Doğal ve Yapay’ın Buluştuğu Bir Öykü: Yeni Ay

Bunu Paylaşın

“Yirmi ikinci yüzyıla girmemize sadece dört ay kaldı” diye düşündü Orkun “Ve yüz yirmi yaşındaki bu masaj koltuğu hala kuyruk sokumuma bir aparatını sokmaya çalışıyor. Hiç mi kullanıcı geri bildirimi yapılmadı buna bugüne kadar?”

Aslında masaj koltuğundan tek derdi bu değildi, koltuğun boynunu ovarken omurgasını kırmasından veya ensesine çıktığında omurilik soğanını ezmesinden de korkuyordu. Her şeyin ötesinde makinanın bunu yapmak istediğine dair rasyonel olmayan bir his taşıyordu içinde. Sanki gece karanlıkta yatıp ayağı pikesinin dışında kaldığında, ayağını bir şeyin kavrayacağından duyduğu korku gibi bir şeydi bu; saçma, çocukça, hastalıklı… Yine de bir masöre gitmektense bu koltukları tercih ediyordu. Günün yorgunluğunu atmasını sağlayan bu üç dakikadan vazgeçememesini kendine açıklarken yalan da söylüyordu üstelik. “Kadın parmakları erkek kaslarına yeterince geçmiyor.”

“Ya bir robot? Hacip mesela, bana tam otuz altı bin krediye mal oldu, biraz da bana hizmet etmesinde ne sakınca var?”

Pikenin dışından kapılmış bir ayak, kırılmış bir omurga ve ezilmiş bir soğan…

“Süreniz bitti tekrar masaj için bir kredi harcamak ister misiniz?”

Orkun cevap vermeden koltuktan kalktı. Henüz koltuktan uzaklaşmak için adım atmadan da asistanını açıp holografik ara yüzde “Neşem” adlı arama kaydını buldu. “Mesaj”, “Görüntülü” ve “Sesli” seçeneklerinden görüntülüye giden parmağını son anda sesliye yönlendirdi ve Neşe’yi aradı. Altıncı çalışta Neşe telefonu açtı. Biraz tık nefesti.

“Efendim hayatım?”

“Canım, avm’deyim marketten istediğin bir şey var mı?”

“Süt al sadece, çocuğun akşama sütü yok.”

“Tamam canım on, on beş dakikaya gelirim.”

“Tamam aşkım.”

“Görüşürüz”

Orkun çağrıyı sonlandırdığında Neşe’nin kendisine “Görüşürüz” dediğini varsaydı ama açıkçası sinirlenerek karısını dinlemeden kapattığı için, çok da emin olamamıştı. Koltuktan uzaklaşıp yönünü koridorun sonundaki markete çevirdiğinde hala yenemediği bir sinirle “Bütün gün evdesin ve her şeyi en sona bırakıyorsun” sözleri döküldü ağzından.

***

Yemek masasında Orkun’un pek konuşası yoktu. Aslında içten içe Neşe’yi sinir etmek için böyle yapıyordu ama Neşe, altı yaşındaki oğulları Sarp’ı yedirmekle uğraştığı için –ki çocuk kesinlikle yemek yememe konusunda ihtisas sahibiydi- Orkun’un bu pasif saldırısını anlamadı. Esasen aynı şey neredeyse her gece olduğu için Orkun da yine böyle olacağının bilincindeydi ama kendisini tutamıyordu. Fakat kontrolünü tam olarak yitirmiş de değildi. Zaten Neşe ile gireceği herhangi bir tartışma, Neşe’nin, kendisinin Sarp’a bakmak için işten ayrıldığını, ancak Orkun’un bu büyük fedakarlığı bile anlamadığını bağıra çağıra ve yarı ağlamaklı bir halde söylemesiyle son bulacak, sonrasında da bir küsme dönemi gelecekti. Orkun bunu düşününce kendisini de şaşırtacak şekilde gülümsedi “Dişi yakarış” diye düşündü. Neşe’nin bu hali gözünün önüne gelince eğlenmişti. O da bu dram karşısında tepkisiz kalacak ve Neşe’yi daha da çıldırtacaktı. Atalarının zamanındaki gibi vurdumduymaz, sığ ve bununla gurur duyan bir adam: Orkun! Genlerinden kendisine geçen, insan sıfatında bir hayvan olmak düşüncesi ile eğlenirken fark etmeden sesli düşündü. “Ya bizden ne bekliyorlar bu kadar, biz suratı kılla kaplı yaratıklarız sonuçta…”

“Efendim canım?”

“Yok bir şey hayatım.”

“Neden gülüyorsun?”

“Aklıma bir şey geldi de, işten bir olay, erkek geyiği sarmaz seni boşver.”

Neşe aslında alınmıştı. İşle ilgili şeyler, özellikle işle ilgili kendisiyle paylaşılmayan şeyler kendisini kötü hissetmesine sebep oluyor ve Orkun buna hiç dikkat etmiyordu. Elinde olmadan o sırada yemek istemediği bir lokmadan kaçınmaya çalışan Sarp’a bağırdı ve kaşığı ağzına soktu.

“Yaşıtların kendi yemeğini koyup yiyor sen hala elden besleniyorsun. Ye şunu!”

Orkun’un eski erkekliğe dönme takıntısı ya da gizli arzusu diyelim, sadece Neşe ile sınırlı değildi. Eski tarz bir baba olmaya da meraklıydı ve her ne kadar içten içe hasta da olsa, eşine karşı bir yirmi ikinci yüzyıl erkeği olarak saygılı davranırken, çocuğunu tamamen kendisine ait hissettiği için ona karşı daha özgür hissediyordu.

“Neşe! Neşe! Bırak kaşığı, bırak hayatım. Sarp oğlum, al kaşığı, hadi ye oğlum.”

“Ya istemiyorum baba”

“Ama yiyeceksin. Ya da o tabak bitene kadar masada kalacaksın.”

Çocuk ağlamaya başladığında da yerinden kalktı ve onun omzunu sıkarak. “Peki yemek yemeden beni nasıl döveceksin?” diye sordu. Çocuk gülümsemiş ve kaşığı eline alır gibi olmuştu ki, Neşe politik bir başka gülümseme ve göz işareti ile Orkun’u masadan gönderip kaşığı da çocuğun elinden alarak, onu yine kendi yedirmeye başladı.

Orkun önce bunu kendisine yapılmış açık bir saygısızlık saydı. Çocuğu ile arasına bu şekilde girilmesine izin vermemeliydi. Bu düşünceyle, itiraz etmek için bir süre ayakta kaldı. Neden sonra biraz anlayışlı olmaya karar vererek, karısının evde kalma sebebinin tamamen oğulları olduğunu tekrar etti kendisine. Sarp’ın kendi yemeğini kendi yemesi; her ne kadar Neşe tarafından da dile getirilen bir özlem olsa da, aslında Neşe’nin şu andaki sosyal statüsünün temellerinden sarsılması demekti ve Neşe buna hazır değildi. Neşe, çalışmayı Sarp için bırakmıştı ve Sarp kendine yetmeye başladığı anda kendisini işe yaramaz hissedecekti. Orkun bunu düşününce bu sefer karısının omzunu –karısı anlamadıysa da- şöyle bir sıvazladı ve koltuğuna geçti.

Koltuğuna oturduğunda önce duvarda vizyon alanı kurmak için hover projektörü çağırmayı düşünse de sonra bir başka düşünce ona galip geldi. “Peki” dedi kendi kendine “Ya Hacip’i neden aldık?” Sonra aklına Hacip geldi. Hacip ismini ona kendisi koymuştu. Neşe ismi çok eski bulmuştu ama Orkun Hacip’in sultanların mabeyncisi demek olduğunu söyleyerek pis bir sırıtışla kendisini de sultan yerine koyduğunu belli edince, mabeynci ne demek bilmemesine rağmen gönlü olsun diye sesini çıkartmamıştı. Orkun sadece Hacip’i değil kendisini, sultan statüsünü ve bazı başka şeyleri de hatırlamıştı. Bağırdı;

“Hacip gel buraya.”

Hacip geldiğinde onu şöyle bir süzdü. Sapsarı saçları, okka gibi burnu, dolgun dudakları ile kendisine tezat yüzü bir güzel, geniş omuzları ve 1.90’a varan boyu ile vücudu bir başka güzeldi. Yirmi yaşında gibi görünmesi de cabasıydı.

“Buyrun Orkun Bey”

“Gel otur delikanlı”

Hacip gülümsedi “Ben aslında insan standartlarında çocuk sayılırım…”

“… 20 Ekim 2097’de Los Angeles’ta Humanoid AI Corp. tarafından üretildin. Dolayısıyla sadece üç yaşındasın, bununla birlikte yirmi beş yıllık batarya ömrün dolduğunda bile görünümünden bir şey kaybetmeyeceksin, tabi daha önce olağandışı bir şekilde hasar görmezsen. İyi ezberlemiş miyim?”

“Tıpkı bir robot gibi efendim.”

“Sesinden memnun musun?”

“Evet efendim sesimden memnunum.”

Orkun bacak bacak üstüne attı, bir an için artık yemek yememe konusunda iyice azıtan oğlunun çığlığı ile yemek masasına dönse de, olayın hala Neşe’nin kontrolü altında olduğunu anlayınca tekrar dikkatini Hacip’e verdi.

“Sinir bozucu bir sesin var aslında. Serfleri ile burnundan konuşan bir toprak sahibi gibisin. Hani şu silahın önünde bile olsalar karşısındakini küçümseyen ve soğukkanlılığını koruyan tiplerden biri gibi.”

Hacip, kendisi kıpırdamadan ama sentetik ses tellerini ve yapay kaslardan imal edilmiş ağzını kıpırdatarak gerçek bir sesle cevap verdi.

“Bir silah karşısında ben de tepki vermem efendim. Sizi korumak söz konusu ise kendimi feda edebilirim.”

Orkun cevap vermeden önce mırıldandı “Ne demezsin, ne de mutlu oldum ya bu cevabınla…” Ama sesli söyledikleri başkaydı “Maksimum yirmi iki yıl içinde kapanacaksın, ha bir gün önce ha bir gün sonra, senin için fark etmez.”

“Doğru efendim ama bu sizin için de geçerli.”

“Belirsizlik Hacip. Bu, hayatı daha değerli kılıyor.”

“Belirsizlikten kastınız minimum ve maksimum süre konusundaki belirsizlik mi efendim?”

“Evet.”

“Bu benim için de geçerli efendim.”

Orkun Hacip’e baktı. Karşısındaki koltukta oturuyor, kendisiyle açık bir tartışmaya giriyor ancak fiziksel anlamda hiçbir tepki vermiyordu. Bu onu daha da sinirlendirdi.

“Belki de haklısın. Ama şu da var ki benim her günüm aynı geçmiyor. Oysa sen her gün, en azından belirli aralıklarla aynı işleri yapıyorsun.”

“Her gün saat 07.20 ile 07.28 arası evden çıkıyor, 18.44 ile 18.58 arası eve geliyor. Evde yemek yiyor. Projektörü görüntü alanına ayarlayıp on iki farklı programdan birini seyrediyorsunuz. Ortalama on günde bir çiftleşiyorsunuz ve uyuyup bir sonraki döngüyü devam ettiriyorsunuz.”

Orkun kesik bir kahkaha attı “Doğru söylüyorsun. Sen bile benden daha sık çiftleşiyorsundur sanırım.”

Hacip sessizce bakmayı sürdürünce de devam etti. “Evet bu konuda da biraz bilmişlik yap da dinleyelim.”

“Ben organik değilim efendim. Çiftleşme biyolojik olarak türün devamı için gerekli bir eylemdir. Ben bir türe mensup değilim.”

Orkun bu sefer karşısındaki robotun gözlerinin içine bakarak aldı sözü “O kadar basit değil” dedi. “Aşk, sevgi, fedakarlık, beğeni, bazen bencil bir ego hatta partnerini mutlu etmek için ona hizmet etmek de bu biyolojik gerekliliğin yanında görülür. Belki sen haklısındır ve bir maskedir bütün bunlar ama kimse çiftleşirken türün devamını düşünmez.”

“Söylediğim şeyi anladığınızı düşünüyorum. Ancak siz benim yapısal anlamda bilmediğim şeylerden bahsediyorsunuz.”

“Hayatının değerini savunurken ve dolayısıyla benimkinin değerini küçültürken, gayet yapısal anlamda bir şeyler biliyor gibi konuşuyordun ama.”

“Öğrendiklerimle size hizmet vermek istedim efendim ancak görüyorum ki biyolojik olarak bazı gerginlik tepkileri veriyorsunuz. Size hizmet etmek için üretildim. Gerginliğinizi azaltmak için ne yapmamı istersiniz?”

Orkun arkasını yaslandı, gerçekten gergin hissediyordu. “Bana cevap vermeni isterim.”

Ve Hacip yine kıpırdamadan cevapladı onu “Sorun lütfen.”

“Vibratör ne biliyor musun Hacip?”

“Evet efendim.”

“Pekala, bu aleti dişiler kullanır değil mi?”

“İstatistiki olarak…”

Orkun onun sözünü kesti “…Biz dişiler üzerinden gidelim. Erkek partneri olan bir dişi vibratör kullandığında, erkek partnerinin psikolojik olarak ne hissettiği hakkında akıl yürütebilir misin?”

“Hissetmek efendim. Benim için yabancı bir kavram.”

“Ben diyorsun ama.”

“Bu üniteyi tanımlamak için istatistiki olarak birinci şahıs, verilen isim ve üçüncü şahıs kipini kullanmaktan daha yaygın şekilde kullanıldığı için birinci şahıs kullanıyorum efendim. İsterseniz değiştirebilirim.”

Bunun üzerine bir sessizlik oldu. Orkun kafasını sağa sola salladı ve tam ağzını açtığı sırada masadan bir bağırtı geldi.

“Defol git. Yeme de büyüme. Sıpa seni, defol. Git çişini yapıp yatağa gir hemen. Hemen!”

Çocuğun ağlarken ne olduğu belli olmayan sözlerinin eşliğinde Orkun tıslar gibi konuştu.

“Gerek yok Hacip. Gidebilirsin.”

***

Ertesi gün kötü başlamıştı. Orkun’un iki arkadaşı holograflarını açmak istediklerinde sistem, şifrelerini tanımamış ve beş dakika içinde ikisinin de başına ikişer güvenlik gelip eşyalarını toplamalarını ve insan kaynaklarına gitmelerini kendilerine tebliğ etmişlerdi. Bu sırada yanlarından ayrılamayacaklarını da özür dileyerek açıklamışlardı. Bu, şirketin son üç aydaki beşinci işten çıkarım dalgasıydı ve artık çalışanlar işten çıkarılanlara üzülme aşamasını aşmış, bu dalgayı da atlatmanın ferahlaması duygusuna geçmişlerdi. Bu kimsenin suçu değildi. Otomasyon ve robotik beklenenden çok daha geç yaygınlaşmıştı bile. Devletlerin sosyal harcamaları artıyor ama yeni düzene yetişmekte zorlanıyorlardı. Neyse ki tam manasıyla bir yapay zeka teknolojisine geçilememişti. Eğer o da başarılsaydı bu teknoloji, bir asır önce korkulan cyberpunk distopyalarını gerçek kılardı. En azından sosyal olarak bu böyleydi. Orkun bu düşüncelerle açtı konuyu öğlen yemeğinde,

“Ben her akşam masaj koltuğuna oturuyorum. Teknoloji yüz yirmi yaşında neredeyse. Tabi fiziksel bir rahatlama sağlıyor ama ben doğrusu robot falan da sevmem. Yine de o eski teknoloji bana ümit veriyor. Onlar hala duruyorsa biz de hala işe yarayabiliriz diyorum kendi kendime.”

İki arkadaşından daha kısa boylu ve sarı saçlı olanı, yani Engin aynı fikirde değildi. “Kendini kandırma” dedi “Eninde sonunda bizi de postalayacaklar.”

Esmer uzun boylu arkadaşı Sinan vizörünü düzeltip “Bir yıl iş bulamazsan emekli olabiliyorsun” dedi. “Sonuçta devlet de korkuyor. Bu kadar işsizle ne yapacaklar?”

Engin eliyle garson robotu çağırırken ısrarlıydı “Emekli sayısı arttıkça, maaş da düşecektir. Ayrıca ekonomi emirle çalışmaz. Fiyatlar aynı ölçüde düşecek diye bir şey yok. Hem zaten hiçbir şey değişmese bile senin hayat standardın bugünkü gelirine göre şekillenmiş. Emekli olduğunda otomatik olarak standartların düşecek. Basit hesap.”

Robot geldiğinde de ağzını bozdu, “Nerdesin lan hurda, seni mi bekleyeceğiz bir saatlik yemek aramızda?”

Orkun’la Sinan birbirleriyle bakıştılar. Engin karamsarlık derecesinde gerçekçi bir adamdı ama ağzı bozuk ya da agresif sayılmazdı. Son günlerde özellikle bu otomasyon muhabbeti her geçtiğinde daha da sinirli davranıyordu. Robotun tüm bunlardan haberi yoktu, zaten Hacip’in de ima ettiği gibi bir egosu da yoktu.

“Özür dilerim efendim.” dedi “Tüm müşterilerimize en verimli şekilde hizmet vermek için gerekli süre kişi başı yirmi bir dakikadır. Bu süreyi aşmayacağımızdan emin olabilirsiniz.”

“Uzatma” diye cevapladı Engin, siparişini verdi ve diğerleri de siparişini verdikten sonra yaptıklarının tamamen kontrolü altında olduğunu belirtmek için “Yirmi bir dakikadan yiyordu hurda” diyerek güldü.

Orkun ve Sinan da güldüler. Ama aslında gerilmişler ve iştahlarının bir kısmını da kaybetmişlerdi.

Yemekler geldiğinde Sinan ortaya bir fikir attı. “Nemrut Dağı’na gidelim bu hafta sonu” dedi. “Bana sözünüz var. Yaz bitmeden bir hafta sonu kamp yapacaktık. Hem belki yakın zamanda birimiz işten çıkarılır. Tadı kaçar işin.”

Bu sefer bakışma sırası Engin ve Orkun’daydı. Bakışlarında bir hüzün vardı sanki. Sinan bunu fark etti ve güldü. Ağzına koca bir dilim pizzayı sokuştururken sanki onları tahrik etmek ister gibi “Yengeler izin vermez diye mi korkuyorsunuz?” dedi. Beklediği cevap “Yok ya ne alakası var?”, “Niye korkalım?”, “Yok o değil de…” gibi şeylerdi ama sadece sessizlikle karşılaştı. Engin gözlerini yere eğdi ve hızlı hızlı birkaç kez başını salladıktan sonra, “Tamam” dedi. “Sen tüpü ayarla”.

Orkun bu sırada Engin’i seyrediyordu. Bir şeyler çözmeye başlamış gibiydi ama bunu konuşmayacaktı. Bu, karşılığında anlatmayı da gerektiriyordu çünkü. Şöyle bir silkindi ve “Ben de varım” dedi. Sonra üçlü tekrar yemeğe daldılar. Magnetball konuştular, biraz dedikodu yaptılar ve dişe dokunur, anlamlı her türlü konudan özenle kaçınarak yemeklerini bitirip ofise döndüler.

***

Akşam Orkun, tıpkı Hacip’in bahsettiği gibi günlük rutinini takip ederek standart zamanda eve döndü ve yine aynı günlük işlerini yaptıktan sonra yatma saatinde yatağa girdi. Biraz sonra Neşe de yatağa girmişti. Aslında Orkun isteksiz ve uykuluydu ama Neşe yatağa girip pikenin üzerine bacağını attığında gözüne karısının kıvrımlı ayakları, uzun ve yuvarlak bacakları ile kadınsı kalçaları takıldı. İçinde yoğun bir istek hissetti. Karısının bu sakinliğini, bir tür kendinden geçmişlikle değiştirmek istedi. Bir yandan da mutlu olmuştu. On yıllık karısını hala bu kadar çok arzuladığı için içi umut doldu. Bununla birlikte bir şey onu geri bırakıyordu. Sanki ona elini atması, yanağını hafifçe öpmesi veya düpedüz ona yapışması, yani her ne şekilde olursa olsun “Ona gitmesi” bir mağlubiyet gibi geliyordu Orkun’a. Biraz önce hissettiği umut onu terk etmeye başladı. Ne ara böyle olmuşlardı? Karısına düpedüz kızgın hissediyordu. Onunla bir ilişki yürütüyormuş gibi değildi de bir tür savaş halindeydi sanki. Evet belki naziklerdi, belki birbirlerine canım, aşkım, hayatım diyorlardı, belki oğullarına da belli etmiyorlardı ama aralarında bir şey vardı; görünmez bir engel, egodan duvarlar.

Gözünü kapattı Orkun. Bir süre uyumaya çalıştı ama uyuyamıyordu. Biyolojisi ona üstün gelmeye başlamıştı. Karısının nefes alışverişi yavaş yavaş değişiyordu. Birazdan uyuyacaktı. Lanet olsun tamamen gözü dönmüştü. Son bir hamle yaptı, yatakta genişçe dönüyormuş gibi yapıp ona yaklaştı ve ayağını bilinçsizmişçesine Neşe’nin ayağının üstüne attı. Birden vücudundan bir elektrik geçti ama aynı zamanda uykulu sesiyle Neşe konuştu,

“Hayatım. Çok yorgunum. Lütfen uyuyalım.”

Bu kadardı işte; bu kadar kibar, bu kadar görünmez, bu kadar yıkıcı. Birden buza kesti, kanı karısının üzerindeki ayağından çekildi ama uyuyormuş numarasını bozmamak için ayağını çekmedi. Neşe muhtemelen yememişti ama şu an Orkun’un söyleyecek bir şeyi yoktu. Neşe ısrarlıydı,

“Hayatım çok sıcak, biraz uzağa gider misin? Çok yaklaştın bana.”

“Orkun hala sessizdi.

“Orkun!”

“Hı, Hı?” Bu oskarlık bir numaraydı.

“Uyuyo muydun?”

“Ne var ya? Niye uyandırıyosun?” Bu sadece rol değildi, Orkun sinirliydi.

Neşe üzgün bir ses tonuyla “Ay canım, özür dilerim” dedi “Uyanıksın sandım. Çok sıcak, kendi tarafına git. Hadi canım benim” Ama Orkun’a da dokunmuyordu.

Orkun az kalsın “Uyandın mı?” diyecekti ama tüm açlığına rağmen kendisini tuttu. Karısından uzaklaştı ve sanki Neşe için çok önemliymiş gibi bir yaralama hamlesi yaptı.

“Hayatım. Söylemeyi unuttum, cuma Nemrut’a gidiyoruz, kampa. Sinan’a sözümüz vardı yaz bitmeden. Pazar döneceğiz. Sorun olmaz değil mi?”

Orkun arkasını Neşe’ye döndüğünde Neşe’nin başını yastığından kaldırıp ona baktığını fark etti. Artık açlığını tamamen unutmuş, içinde umut uyandıran ve öldüren tüm duyguları da unutmuş, sanki bir magnetball maçında skor yapmış gibi hissediyordu. Yapabildiği kadar uyku nefesini taklit etti ve sonra gerçekten daldı. Son düşündüğü şey kahvaltıda en kötü kendine sandviç yapabileceğiydi…

***

Perşembe ve Cuma sabahları gerçekten kendi yaptığı sandviçlerle beslenen Orkun, bu iki günü Nemrut Dağı’nın 1.65 boylarında küçültülmüş bir versiyonuyla geçirdikten sonra gerçek Nemrut Dağı’nda teknolojiden uzak yıldızlı bir gecede, arkadaşları ile birlikte olmaktan memnundu. Bir ateş yakmışlardı. Ağustos’ta dağın bu serin gecesinde etraflarındaki onlarca grupla beraber ateş başı sohbeti yapıyorlardı. Sinan vizörü ile sürekli etraftaki ateşlere bakıyor, Orkun hala buraya gelirken Neşe’yi sinir ettiği için keyifli hissediyor ve Engin susuyordu. Gece yarısında, yine dişe dokunmayan bir geyik muhabbetinin sonunda Engin birden, “Gülcan, evdeki robotla yatıyor” deyiverdi. “Hem de her fırsatta…”

Orkun bunu duyar duymaz vücudundan kan çekildiğini hissetti, tıpkı üç gün önce gece yatakta olduğu gibi. Sinan da tepkisizdi. Hiç kimseden ses çıkmayınca Engin tekrar konuşmaya başladı;

“Buraya geleceğimi söylediğimde nasıl gözü parladı anlatamam. Tabi çalışıyor ya, her an birlikte olamıyor o hurdayla. Kamptan bahsedince sevinçten çığlık atmamak için kendini zor tuttu.”

Sinan olaya olumlu yaklaşmıştı; vizörünü düzeltirken ve hala diğer ateşlerin başındaki kızları keserken konuştu. “Oğlum” dedi “Sen hiç porno izlemiyor musun? Mastürbasyon yapmıyor musun? Bunun ne farkı var? Yirmi ikinci yüzyıldayız ya, bu kafaya takılacak olay mı? Üzme kendini. Hayır seni bir insanla aldatır tamam üzülürsün de, bir oyuncakla oynadı diye bu kadar kendini harap etmenin bir anlamı var mı?”

Engin karamsar bir adamdı belki evet ama olay Sinan’ın bahsettiği kadar da basit değildi. Gerçi Sinan bunları söylerken hala kızları kestiği için kesin olan bir şey vardı ki bu söylediklerinde samimiydi ve bu olayı gerçekten de ciddiye almıyordu. Ve evet söyledikleri bir noktaya kadar doğruydu da. Ama Orkun’a göre olayın bir de eşine yetememe, eşinin ilgisini çekememe durumu vardı. Eh bu da, aldatılmak ya da terkedilmek kadar yıkıcı değilse de, ortada hiçbir şey yok da denemezdi. En basitinden insanı robot düşmanı yapardı. Kendisinin de hissettiği yakıcı üzüntüyle, uyku tulumuna girdi ve Engin’e;

“Eve gidince at o oyuncağı evden” dedi.

Engin onaylarcasına kafasını sallarken de ekledi “Biraz erkek olalım. Sonuçta kadınlar da iyi kötü genetik olarak erkek özellikleri gösteren erkekleri arıyorlardır. Yani kadınlar hakkında bir bok bildiğim de yok ya. En azından erkek gibi davranalım işte anlıyorsunuz…” Sazı iyice eline almıştı, Sinan’a da bir talimat verdi; “Sinan ateşi söndür. Yıldızları seyredelim de sakinleşelim biraz.”

Sonra üç arkadaş yattılar ve gerçekten de olağanüstü görünen yıldızları seyrederek uykuya daldılar.

Yarım yamalak bir uykudan sonra Orkun huzursuz hissederek uyandı. Daha gözlerini açmamıştı ama sanki gözünün önünde bir gece lambası yakılmış gibi hissediyordu. Bir süre sonra tamamen uyandı ve gözlerini açtı. Ağzından dökülen ilk ve tek cümle “Ey yüce Allah’ım!” oldu.

Gökyüzünde hilal şeklindeki yeni ayın hemen sol tarafında dolunay büyüklüğünde bir yıldız vardı! Orkun gibi ışıkla uyanan Engin, Sinan ve neredeyse tüm kampçılar da kalkmış ve göğe bakakalmışlardı. Büyülenmiş gibiydiler. Orkun hiçbir şey düşünemiyordu. Oysa düşünecek ne çok şey vardı. Bu yıldız ne kadar uzaktaydı ve ne kadar büyüktü? Bu olan şey bir ömre bedeldi. Orkun’u bu mucizevi duygulardan, gelen bir çağrı uyandırdı. Bu sırada asistanındaki saati gördü, saat 03.12’ydi. Arayan Neşe’ydi, üstelik görüntülü arıyordu. İçi yandı Orkun’un. Kendisi açık havadaydı, Neşe ise gecenin bu saatinde penceresi açık ayaktaydı. Ne olduğu açıktı. Orkun bir an gökyüzüne baktı ve o güçle çağrıyı aldı.

Neşe’nin yeni yıldızın ışığıyla aydınlanmış vücudu çıplak ve terliydi. Ağlıyordu.

“Görüyor musun Orkun?” dedi.

“Görüyorum” diye cevapladı Orkun “Bu, yeni ay.”

“Bizim yeni ayımız mı?”

“Bizim… Yeni bizim, yeni ayımız Neşe.” Daha konuşamadı.

Neşe ağlıyordu ama gözleri gülüyordu.

Orkun gülümsüyordu, gözleriyse dolmuştu.

“Seni seviyorum” dedi. “Seni seviyorum.”

Yazıyı beğendiniz mi?

Ortalama puan 0 / 5. Oylama sayısı: 0

Bunu oylayan ilk kişi olun

RSS
Follow by Email
Twitter
Visit Us
Follow Me
YouTube
YouTube
Instagram

Cevap Yaz

Oturum aç:

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir