelesinin her şeyden üstün olduğu bir çölde işe yaramayacağının da farkında olan karakterin başına gelenler, aklının yetersizliği veya plansızlıktan değil, yapabileceği kötülüğün sınırları olması ve ahlaki kodları olmasından kaynaklanıyor. O kadar ki, durumun çaresizliğini gördüğünde eşi karşısında erkeklik gururunu oğlu için bir tarafa atabilecek kadar fedakar ve tüm statüsünü devrettiği eşinin yüzüne onunla evlenmekle hata yaptığını sakince söyleyerek uykuya dalacak kadar da bilge ve farkında bir karakter. Sahneden çekilirken bile azat olduğunu bilen karakterin yıkımı da sadece oğlu ile ilgili. Ben Oscar Isaac’in bir ödül kovalayabileceğini düşünüyorum bu doğru yorumuyla.
Son derece inançlı ve fanatik bir Bene Gesserit müridi olan hanenin hanımı Jessica Atreides’in karakteri daha çelişkili olmakla birlikte paradoksal olarak daha net. Jessica tutkuyla bağlı olduğu Bene Gesserit inancından veya Dük’ün karısı olma statüsünden bir çıkar ve güç devşirmeye çalışmıyorken, oğlunun seçilmiş kişi olduğuna olan inancı ve bu inançla ona uyguladığı eğitimin ne kadarı seçilmişin annesi olmak hırsı, ne kadarı inancının mucizesine olan hayranlığı kaynaklı kestirmek zor oluyor. Ancak belirttiğimiz netlik Jessica’nın önceliği; yani Paul… Bir dev solucandan yirmi bir kişiyi gözünü kırpmadan kurtaran, ölüm anında bile dik duran Dük’le, baş rahibe karşısında iki büklüm olan ve sürekli korkusunu yenmekten bahseden Jessica’nın dış görünüşleri ne kadar tezat da olsa, Jessica çok daha tehlikeli, motive ve bunun uzantısı olarak da güçlü bir karakter. Zaten bu yüzden de o hayatta kalıyor. Dune, güç ve hayatta kalma konusundaki tavrını böylece koyuyor. Oyuncu Rebecca Ferguson bütün bu öğeleri son derece iyi taşımakla kalmıyor, karanlık ve silahlanmış yönünü vurgulayan gizli ama yoğun bir seksapeli yansıtan ve duygu değişikliklerinin belki bir tık abartı sayılabileceği bir performans sergiliyor.
Yan rollerinde Josh Brolin, Jason Momoa, Stellan Skarsgard, Carlotte Rampling, Javier Bardem ve Dave Bautista gibi farklı yönlerden çok popüler oyuncuların olduğu bir cast, gerçekten filmin sikletinin ne olduğunu hatırlatıyor. Tek tek ve uzun açıklamalara girmeden, uzantıları ile bir göz atalım yan karakterler ve oyuncularına şimdi de.
Josh Brolin‘in canlandırdığı ve hem hanedanın sanat ustası hem de askeri yetenekleri had safhada olan tecrübeli danışman Gurney Halleck, süper asker ve eğitmen olup Jason Momoa tarafından canlandırılan Duncan Idaho ve cyborg özellikleri gösteren, garip bir şekilde sevimli bir bürokrat olan Tufir Hawat (Stephen Mckinley Henderson) iki katmanda görevlerini başarıyla yapıyorlar. Birinci katman yani oyunculuk konusunda bu tanımlamaya eklenecek fazla bir şey yok. Ancak ikinci katman yani kurgu karakterler konusunda bir nokta dikkatleri üzerine çekiyor. Dük Leto’nun asil, planlı ve bilge yönetiminin mimarı öyle görünüyor ki, boğalarla güreşen, atak ve hareketli babası. Ve babası, oğlunun bu “beyaz” yanını ortaya çıkartabilmek için etrafını çok kapasiteli ancak hırssız ve ölümüne sadık bir maiyetle doldurmuş. Zaten, hanenin yıkımını getiren de bu maiyetten bir zayıf halkanın ihaneti. Yoksa, Leto Atreides’in aslında ayakları yere basan planının zafiyeti değil.
Çıkarcı ve korkunç zengin Harkonnen hanesinin stilize tasviri ve sınırları net karakterleri muhtemelen oyunculuk bazında daha kolay görevler ancak alfa ve acımasız -hatta canavar-karakter tüccar Baron Vladimir Harkonnen’i canlandıran Stellan Skarsgard da, onun savaşçı ancak anlaşılan o ki, biraz akıldan yoksun ve vahşi yeğeni Rabban Harkonnen’i canlandıran Dave Bautista da bu sınırlı derinlikteki karakterleri o kadar iyi canlandırıyorlar ki, izleyici bu iki canavarı izlerken gerçekliklerinden dolayı takdir ediyor aktörleri.
Javier Bardem‘in canlandırdığı Fremen lideri Stilgar konusunda bir rezerv koyuyorum. Stilgar, bir bedevi lideri olarak sert, mesafeli, zeki ve alaycı bir üslubu ile başarılı ancak klişe iken, Lawrence Of Arabia‘da Anthony Queen‘in canlandırdığı aynı özellikteki bedevi lideri Asuda Abu Tayi’nin konu ilerledikçe gösterdiği derinliği gösterebilecekmiş gibi de duruyor. Bakalım…
Kadın oyunculardan değişim hakimi -değişimden kasıt gezegenin hanedanlar arasındaki değişimi- ve gizli bir Fremen’i canlandıran Benjamin Clementine tutkulu hatta adanmış ancak biraz fazla dramatik bir performans sergiliyor.
Charlotte Rampling ise bir psikanaliz ekolü anne figürünün tam ve eksiksiz bir temsili olarak perdede büyüyor. Bene Hesserit büyük rahibesi Rahibe Anne Mohiam’ı canlandıran bir dönemin vamp figürü, aristokratik bir tını veren İngilizcesi ve otoritesi ile küçük rolünde çok önemli bir katkı veriyor. Öyle ki, materyalin konseptlerinden olan buyurgan “ses”in kaynağının ne olduğunu izleyiciye anlatmıyor, adeta hissettiriyor. Yeri gelmişken bahse konu sesin, Paul’e uygulandığı sahne o kadar başarılı ki, sese maruz kalan karakterlerin deneyimlediği olguyu bu kadar iyi yansıtan az temsil örneği vardır. Film, daha sonra sese maruz kalanları değil maruz bırakanları bakış açısı olarak seçtiğinde ve her seferinde, maruz kalanın ne deneyimlediğini izleyici hatırlıyor böylece. Yine karakter, oyuncu ve bahse konu konseptle ilgili değil ancak, İmparator’un hassa ordusunu oluşturan ölüm makinası “Sardaukar” birliklerinin toplu kurban töreninde de olağanüstü atmosfer kadar etkili olan Moğol müziğini andıran dilin de çok etkili bir medyum olduğunu belirtebiliriz. Gırtlaktan, metalik ve insanın “tetikte” olmasını gerektiren tüm güdülerini canlandıran o karanlık dil ve tören, tarihin çok savaşçı iki toplumu olan Moğol ve Aztek askeri geleneklerinin net bir alegorik yansıması aynı zamanda.
Son olarak, tüm saganın diğer başat karakteri olan Chani ve onu canlandıran Zendaya‘dan bahsedelim. Rüyalar dışında sadece filmin final sekansında kısa bir süre kendini gösteren karakter/oyuncu, tomboy özellikleri sergilerken, Paul’e olan sempatisini gizli ama belirgin bir şekilde vermeyi başararak ince bir dengeyi tutturuyor.
Bir parantez hatta başlık da filmin “amaca hizmet eden” ve Hans Zimmer imzalı olağanüstü soundtrack albümüne açılmalı diye düşünüyorum. Kastettiğim amaç da, filmin ayracı olduğunu düşündüğüm yabancı ve büyük görkem. O kadar ki, tüm sinematografik mükemmelliği sarmalayarak Kubrickvari bir ambians veriyor yapıma.
Seçilmiş kişinin geldiğini düşünen bir Arrakisli kadının birden bire sinir krizi geçirerek inlemesi ve hemen ardından özür dileyerek durumu mantıklı şekilde anlattığı detay bir sahnesi bile olan filmin finalindeki “to be continued” tercümeli repliği filme yakıştırmadığımı söyleyerek belki tek net eleştiriyi yapabilirim. Ve bir not; helikopter sınıfındaki sinek kanatlı hava araçlarını son derece başarılı bulduğumu da hoş bir detay olarak eklemeliyim. Yönetmen Villeneuve’dan harika bir Alien filmi çıkabileceğine dair şerhimle sözlerimi noktalıyorum. Yeni filmlerde görüşmek dileğiyle,
Hoşça kalın.
İlginizi Çekebilir
Çok Eğlenceli ve Çok Hüzünlü Bir Film: Deadpo...
Görsel Deneyler ve Politik Manifestolar - Tho...
80’lerden Bir Bilimkurgu Klasiği: They Live
Kendini Pek de Ciddiye Almayan ve Şimdiden Ma...
Türk Filmleri Haftası 2 - Cep Herkülü: Naim S...
İnsan Lider, İnsan Kurucu Babalar, İnsan Aske...
Merhaba, ben Murat B.Sarı. Eğer sitemizi ilk döneminde takip ettiyseniz beni “Yarıaydın” olarak hatırlayabilirsiniz. Aslında bu rumuz hakkımda oldukça açıklayıcı denilebilir. Yani şu evrendeki bilginin ne kadarına hakim olabilir ki insan? Günümüz dünyasında “T” insan olmak makbul ve ben uzmanlığımın sanata dair herşey hakkında olmasını yeğliyorum. Umarım bunu birlikte başarırız. Yeni maceralarda görüşmek dileğiyle…