İkinci Bahar 2: Doctor Strange in the Multiverse of Madness – Rüya Gibi Sekanslara Karşılık Gerileyen Zanaat…

Bunu Paylaşın

İkinci Bahar yani, çoğunlukla pandemi sebebiyle sinema salonlarında göremediğimiz ancak dijital platformlarda popüler olan filmler başlığındaki ikinci filmimiz bu aralar Disney Plus‘ta da bolca lanse edilen Doctor Strange in the Multiverse of Madness/Doktor Strange: Çoklu Evren Çılgınlığında olacak. Dilerseniz geleneksel spoiler/sürprizbozan uyarımızı yapalım ve yine artık bir geleneğimiz olmak üzere fragmanı izleyerek incelememize başlayalım.

Fragman daha diplerde bir yerde Doctor Strange‘ın (Benedict Cumberbatch) kontrol hastalığını yani doğruyu yapmak adına doğallığa olan müdahalesini yansıtarak filmin sinopsisine dair önemli bir noktaya parmak bassa da, olayların geçtiği evrendeki ve bizim izlediğimiz Strange’in baş başa kaldığı durum, daha ziyade farklı bir varlığın kontrol dengesini yitirmesi ile ilgili… Bir başka deyişle, bizim evrenimizdeki Strange’in kontrol hastalığı, aşkına mal olsa da, Wanda’nın -ya da daha doğru bir ifade ile The Scarlet Witch’in- çocuk hasreti ile kaybettiği kontrolün yanında bu dert, çok küçük kalıyor.

Filmin tretmanı da aslında aşağı yukarı böyle; film boyunca, paralel evrenler arası geçiş yapabilen America Chavez (Xochitl Gomez) adlı bir ergen kızın, Wanda Maximoff’un (Elizabeth Olsen) benliğini ele geçiren alter egosu The Scarlet Witch tarafından kovalanmasını ve genç kızın karşılaştığı en mütevazi Strange’in bu duruma müdahalesini izliyoruz. Alt metni oldukça sağlam olan film, sonunda bir çeşit mutlu son yani herkesin dengesini bulmasıyla biterken, izlediğimiz şeyin anlamsız olmadığını ancak alt metni gibi yansıttığı felsefenin de bir “light” versiyonu olduğu fikrine kapılıyoruz. Biraz açalım…

Öncelikle belirtmek gerekir ki, yapım paralel evrenin büyüsünü, hareket noktasını aldığı rüyalar kadar güzel yansıtıyor. sadece görsel değil, ses efektlerinin de payı olan bu durum, kişiyi, zaman yolculuğundan görülen bir rüyaya oradan da kurulan bir hayale turistik seyahat yaptırılan bir kozmik bir turiste çevirmenin keyfini yaşatıyor.

Bu paralel evrenlerin sanat yönetimleri de birinci sınıf. Özellikle çiçekli ve doğal New York izlenmeye değer bir ambians ortaya koyuyor. Yine çarpışan gerçekliklerin evreni de kendi türünde özellikle fizik kanunlarının yok olduğu bir game engine hatası olarak hem görsel hem de felsefik anlamda etkileyici. Denilebilir ki film, Everything Everywhere All At Once/Her Şey Her Yerde Aynı Anda filminin bir tür sanatsal cilalanmış şekli.

Filmin olay örgüsü asslında çatı olarak son derece tutarlı ancak algoritmanın müdahale ettiği bazı noktalarda ağırlık seyirci tercihlerine bırakılıyor. Bu, bir noktada MCU için normal. Bu evren bir fan/hayran ve adrenalin, bir başka deyişle poetikadan kaynağını alan bir katarsis evreni. Evrenin bir başka özelliği de göndermeleri. Şahsen beni çok çekmiyor ancak bir “fan/hayran” evreninde son derece normal bir tavır bu. Yine de Dr.Xavier’in/Professor X’in sahneye girişi ile arkadan duyulan X-Men intro soundtrack temasının bana bile keyif verdiğini inkar edemem. Gerçi bu temelde ve büyük ihtimalle iki çizgi roman kolunda yaşanacak bir birleşimin habercisi olarak gereğinden fazla planlı ama sonuç olarak bu materyalin kendi iç dinamikleri böyle işliyor.

Bazı keyif verici ve özel göndermeler olarak Wanda/The Scarlet Witch’in, bir nevi Jean Grey/Phoenix olmasını ve yine Xavier’in ölümünün farklı evrenlerde bu aynı karakterlerin elinden olmasını, Ölü Doktor Strange ile ruhlarının Indiana Jones vibelarını artı olarak Wanda’nın anne modunda Strange ve ekibini tek ayağı sekerek Terminator gibi kovalamasını sayabiliriz.

Neredeyse yıldızlar geçidi olan kadrosunun oyunculukları ile ilgili bir yorum yapmamıza gerek olmayan filmin müzikleri başlığımız konusu olan zanaatte geri gidişin bir ayağını oluşturuyor. Wanda’nın kötülükler kitabı eşliğinde evrenler arası uyurgezerlik yaptığı olağanüstü soundtrack dışında filmin soundtracki gerçekten 1950’li yılların gürültülü orkestra müzikleri seviyesini aşmıyor. Paralel evrenlerin çarpıştığı evrendeki iki Strange’in savaştığı sahnedeki nota silahların başarısını ise müziğe değil fikre bağlıyoruz. Bu gerçekten iyi bir fikir.

Zanaatin gerilemesine en iyi örnek ise efektlerdeki orantısız farklar. Kitlelerin de dikkatini ilk olarak Black Panther‘da çeken bir konu olarak filmdeki bazı efektler, örneğin Wanda Maximoff’un altında kaldığı zihinsel enkaz, yine Wanda’nın anne modundayken çay kupasının içindeki fırtına, bazı çatışmalardaki “ben CGI fizik kanunlarına tabiyim” diye bağıran Doktor Strange tasvirleri bir MCU filmine ya da daha doğrusu bütçesine yakışmıyor. Bununla birlikte sorunun kaynağı aslında üretimdeki artış… MCU sürekli olarak üretiyor ve bu bir proje için çok daha kısa zamanlarda efekt üretmek zorunda olan bir kaç ajansı gerektiriyor. İddialı olmak istemem ancak ben bile o kupadaki fırtınayı after effects ile yapabilirdim…

Film hakkındaki son yorumumuz da esasen buna yani başlığımıza dair olacak; MCU yapımları birer sanat filmi değiller ve sanat filmleri de başka mecralar tarafından zaten üretiliyor. Ancak gişe filmlerinin algoritmik alt metin ve senaryolarına bir de zanaattaki gerileme eşlik ederse işte o zaman sinema gerçekten özüne döner; bir panayır eğlencesine… Bu noktada sinemanın herhangi bir şeyi temsil etmesine gerek yoksa da, yeni nesil için bu üretim tarzı örnek olsa ve onlara yetiyor olsa da, bugünün orta yaş kitlesi için bu sanatın gerçekten cazibesini kaybedeceğini söylemek yanlış olmaz. Bununla birlikte, dünyada kim yürüyor ise onların istekleri geçerli olduğundan bu, belki de orta yaş grubunu ilgilendiren marjinal bir sorundur sadece…

Tekrar görüşmek dileğiyle, esen kalın.

Yazıyı beğendiniz mi?

Ortalama puan 5 / 5. Oylama sayısı: 1

Bunu oylayan ilk kişi olun

RSS
Follow by Email
Twitter
Visit Us
Follow Me
YouTube
YouTube
Instagram

Cevap Yaz

Oturum aç:

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir