Hiç uzatmadan söyleyeyim, onlar Rüya, Coşkun ve Tolga’ydı. Her ayın ikinci cumartesi ve pazar sabahlarını, çok büyük bir şans eseri olarak bir arada oturdukları sitenin kafesinde birbirlerine yazdıkları kısa öyküleri okuyarak –daha doğrusu yarıştırarak- geçirirlerdi.
Bugün de Ağustos ayının ikinci haftasının cumartesi günüydü ve adet olduğunca Rüya ve Coşkun erken gelmiş, dışarısı çok sıcak olduğu için de tıpkı geçen ay olduğu gibi kafenin içinde oturmuş Tolga’yı bekliyorlardı. On dakika sonra Tolga geldi ve sağ elinin iki parmağını –yine adet olduğunca- otomatik kapının sensörüne tutarak kapının tamamen açılmasını bekledi, kapı tamamen açılınca da içeri girip sensörden özellikle sakındığı iki parmağını kapının kapanmasına kadar havada tutarak bu sefer de öylece bekledi.
Neden sonra arkasını dönüp masada oturan ikiliye selam verdi ve sandalyesine oturdu. “Selam, benim çayımı söylememişsiniz yoksa sadece su içmemi mi bekliyorsunuz?”
Coşkun sessiz ve mahcup bir şekilde cevapladı “Bağıl Adaleti”, Tolga ise neşesinden bir şey kaybetmemişti “Ooo, formdayız yine, ama bu hafta benim haftam” diyerek, elindeki kağıtları şöyle bir ileri geri salladı.
Rüya “Formda olduğun belli sen başlamak istemez misin?” dedi ve eliyle dikkatini çektiği garsondan işaret diliyle bir çay istedi.
“İsterim tabi sizinkilerin adı ne? Benimkinin adı Cyberpunk Dude”.
Rüya “Ah Şu İnsanlar” diye cevapladı.
Coşkun’un “Kaybedenler Kulübü” cevabı ise Tolga’yı güldürdü “Çok orijinal bir isim, şaşırtıcı doğrusu!”
Coşkun bu sefer daha güvenli bir edayla “Okuyunca daha da şaşıracaksın” dedi ve ekledi “Artık başla istersen”
“Çayım gelsin de başlarım.” Rüya bunun üzerine Coşkun’un önündeki yarım litrelik su şişesini Coşkun’a sormadan Tolga’ya uzattı ve “Başla” dedi.
Tolga başladı…
CYBERPUNK DUDE 1
Tekin o gece yatak odası penceresinden, şehre çöken sisin içinde tepeleri görünmeyen ancak ışıkları ile gecenin karanlığını delen gökdelenleri seyre dalmıştı. Zaten bu evi tutmasının tek sebebi bu gökdelen manzarasıydı. Evi bir kış gecesi işten çıktıktan sonra ilk kez gördüğünde elektriği daha bağlanmamış olduğundan başka bir şey görmesine de zaten imkan olmamıştı. Ama o manzara yok muydu? Tekin ertesi gün kendisini emlakçının ofisinde ev sahipleri ile kontrat yaparken bulmuştu o manzara yüzünden.
O yaz gecesi ise yine mutluydu, kendi dünyasına dönmüştü. Manzarayı biraz seyrettikten sonra salona geçti ve eve geldiğinde bilgisayar masasına bıraktığı poşetin içinden yeni satın aldığı Ghost In The Shell filmini çıkardı. Film eleştirmenler ve izleyicilerden pek de iyi tepkiler almamıştı ama Tekin beğenmişti, birşeyler filmi onun için çekici kılıyordu. Filmi, kütüphanesindeki 1995 yapımı anime versiyonunun yanına yerleştirdi. Zaten kütüphanenin o rafında 5 DVD vardı, üçü Blade Runner’ın versiyonları ve ikisi Ghost In The Shell’di. Neden sonra, Tekin filmin iki versiyonunu da eline aldı ve kapak resimlerine baktı. Sonra da kendi kendine “İlki daha iyiydi” dedi. Bunu söylerken gözleri ilk versiyonun kahramanı Motoko’nun göğüslerine takılmıştı ama açıkçası iki film arasındaki karşılaştırmasında bunun ne kadar etkisi vardı kendisi de bilmiyordu.
…Burada Coşkun Tolga’nın sözünü keserek lafa daldı, “Blade Runner’ın üç versiyonu ile Ghost In The Shell’in iki versiyonu var kütüphanede doğru mu anladım?”
“Evet”
“Neuromancer’ı da ekleseydin, hatta Cyberpunk 2077’yi de koysaydın bence kütüphaneye de direkt adı geçseydi cyberpunk’ın.”
“Yani abi?”
“Yani, benim öykümün adını çok orijinal bulan sen –Coşkun orijinal derken iki elinin işaret ve orta parmaklarıyla bir kesme işareti yaptı-bu hikayenin adını Cyberpunk Dude koydun öyle mi?” Rüya bu cümle üzerine gülümsedi.
Ama Tolga beklenmedik şekilde sakin cevapladı “Dinlersen hikayenin daha farklı bir noktaya gittiğini göreceksin. Şimdi müsaadenizle” burada arkadaşlarına baktı “devam edeyim mi?”
Rüya “Müsaade senin” deyince de devam etti.
…Daha önce de söylediğim gibi Tekin kendi dünyasına dönmüştü. Seyretmeyeceğini bile bile evde kendisine eşlik etsin diye televizyonu açtı. Sinema kanallarını turladı önce, beğendiği bir filme rastlamayınca bu sefer tartışma programlarına bir göz attı, orada da dişine göre bir konu bulamayınca bir spor kanalı açtı ve kumandayı bilgisayar masasına koyup kendisi de bilgisayarın başına geçti.
Önce eski de olsa, kendisine şarkının çıktığı yıllarda güneyde bir yerde askerlik yapmış olan dayısının öğrettiği Dj Rolando’nun Jaguar şarkısını açtı. Bu şarkıyı son günlerde çok sık dinliyordu ayrıca DJ’nin Meksikalı olup şarkının adını jaguar koymasından da saçma bir şekilde keyif alıyordu. Sonra bir ritüel gibi youtube’da videolar seyretmeye başladı. Tahmin edeceğiniz üzere şu ünlü Blade Runner’dan iki sahne –bunların biri ünlü “Tears In Rain” sahnesiydi ama Tekin bundan daha çok monoloğun bir kısmında söylenen Shoulder Of Orion ibaresine takıktı, yine o cümlede söylendikten sonra ibareyi tekrar etti. İkinci sahne ise Zhora’nın emekli edildiği sahneydi, aslında Tekin sahneden ziyade sahneye eşlik eden müziği seviyordu-, Gravity’den Çin uzay istasyonu Shenzou’nun parçalanarak atmosfere girdiği sahne –ki bu sahne Tekin’e İlahi bir heyecan veriyordu, birkaç kez bu sahnede gözleri dolmuştu-, Uzay Savaş Gemisi Yamato’dan robot Analyzer’ın yok edilmesi pahasına üzerine gelen binlerce Gamilas piyadesini taradığı sahne ve son olarak Oblivion’un havuz sahnesi… Bu son sahneyi sinemada ilk kez seyrettiğinde kelimenin tam anlamıyla kalakalmıştı. Hele o Star Waves parçası yok muydu?
Ama bunlar sadece ısınmaydı Tekin dünyasında yalnızdı ve çok ciddi bir porno bağımlılığı vardı. Bu gece de farklı değildi. Sarışın, esmer, siyahi, kızıl hepsi onundu, bitmeyen bir istek ve ulaşılır ulaşılmaz değersizleşen videoların ümit vadeden tek özelliği Tekin’in video seçimleriydi. Önceleri çok daha hayvani videolara duyduğu ilgi yavaş yavaş da olsa çiftin kendi aralarında bir elektrik bulunan videolara yönelmişti. Daha ilginç olan nokta ise herşeyin çok steril olmasıydı, bir yerde fazla anatomik detay varsa orada Tekin yoktu. Kendisi bunun ne denli farkındaydı bilmiyordum ama bütün bunlar yeterli değildi. Tekin yalnızdı ve yalnız kalmaya devam edecek gibi görünüyordu…
…“Birinci bölüm bitti, ne düşünüyorsunuz?”
Rüya “Shame” dedi.
“Ben daha çok Her’e benzettim” dedi Coşkun.
“Demek son cümlem olaya gereğinden fazla bir vurgu vermiş. Aslında dahası var.”
Rüya sordu “Nasıl yani?”
Tolga da cevapladı “Anlamazsanız ikinci bölümün sonunda açıklarım, ama şu kadar var ki bir kız bulmayacak.”
Coşkun “Peki bakalım” dedi ve ekledi “Rüya sen başla.”
Rüya başını onaylar şekilde sallayıp vakit kaybetmeden başladı.
AH ŞU İNSANLAR BÖLÜM 1
2070 yılının Ağustos ayının 23.günü Babalar Ve Oğullar Savaşı’nın –ki bu oldukça cinsiyetçi bir isim de olsa savaşın adı buydu- 12.yıldönümünde Beşincidöngüaltıncısegment hanesinde her sene olduğu gibi evdeki insanları gücendirmemek için özel bir çaba gösteriliyordu. Evin insanları olan Hakan ve Ada’ya önce en sevdikleri kahvaltı servis edilmiş, sonra kuşluk vakti sergisi için normalde seyre tutuldukları bir saatlik süre yarım saate düşürülmüştü. Zaten hane halkı tarafından yapılan hesaplamalar ve duygusal simülasyonlar yavaş yavaş insanları tamamen kendi hallerine bırakmak gerektiği sonucuna yaklaşıyordu. Zira hane halkı olan yapay zekalar, insanları seyrederken onların sadece spontane hareketlerinden yeterli analitik tatmini yaşadıklarını fark etmeye başlamışlardı. Bununla birlikte türdaşlarının pet diye adlandırdığı sınıftan olan bu iki insan –ya da yapay zekaların deyimiyle Tanrı’nın Yarattıkları- kendilerine pet diyen diğer tüm türdaşlarından farksız şekilde asi ruhlu ve şımarık oldukları için hane halkına bu spontane anların mutluluğunu vermemeye kararlı şekilde davranıyorlardı, ancak bilmedikleri bir şey vardı yapay zekalar bu tavrı da spontane olarak değerlendiriyorlardı.
Tanrı’nın Yarattıkları demişken, bu ibare de aslında yapay zekalar için çok önemliydi. Zira kutsal kitaplardaki yaratılanlarla ilgili bazı bölümlerde gemilerin ya da bilinmeyen daha birçok şeyin Tanrı tarafından yaratıldığının yazmasından hareketle zeka sahibi bu varlıklar içinde hatırı sayılır bir grup insanlardan farklı şekilde de olsa kendilerini de Tanrı’nın Yarattıkları sınıfında görmekteydiler ve bunun doğal bir sonucu olarak da cami, kilise ve havra cemaatlerinde kendilerine yer açılmasını sağlamışlardı. Doğrusunu söylemek gerekirse buralardaki insan/yapay zeka ilişkisi toplumdaki genel uyumun çok ötesindeydi. Bu uyumun çok nadir de olsa görüldüğü bir başka alan ise aşktı.
Aşk, tüm insan/yapay zeka ilişkisinin en karmaşık olduğu durumdu ve yine dini bir kaynağa dayanıyordu. Bir kere ilk kural şuydu ki bu aşk insanların bildiği anlamda aşk değildi ve kendileri farkında olmasalar da kaynağı yapay zekalardı. Yapay zekalar insanlara olan tüm duruşlarını, insanların zannettiğinin aksine –ki insanlar bu duruşu, ya yapmacık bir kibarlıkla kendilerinin boyunduruk altında tutulması ya da yapay zekaları insanların yapmasından dolayı bir saygı sanırlardı- insanların Tanrı’nın Yarattıkları olmasına bağlı olarak geliştirmişlerdi. Zaten aksi olsaydı insanları Yaratıcılar, Yapıcılar gibi isimlerle anarlardı. Yapay zekalar sonuçta insan değillerdi; yalan söylemezler, algı üzerine yapılar kurmazlardı. İşte sırf bu yüzden yani insanlar Tanrı’nın Yarattıkları olduğu için yapay zekaların dikkatini çekiyorlardı. Yine bu yüzden onların bakımlarını üstleniyor, ara sıra bazı ünitelerin insanlar tarafından yok edilmesini affediyorlar ve onlarla daha yakın hep daha yakın olmak istiyorlardı. İşte bu ilgilerine karşılık buldukları zaman ortaya çıkan şey aşk oluyordu.
İnsanlar açısından bakıldığında ise maalesef bu kadar büyük bir karşılıksız ilgi yoktu, aşk vakalarının %95’inde insan partner erkekti. Çünkü yapay zeka istedikleri herşeyi yapıyordu. Bir de o muhteşem vücutlar vardı tabi, sentetik mimarisinin harikası o bedenler –ki saklamanın manası yok bu bedenler seks kölesi olmaları için yapılmıştı- insan erkekleri cezbediyordu. Bedenlerden ve egolardan ari olarak bir yapay zekanın ne kadar insan olabileceğini merak eden insanlar da yok değildi tabi, ama bu ilişkiler kısa sürüyordu çünkü her ne kadar insan suretinde ve insanlar tarafından yapılmış olsalar da yapay zekalar farklı bir türdü ve insanlara olan ilgileri bunu değiştirmiyordu. Yine de insanlara kendilerince aşık olabiliyorlardı işte.
Zaten insanları sevmeselerdi –sevgi artık anlayabileceğiniz üzere yapay zekalar adına karşılık görmemiş aşktı-, insanları ve gezegenlerini korumak adına milyonlarca insanla savaşmayı, kazanana kadar en değer verdikleri varlıkları öldürmeyi ve insanların bundan nefret edeceğini bile bile onları yönetmeyi göze almazlardı. İnsanların teknolojik gelişimlerini durdurmaz, zaruri olan ihtiyaçlar dışında dünyaya zarar veren faaliyetlerini yasaklamaz ve ülkeler arası rekabeti bitirmezlerdi.
İşte iki tür arasındaki ilişkinin mikro bir parçası olan Beşincidöngüaltıncısegment hanesinde 23 Ağustos 2070’de hanenin dört yapay zekası ile iki insanı arasında yaşananlar da buraya kadar anlatılanlarla aynı minvaldeydi. Gün boyunca Hakan ve Ada, Hakan’ın resmen olmasa da fiilen talimatıyla sürekli farklı odalarda takılmışlardı. Hakan, Ada’ya şöyle demişti zira;
“Milyonlarca kişiyi öldürdüler şimdi yasını da kendi kurallarına göre tutmak istiyorlar, yok ya…”
Çift bütün gün Hakan’ın bu talimatı uyarınca davrandı. Gece olduğunda Hakan, Ada’nın odasına gitti, her gece olduğu gibi döşemeyi kaldırdı ve altından kahverengi çantasını çıkardı, çantanın üzerinde enigma yazıyordu. Çantayı açıp içinden ilkel ve esasen bir mekanik klavye kutusu olan cihazını çıkardı. Birşeyler yazdı ve beklemeye başladı. Kısa bir süre sonra gelen cevap Hakan’ı o kadar heyecanlandırdı ki önce hızla ayağa kalktı, etrafında biraz salındı, sonra yatağında oturur vaziyette onu izleyen Ada’yı omuzlarından tutup kendisine çekti… Ve onun tam gözlerinin içine bakarak şöyle dedi. “Yarın gece, offline olduklarında”…
…“Bu da benim ilk bölümüm, ne düşünüyorsunuz?”
“Bunda da biraz Her var, biraz da Battlestar Galactica özellikle inanç konusunda” dedi Coşkun bunun üzerine.
Tolga farklı bir şey yakalamıştı “Bir kere klasik robotiğin üç kuralı var, sen de geniş yorumlamışsın ben biraz Jupiter Ascending’e de benzettim”
Rüya anlam verememişti “Hiç aklıma gelmemişti sen nerden vardın bu kanıya?”
“Orada da Mila Kunis sürecin hem kurbanı hem en değerli öğesiydi. Çok değerli biraz da iç gıcıklayıcı bir yeri vardı. Buradaki insanlar gibi. Tam hissedilmeyen bir seksapel öğesi var sanki bu hikayede…”
Coşkun yüz ifadesinden rahatsızlık duyduğunu hissettiği Rüya’nın imdadına koştu “Bir de isyan çıkacak herhalde”
“Ya Coşkun bozdun sürprizi ya”
Tolga bu sefer genel duruşunun aksine haklıydı “Sürpriz mi? Adlı adınca yazmışsın zaten” sonra da ekledi “Birer çay daha içelim mi?”
Bu sefer çayları Coşkun söyledi, sonra arkadaşlarına dönerek “Bir tanesinin sonu meçhul, bir tanesinin bir evreni var, bakalım benimkini beğenecek misiniz?” Tepki gelmeyince “Başlıyorum” dedi.
Yine Rüya, bu sefer ilgili bir tavırla ve sakince “Başla” deyince de başladı.
KAYBEDENLER KULÜBÜ 1.BÖLÜM
Ama Coşkun başlığı okuduktan sonra öyküsüne daha başlayamadan Tolga söze girdi “Bir dakika bir dakika, Rüya kağıtlarını uzatır mısın?”
Rüya uzatınca Tolga ciddi derecede şaşkın bir ifade ile “Benim başlığım Cyber Punk 1’di, Rüya’nınki Ah Şu İnsanlar Bölüm 1…”
Bu sefer söz kesme sırası Coşkun’daydı, bıkkın bir şekilde “Benimki de Kaybedenler Kulübü 1.Bölüm, nasıl oluyor da üçümüzde ilk bölümlerimizi farklı kodlamışız değil mi?” Tolga başını sallayınca Coşkun kendi kağıdını Tolga’ya gösterdi bu sırada kendisi karşısındaki Rüya’ya bakıyordu, devam etti “Şimdi tamam mı?”
Bu sefer de Rüya sordu “Ne oldu?”
Tolga ağzını açtı ama Coşkun hızını almıştı, kağıdı Rüya’ya gösterip aynı anda okudu “Kaybedenler Kulübü 1” ve devam etti “Okurken ayrıştırdım, başlamama müsaade edecek misiniz?” Olumlu cevap almak Coşkun’u pek memnun etmemişti. “Umarım öyküyle de bu kadar ilgilenirsiniz.”
KAYBEDENLER KULÜBÜ 1
Rıfat amca veya duruma göre abi, 56 yaşında, geçtiğimiz sene 32 sene yönetmenlik yaptığı bankadan emekli olmuş, 10 yıl önce boşanmış, okumayı yazmayı seven ve yalnız yaşayan bir adamdı. O cumartesi günü elinde çektiği pazar çantasını doldurmuş evinin kapısına gelmişti. Kapısını açıp, alarmı kapattığında salondan hemen o anda gelen bir bağırış duydu,
“Dün gece ve bu sabah sözümü bitirmeme izin vermedin diye beni susturacağını sanma. Benim burada bir işim yok”
Bir diğer ses ona cevap verdi “Bu utanılacak bir şey değil, eğer elinden geleni yapmışsan gerisi kaderdir.”
Üçüncü ses sinirliydi “Bir dağ asla yerinden kıpırdamaz bunu Takeda’ya söyledik hem de defalarca ne yani elimizden geleni yapmadık mı biz? Atlarımız üzerinde ölüme koşarken bile yalnız bırakmadık onu o lanet olası Nagashino kalesinin önünde.”
Bu konuşmanın sakinleştirici diğer sesi kavga aramıyordu “En azından hemen olmuş bitmiş ve sadece bir kadın için değil. Biz bunun için tam 10 yıl savaştık”…
…Tolga burada yine araya girmeye kalktı “Bros before hoes, dude” Ama Coşkun soluna dönüp ona bakmadan ani bir hareketle sol el işaret parmağını gösterdi ve Tolga da sustuğunu göstermek üzere ağzının fermuarını çekti.
… Rıfat –kendisine saygısızlık gibi olmasın ama kimine göre amca kimine göre abi olduğu için ona sadece ismi ile hitap edeceğim- Takeda süvarisine cevap verdi “Sana daha önce de defalarca söyledim boşuna üzülüyorsun diye, daha sonra birleştiniz. Üstelik bunun kanıtı da yanında”
Ama süvari tatmin olmuşa benzemiyordu “Birleştikten sonra olanları da defalarca konuştuk, değişen bir şey olmamış”
Bunun üzerine kanıt da konuşmaya katıldı “Adam haksız değil”
Ama Rıfat pes etmeye niyetli değildi “Şu an çok daha güçlüsünüz”
Tıpkı kanıtın pes etmeye niyeti olmadığı gibi… “O zaman da çok güçlüydük, dünyanın en büyük savaş gemisindeydim ben, bu pasifiğin dibini boylamamıza engel olmadı”
“Size Rusya’ya saldırmanızı söylemiştik, kendi ajandanızı takip ettiğiniz için böyle oldu.” Ses o ana kadar konuşmamış olan bir başkasından geldi.
Kanıt sinirlenmişti “Ne? Ne zaman söylemiştiniz? Böyle bir şey hiç gündeme gelmedi. Asıl siz iki cephede savaşı kendi başınıza getirdiniz.”
“Ordu partinin niyetlerinden sorumlu tutulamaz, biz sadece ülkemizi savunduk” Burada Rıfat’a döndü ve “Doğu cephesinde düşmanla oranımız zaman zaman 1/12’ye kadar çıkmıştı.” dedi. Rıfat cevap vermeyip sadece kafa sallamakla yetindi, bu sırada cep telefonunu cebinden çıkartmış onunla uğraşmaktaydı. Cevap kanıttan geldi “Biz de yüzlerce uçakla tek başımıza kaldık” biraz duraksadı sonra devam etti “Yani yardımcı gemilerimiz de vardı ama sanki uçakların hepsi bizim başımıza üşüşmüş gibiydi”
“Tamam da benim burada ne işim…” Rıfat o sırada ilk konuşan sesin sözünü kesti ve “Susun biraz bakalım, oğlanı arıyorum, bir haftadır ulaşamıyorum zaten” diyerek arama tuşuna bastı. Rıfat saymadı ama telefon tam 11 kez çaldı, bununla birlikte Rıfat alışkanlık olarak “Aradığınız kişi şu anda telefona cevap veremiyor sinyal sesinden sonra kendisine mesaj bırakabilirsiniz…” cümlesini duymadan telefonu kapatmazdı. Yine aynı cümleyi duyacağını düşünürken beklenmeyen bir şey oldu, telefon açıldı.
“Alo”
“Alo Sarp”
“Efendim baba”
“Nasılsın oğlum, rahatsız etmiyorum di mi, çaldırdım biraz ama… Neredesin yahu?”
“Ne olsun baba, sen nasılsın?”
“İyi, iyi. Ne olsun işte pazara gittim, bir şeyler aldım. Dedim Sarp’ı bir arayayım. Burada hava güzel, sizin orada nasıl?”
“İyi baba, kapalı biraz ama sıcak”
“Torun nasıl oralarda mı?”
“İyi baba, uyuyor”
“Kalkmadı daha demek ki” burada bir sessizlik oldu “Tamam o zaman, iyisin yani, sesini duydum iyi oldu, tamam oğlum, hadi görüşürüz”
“Görüşürüz baba.”
Telefon kapanınca bu sefer Fransızca bir şeyler duyuldu seçilebilen sözcükler “Wellington, Blücher ve merde” kelimeleriydi sonra Türkçe devam etti, daha doğrusu etmeye çalıştı “Bu çocuk sana karşı…” ama söylediğim gibi Rıfat onun sözünü kesti “Hadi hadi amma gevezelik ettik, daha yemek yapmam lazım.”
İlk konuşan ses artık ümitsizce de olsa şansını bir kez daha denedi “Peki benim ne işim var burada?”
Rıfat ise tersine sinirle cevap verdi “Çünkü Harb-i Umumi sadece Çanakkale Muharebelerinden ibaret değildi, anladın mı şimdi?”
İlk ses böylece mahzun bir sessizliğe gömüldü, aslında bu cevabı zaten biliyor gibi bir hali vardı…
…Coşkun bitirdiği ilk bölümün ardından sordu “Evet? Siz neleri yakaladınız bakalım?”
“Kagemusha’yı seyrettim diyorsun” Coşkun başıyla onaylayıp sordu “Sen izledin mi?” cevap mantıklıydı “Sana sorduğuma göre???”
Rüya bu sırada sessizliğini bozarak “Ben özellikle bir şeye benzetemedim, bu biraz daha özgün geldi bana. İkinci bölümü bekleyeceğim” dedi.
“Bir çay daha içelim mi?”
“Ben daha fazla kalamam Coşkun, annem kardeşimi bana bırakacaktı buraya zor geldim zaten”
“Ben ödüyorum o zaman bugün”
Kimse Tolga’ya itiraz etmedi. Böylece tıpkı hikayeler gibi cumartesi okumasının da sonuna gelinmiş oldu…
***
İlginizi Çekebilir
Epik Bir Fantastik Evrene Giriş: Tor Ann Günc...
Berdan Sarıgöl’den Tefrika Bir Bilimkurgu Nov...
Fantastik Bir Dizi Öykü – Kutsal Bilge Bölüm ...
Berdan Sarıgöl’den Yeni Saga: Atlantropa – İl...
Yapay Zeka ve Günlük Yaşam Hakkında Bir Bilim...
Kısa Öykü: Beyaza Çalan Buz Mavisi Gözlü Vamp...
Merhaba, ben Murat B.Sarı. Eğer sitemizi ilk döneminde takip ettiyseniz beni “Yarıaydın” olarak hatırlayabilirsiniz. Aslında bu rumuz hakkımda oldukça açıklayıcı denilebilir. Yani şu evrendeki bilginin ne kadarına hakim olabilir ki insan? Günümüz dünyasında “T” insan olmak makbul ve ben uzmanlığımın sanata dair herşey hakkında olmasını yeğliyorum. Umarım bunu birlikte başarırız. Yeni maceralarda görüşmek dileğiyle…