İzleyicimizin Özlediği Kalitede Bir Dökü-Drama; Rise Of Empires: Ottoman

Bunu Paylaşın

Merhaba sevgili takipçilerimiz. Bugün sitemizde hem dizi hem de retrospektif kategorilerinde inceleyeceğimiz bir yapımla karşınıza çıkıyoruz; Rise Of Empires: Ottoman/İmparatorlukların Yükselişi: Osmanlılar.

Netflix için üretilen yapımın yönetmenliğini ve senaryosunu –iki yabancı senaristle birlikte- Emre Şahin üstlenmiş. Kendisi “showrunner” titrini kullanmasa da kendisinin esasen bu işi yaptığı açık. Biz de bugün ilgili yapımı amatör de olsa hem tarihi hem de dramatik olarak inceleyeceğiz.

Öncelikle belirtilmesi gereken hususu geciktirmeden dile getirmekte fayda var, Rise Of Empires: Ottoman son derece kaliteli bir yapım ve aynı ölçüde de bilinen tarihsel gerçeklere dayanıyor. Drama unsuru son derece başarıyla kotarılmasına karşın bilimsellik arka planda kalmıyor ve olayın kendisi günümüz izleyicisinin hoşuna gidebilecek derecede kurgusallaşmıyor.

Şahsen tarihten hoşlanan bir kişi olarak ilk kez 1980’lerin sonunda karşılaştığım dökü-drama türünden son derece hoşlandığımı belirtmeliyim. Hatta hala ilk seyrettiğim dökü-dramadaki –ki Haçlı Seferlerini anlatan bir yapımdı- Müslüman askerin filmin ortasında kameraya dönüp “Kılıçlarımız derilerini kesmiyor…”dediği andaki şaşkınlığımı hatırlarım. Bu açıdan bakıldığında uzun süredir özlemini çektiğimiz ve tarihimizin parlak bir anını yansıtan bu dökü-dramadan gereğinden fazla keyif almış olabilirim. Yine de hem İstanbul’un Fethi hem de Atatürk’ün hayatı ile ilgili Hollywood kalitesinde iş bekleyen sinema/tv izleyicisinin de bu işten tatmin olmuş olduğunu sanıyorum.

Dramadan başlayalım; Olaylar, II. Mehmet’in (Cem Yiğit Üzümoğlu) savaş rüyasındaki ve koreografisi son derece başarıyla kotarılmış savaş sahnesi ile açıldıktan sonra, şehzadenin çocuk yaşta annesinin yanından alınıp babası II.Murat’ın (Tolga Tekin) yanına getirilmesi ve neredeyse aynı zamanda başlayan, sadrazam Çandarlı Halil Paşa (Selim Bayraktar) ile yaşadığı çatışmayla dallanıyor. Sırp Prensesi olup aynı zamanda II.Murat’ın üçünü karısı olan Mara Brankoviç’in (Tuba Büyüküstün) samimi sevgisi ile büyütülen şehzadenin geçmişine bir dizi flashback ile bakıyoruz.

Bu noktada biraz tarihe geçelim. Öncelikle belirtilmesi gereken nokta hem tarihin eski olması hem tarihçilerin o dönemde esasen vakanüvist olması –ki bir nevi propagandist de denilebilir- ve padişahların kişisel tarihinin ya da günlüklerinin vs. doğu imparatorluklarında tutulması geleneği olmadığından, esasen karakterlerin kişisel motivasyonları hakkında yeterli bilgiye sahip değiliz. Şehzade Mehmet’in babası II.Murat’ı ele alalım örneğin. II.Murat, Osmanlı hanedanında bir ilk olarak tahtı hayattayken terk edecek kadar ilginç bir karakterdir. Bununla birlikte 1444’de Varna’da birleşmiş Haçlı Orduları’nı ve 1448’de Kosova’da Macar-Eflak ittifakını  mağlup etmiş mareşal bir padişahtır da. Şu düşünülebilir, padişah yönetimi dönemin güçlü figürü Çandarlı Halil Paşa’ya bırakmış olabilir –ki genç okuyucularımız için kendisini Game Of Thrones’dan Tywin Lannister ile cisimleştirebiliriz- ya da profesyonalist bir karakteri olabilir, yani önderlik ettiği toplumun yönetimini uzman kurmaylarına bırakmış olabilir. Ancak bu sefer de statükocu sadrazam Çandarlı’nın hiçbir zaman onaylamadığı ve çekindiği Konstantinapolis kuşatmasını denemiş olmasını açıklamakta zorlanırız. Özetle ilginç bir karakterdir II.Murat. Yine de oğluyla arasında bir soğukluk yaşadığına dair elimizde doneler var. Özellikle II.Mehmet’in tahttan indirilişi vakasında bu olgu kendini gösterir.

Her ne kadar dizide daha çocukken bile Mehmet’in Konstantinapolis’i fethetmeyi kendisinde bir tutku haline getirdiği işlense de ben bu konuda yapımcılar kadar emin değilim. II.Mehmet’in olağanüstü vizyoner bir karakter olduğu ve büyük resmi mükemmel gören son derece cesur ve cüretkar bir yönetici olduğu, daha özet bir ifadeyle dahi olduğu açıktır. Ancak tahttan indirilişinin kendisinde yarattığı travmanın gelecekteki siyasetini şekillendirdiğine dair rezervlerimi koruyorum. Öyle ki kendisi ikinci kez tahta geçtiğinde rakipleri onu denemiştir. Çelik bir irade göstermesi gerektiğini düşünmüş olan padişah bunu yapmıştır da. Hem de daha yirmi bir yaşındayken yapmıştır. Devasa toplar döktürerek ve karadan gemiler geçirerek yapmıştır üstelik. Dizide işlenmese de kuleler, ponton köprüler de kullanmıştır. Kısaca Mehmet bir dehadır.

Yine de tüm bir vizyonu travmaya bağlamak da doğru olmayabilir. Belki başta kendisini böyle bir başarıya muhtaç hissetmiş olabilir. Ancak padişah 1461’de Rum Pontus İmparatorluğu’na son verirken de 1480’de Otranto Seferi’ni yaparken de bir vizyonla hareket etmektedir; Roma’nın vairsi olmak.

Yapıma tekrar dönersek, dizide olayların dramatik olarak bana göre biraz hızlı olarak fetih ve çatışmasına geldiğini düşünüyorum. Altı bölümlük yapımda birinci bölümün sonunda çarpışma başlıyor. Buradan hareketle Bizans veya o zaman kullanılan adıyla –yani gerçek adıyla-Doğu Roma İmparatorluğu’na geçebiliriz.

Her ne kadar bu köklü imparatorluk hala imparatorluk adıyla anılsa da neredeyse sadece Konstantinapolis’ten ibaretti. Ve iki yüz elli yıl önce olsa da Dördüncü Haçlı Seferi’nde uğradığı yıkımdan sonra toparlanamamıştı. Bu sefer, ilk başta Müslümanlara karşı düzenlenmiş olsa da Venedik Doçu Enrico Dandolo’nun liderliğinde hedefini Konstaninapolis’e çevirmiş ve şehri ele geçirerek büyük bir katliam ve yağmayla sonuçlanmıştı. Bu bilgiden hareketle iki başlığı da tartışmaya açacağım. Öncelikli olarak şehir gerçekten yirmi üç ordu tarafından kuşatılıp ele geçirilemese de doğrusu hiç ele geçirilememiş değildi. Dördüncü Haçlı Seferi’nden elli yıl kadar sonra Bizanslılar şehri geri alsa da, şehir limandan bir baskınla ele geçirilmiş olsa da… Daha önce bir kez düşmüştü!.. İkinci noktayı daha ziyade diziye bir eleştiri olarak ileride ele alacak olsam da şu kadarını burada açık edebilirim. Ortodokslarla Katolikler arasındaki rekabet ve konsept karşıtlığın ete kemiğe büründüğü bu çatışma ve sonuçlarının dizide es geçilmiş olduğunu düşünüyorum.

Venedik Doçu Enrico Dandolo’nun Civilization V’deki tasviri.

Biz yine kuşatma dönemine dönelim. Dizide de gerçek hayatta da Bizans savunması temelde iki parça olarak görülüyor. İmparator XI.Konstantin’in (Tommaso Basili) önderlik ettiği Bizans Ordusu ve Katolik paralı askerler, özellikle de Cenevizli korsan ve lejyoner Giovanni Giustiniani (Birkan Sokullu). Bu ikiliye, yan rollerde sadık ve idealist soylu George Sphrantzes (Tuğrul Tülek) ile kelimenin tam anlamıyla çakal soylu Loukas Notaras (Osman Sonant) katılıyor. Bir not olarak Bizans tarafında dramatik anlamda hikayeyi geliştiren iki kadın karakterin olduğunu; Ana (Damla Sönmez) ve Therma Sphrantzes (İlayda Akdoğan) görürken, Osmanlı tarafında ilişkiye işaret eden bir karakter olmadığını görüyoruz. Aslında bu bir yere kadar normal. Osmanlı Ordusu seferde bir ordu ve II.Mehmet kesinlikle “Romantic Interest” modunda değil. Buna mukabil Bizanslılar surların arkasında ve yerleşik durumdalar ve doğrusunu söylemek gerekirse duygusal olarak çok daha büyük bir baskı altındalar. Osmanlı tarafında ise bu baskı sadece iki kişiyi direkt olarak etkiliyor. Genç Padişah ve Sadrazamı… Buraya döneceğiz.

Dramatik anlamda Therma ve Giustiniani aşkı temsil ederken, Ana vicdanı temsil ediyor. Dramadan devam edersek, özellikle prodüksiyon kalitesinden bahsetmek de faydalı olacaktır. Kostümler, planlar, efektler, soundtrack ve sanat yönetimi son derece başarılı. Ayrıca son derece başarılı bir savaş araştırması yapılmış olduğunu düşünüyorum. XV.yüzyıl savaş stilinin iyi çalışıldığını ve iyi yansıtıldığını söylemek gerekli. Savaş koreografisi konusunda Giustiniani rolündeki Birkan Sokullu’ya ayrı bir parantez açmalıyız. Blaviken Katilamı dışında Henry Cavill’e rakip olabilir. II.Mehmet rolündeki Cem Yiğit Üzümoğlu, Zağanos Paşa rolündeki Ushan Çakır ve Baltaoğlu Süleyman rolündeki Erdal Yıldız’ın da bu konuda son derece başarılı olduğunu düşünüyorum.

Dramadan biraz uzaklaşarak biraz da “dökü/man” yani belgesel kısmından bahsedelim. Öncelikle belgeselin anlatıcılarından ve benim de “1453” kitabını okuduğum Roger Crowley’in dingin ve keyifli sohbetinden son derece keyif aldığımı belirtmeliyim. Tüm uzmanlar son derece bilgili oldukları gibi aynı ölçüde de sıcak ve iletişim kurulabilir bir imaj veriyorlar. Celal Şengör tam bir şov adamı –iyi anlamda söylüyorum.- sadece Emrah Safa Gürkan’ı –ki kendisinin hayranlarındanımdır- biraz kendisine göre tutuk buldum. Belki kendi halini, en azından medyatik kişiliğini bildiğim içindir.

Şimdi yine tarihe dönelim ki her ne kadar benden fersah fersah öte bilgiye sahip uzmanların danışmanlığı ile hazırlansa da iki noktada yapımı eleştireceğim ve ikisine dair de yazımın daha önceki aşamalarında ipucu vermiştim hatırlarsanız.

Küçük eleştirim Mehmet ile Çandarlı’nın ilişkisi hakkında. Ben yapımcıların burada belki dramatik hikayeyi/yapıyı desteklemek için veya genç padişahı biraz daha popüler kılmak için gereksiz hikayeler kurduğunu düşünüyorum. Aslında olan şey, daha basit ve öngörülebilir. II.Mehmet, “Fatih” olacakdıysa Çandarlı’nın olmaması gerekiyordu. Çandarlı devletin iplerini elinde tutan büyük bir gölgeydi ve bu genç padişahın taşımayı arzu ettiği bir yük değildi. Çok maliyetli ve tehlikeliydi. Çandarlı da bunun gayet farkındaydı. Mehmet, “Fatih” olduğunda o kariyerinin ve büyük ihtimalle hayatının sonuna gelecekti. Bu doğu hükümet geleneğinde sık rastlanan bir durumdur. Örneğin İbn-i Haldun bunu ünlü eseri Mukaddime’de ele alır. Buna göre –ki kendisi oldukça gerçekçi bir kişiliktir- bir devleti ya bürokrasi ya da sultan yönetir. Olan bundan ibarettir. Yine de belirtmek gerekir ki çatışan sadece karakterler değildir. Vizyonlar da çatışmaktadır. II.Mehmet yirmi bir yaşında Konstantinapolis’i fethetmeye kalkacak bir vizyondur, Çandarlı ise kuşatmanın başarısız olması halinde yeni bir haçlı seferi ile büyük bir felaketten korkan bir bürokrattır. Dolayısıyla ne dizide gösterildiği gibi Çandarlı rüşvet alan bir hain olarak nitelendirilebilir ne de II.Mehmet sadece güç için onu ortadan kaldırmak peşindedir. Olaylar temelde basit ancak motivasyonları girift ve gridir.

İkinci eleştirim daha temel bir noktanın, bir olgunun yok sayılmasına dair. Bu olgu “Din”dir. Yapım inancı ve onun folklorik göstergelerini bol bol kullansa da bir organize kurum olarak dini ve onun bu çatışmadaki rolünü son derece üstün körü geçmiş. Hatta bence bilinçli olarak uzak durmuş.  Biraz açalım;

Kuşatmanın, her iki taraf adına moral dengeleri değiştiren bazı gelişmeleri vardı ve bunlar yapımda kendilerine yer bulmuşlar. Mesela top “Şahi”nin surlara ilk ateş edişi, Giustiniani’nin şehri savunmaya gelmesi, Ceneviz filosunun Osmanlı ablukasını yarıp şehre asker ve erzak ulaştırmayı başarması, gemilerin Haliç’e karadan yürütülerek indirilmesi ve ay tutulması gibi. Ancak atlanan iki unsur var. Ve bu unsurlar her iki tarafta da cereyan ediyor. Osmanlı tarafında bu Akşemsettin’in rüyasıyla sahabe Ebu Eyyub El-Ensari’nin kabrinin bulunmasıdır. Bu olayın Osmanlı kampındaki etkisi moral olarak bir patlama olmuştur.

Bizans tarafında ise olan şey daha uzun vadeye yayılmış daha temel bir ayrımdı. Şehirde Katolik yardımının bağlandığı şart olan Ortodoks ve Katolik Kiliselerinin Katolik Kilisesi çatısı altında birleştirilmesi teklifine karşı başlatılmış ve neredeyse Osmanlı Ordusu’na karşı verilen savaş kadar ateşli bir dini savaş da vardı. Bizanslılar Osmanlıların şehirlerini almasını istemiyordu. Ancak Katolik Kilisesi çatısına alınmak konusunda da aynı ölçüde tepkiseldiler. Bu noktada belirtilmesi gereken önemli nokta şudur. Bu sadece bir inanç meselesi değildir. Bizans –veya gerçek adıyla Doğu Roma İmparatorluğu- Ortodoks bir imparatorluk değildir. Bilakis Ortodoks inancının bir misyonu dünyadaki kurumsallaşmış organıdır. Yani bir nevi aynı şeylerdir. Sosyalist dönem öncesi Çarlık Rusya’sı daha sonra bu bayrağı almış ve Rus Devleti Ortodoks Hristiyanlığı’nın fiziksel ve kurumsal hali bir başka deyişle misyonu olmuştur. Buradan hareketle Konstantinapolis’in düşüşü ile Bizans’ın misyonunun elinden alınması arasında büyük bir fark yoktur. O kadar ki fetihten önce Katolik kilisesine karşı olanların başını çeken Gennadios fetihten sonra şehirde kalan Romalılarca patrik seçilir ve Fatih tarafından onaylanarak görevi devralır.

Hem drama hem de tarihi olarak ilerlemek için oyunculuklara göz atalım. Öncelikle belirtmem gereken iki husus var. Bunlardan birincisi şu ki, bütün oyuncular oynadıkları karakterlerin hem fiziksel hem politik hem de ruhsal durumlarını büyük bir başarı ile yansıtmışlar. Ben sırıtan bir oyuncu görmedim. Belki bir tanesi karakterinden daha ziyade kendi medyatik kişiliğini tam üzerinden atamamış diyebilirim ama bunun da bilinçli olduğunu düşünmediğim için üzerinde durmuyorum. İkinci olarak beni keyiflendiren bir konseptten bahsetmekte fayda var. Oyuncuların ezici çoğunluğu Türk olmakla birlikte İngilizce konuşmuşlar ve “iyi” konuşmuşlar. Fakat bu cümleden bir batı kompleksi çıkartmayın çünkü kast ettiğim “iyi” son derece doğal bir “iyi”. Gayet iyi konuşuyorlar ama aynı zamanda İngilizce’yi iyi konuşan Türklerin beylik hatalarını yapıyorlar. Özellikle “R” telaffuzunda bir Türk stili var. “R”yi native gibi söylemeye çalışan Türkler bunu yaparken sevimli bir imza atıyorlar dile. Bence Türk stili İngilizce olarak karakteri olan hoş bir detay bu.

Şimdi tek tek oyunculara geçelim. Yazı boyunca özellikle II.Mehmet, genç padişah olarak andığım ve fetihle büyüyen “Fatih Sultan Mehmet” rolündeki Cem Yiğit Üzümoğlu’nun olağanüstü bir iş çıkardığını düşünüyorum. Öncelikle oyuncunun müthiş bir karizması var. Bu karizmanın ilerideki kariyerinde roller içinde eriyeceğini varsayarsak büyük, hatta uluslararası bir oyuncu gelebilir ümidini taşıyorum. İngilizcesi bence dizinin en iyisi ayrıca… Oyuncu bir anglo sakson değil dolayısıyla bu dili çok iyi konuşmasına gerek yok. Ancak oyuncu dili rolüne hizmet eder bir vurguyla kullanmış, dolayısıyla dil, performansına çok şey katmış. Şunu da unutmayalım. Mesela bir Atatürk filmi düşünelim, Atatürk’ü esmer kara yağız bir oyuncu oynasın. Bu büyük bir fiyasko ile sonuçlanacaktır. Ama resmi olan ve imajı Türk halkının bilinçaltında olan bir padişahı ona hiç benzemesine rağmen bu kadar başarıyla –ya da kafamızdaki imaja yakışan bir şekilde- canlandıran oyuncuyu gerçekten tebrik etmek gerekli.

Her ne kadar Üzümoğlu’nun Fatih’i kendimizi bildik bileli alıştığımız padişah tiplemelerinden daha farklı ve “bireysel” ise de ben yine de bu eski tarz kostüm karaktere daha çok yakışmış diye düşünüyorum.

Çandarlı Halil Paşa rolünde Selim Bayraktar paşayı harika yansıtıyor. Ancak burada cast’a da bir parantez açmak gerekir. Usta oyuncunun fiziksel görünümünden zeki bakışlarına kadar –ki idama götürüldüğü sahnedeki derin tavrını da unutmamak gerekir- oyuncuyu kim seçmişse onu da kutlamak gerekiyor. Bu rol Selim Bayraktar için yazılmış gibi ve oyuncu da hakkını vermiş.

Giovanni Giustiniani rolünde Birkan Sokullu’nun koreografideki başarısına zaten değinmiştik. Bununla birlikte oyuncu ideali olmayan bir paralı askerden bir aşık ve sadık bir dava adamına doğru evrilirken geçişleri o kadar yumuşak yansıtmış ki geçişler doğal bir ritimle izleyiciyi rahatsız etmeden kotarılmış.

XI.Konstantin rolünde İtalyan oyuncu Tommaso Basili hakkında iki farklı düşünceye sahibim. Basili, düşen şehrin ve imparatorluğun son imparatoru olarak surlarda kahramanca ölen adamı ve taşımak zorunda kalığı ağırlığı son derece başarıyla yansıtmış. Ancak bence yapımın vizyonu ile ilgili olarak bu yön çok ağırlıklı kalmış. Yapımda imparator Ortodoks Hristiyanlığa son derece bağlı ve sebeplerden çok ötede tevekkül sahibi, Roma tarihine gereğinden fazla derecede bağlı bir idealist olarak gösteriliyor. Muhtemelen öyleydi de. Ancak Konstantin aynı zamanda imparator olmadan önce Mora’da vasalı olduğu II.Murat ile savaşan, Şehzade Orhan’ı rehin tutan, Giustuniani’yi ve İskoç lağımcılarını tutan, Venedik, Ceneviz ve Papalık’tan belli oranda destek alabilen ama bu sırada Papalığın kiliselerin birleştirilme talebini de ustalıkla oyalamış son derece güçlü de bir devlet adamıydı da aynı zamanda.

XI.Konstantin’in omuzlarında ağır bir yük var.

Loukas Notaras rolünde Osman Sonant’ın da farklı rolleri başarıyla canlandıran bir oyuncu olduğunu görebiliyoruz. Sonant, Notaras’ın motivasyonlarını karikatürize etmeden son derece açık şekilde izleyiciye verebiliyor. Çok yönlü bir karakter koyuyor izleyicinin önüne.

Zağanos Paşa rolündeki Ushan Çakır ve George Sphrantzes rolünde Tuğrul Tülek de farklı açılardan görevlerini yapıyorlar. Tülek, iyimser, idealist ve sadık bir karakteri yansıtıyor. Karakter çok yönlü sayılmaz ama görevini yapıyor. Ushan Çakır daha komplike –ama sahne zamanı da hatrı sayılır derecede çok- olan bir karakter ortaya koyuyor. Zağanos Paşa güçlü ve hırslı bir genç adam. Ve Çandarlı’ya olan düşmanlığı sadece Fatih’ e olan dostluğu ile ilgili değil. O, güçlü sadrazamı tahttan indirmek isteyen genç bir vezir, bir rakip, sonunda galip gelen bir rakip… Oyuncu bunu başarıyla vermiş.

Kadın oyunculara ayrı bir başlık açmak istiyorum. Dizinin kadın yıldızı Tuba Büyüküstün iyi niyetle çok güçlü bir karakteri yansıtmaya çalışıyor. Amacı bir yıldız olarak görünmek değil, bir Netflix yapımında hatrı sayılır bir performans göstermek… Rolüne ve projeye de oldukça sadık. Ancak bir şekilde onu izlerken Mara Brankoviç’i değil Tuba Büyüküstün’ü seyrediyoruz. Bununla birlikte oyuncunun bir handikapı var hakkını yemeyelim. Büyüküstün bir ilişki içinde değil!.. Bu önemli… Yapımın erkekleri bir ölüm kalım savaşı içindeler, yapımın kadınları da ölümcül zamanlarda tutundukları aşkların içindeler. Tuba Büyüküstün ise bu enstrümandan yoksun. Belki anne rolleri için henüz erkendir.

Diğer kadın karakterlerden vicdanı temsil eden Ana’nın karakteri bence tek boyutlu olsa da oyuncu Damla Sönmez’in genç padişahla yüzleştiği sahnede gösterdiği gücün karakteri zenginleştirdiğini, dahası vicdan, beyazlık gibi hasletlere sahip insanların realite içinde neyin ne olduğun anlamalarına rağmen bu kararı verebileceklerine dair güzel bir gönderme olduğunu düşünüyorum. Ayrıca Ana, Notaras’ın karakterine de boyut katan samimi bir sevgi içinde. Therma rolündeki İlayda Akdoğan’ın güçlü performansını da beğendiğimi belirtmeliyim. Belli bir seksapeli yansıtan yegane kadın oyuncu olarak aşkı ile şehirden ayrılma kararlığı arasındaki geçişlerde gösterdiği gizli motivasyon emarelerinin oyuncu tarafından ustaca kotarıldığını düşünüyorum. Hatta o kadar ki babası George Sprhantzes’in karakterinin neredeyse tam tersi olarak dizayn edildiğine dair işaretler görmediğimi söylersem yalan olur.

Mara Brankoviç- Tuba Büyüküstün, Ana- Damla Sönmez, Therma Sphrantzes – İlayda Akdoğan

Bir iki küçük noktaya dair de fikrimi söylemem gerekirse. Şehre yapılan son hücumda biraz Battle Of Bastards gördüğümü, Fatih’in şehre girişinin daha görkemli şekilde –tam olarak Zonaro’nun resmine dayanarak- resmedilebileceğini ve Netflix’te uluslararası ilgi gören Diriliş Ertuğrul’un kostümlerinin, yapımın kostümlerine gerekenden fazla etki ettiğini düşündüğümü söyleyebilirim.

Ancak bunlar küçük şeyler ve ben bir otorite olmadığım gibi yapılan bu seçimlerden de son derece keyif aldığımı belirtebilirim. Daha derin bir konu olarak belirtmek gerekir ki ve daha doğrusu bu kaliteli yapımla gördük ki, günümüz Türkiye’si ve Dünyası’nı arkamızda bırakıp geçtiği zamanların ruhunu yansıtan tarihi yapımlar ortaya koyarsak, paradan, imkandan ve teknolojiden ari olarak son derece keyif alınan ve kaliteli yapımlar ortaya koyabiliriz. Eğer amacımız günümüz dünyasına ve Türkiye’sine mesaj pompalamak olursa ortaya çıkan şeyler karikatür oluyor çünkü. Hatta dikkatli gözler için yapımı eleştirdiğim noktaların da bu konseptle ilgili olduğu açık. yapım bazı noktaları yumuşak geçerek ya da değinmeyerek dönem ruhundan uzaklaşıp günümüz Türkiye’sine dair bir mesaj veriyor. Yine de kaba bir propaganda olmadığı da açık.

Herşeyin sonunda, bize bu kaliteli yapımı büyük bir özenle hazırlayıp sunan Emre Şahin’e teşekkür etmemiz gerekiyor sanırım. Bu kaliteyi özlemiştik…

Hoşça kalın.

Yazıyı beğendiniz mi?

Ortalama puan 5 / 5. Oylama sayısı: 1

Bunu oylayan ilk kişi olun

RSS
Follow by Email
Twitter
Visit Us
Follow Me
YouTube
YouTube
Instagram

Cevap Yaz

Oturum aç:

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir