Bugün, Cem Yılmaz’ın merakla beklenen ve yayınlandığı tarih olan 13 Mayıs’ta bile, hemen Netflix Türkiye’nin bir numarası haline gelen dizisi Erşan Kuneri’yi inceliyoruz. Dilerseniz geleneksel spoiler/sürprizbozan uyarımızı yapalım ve dizinin fragmanını izleyerek incelememize başlayalım.
Yapım, biri olayların yaşandığı dönemde ve diğer yedisi mini filmlerde geçen sekiz hikaye sunduğu yolculuğunda hem Türkiye’nin hem de sinemasının yakın tarihine ışık tutuyor.
Bölümler bazında başlayacağımız incelememizi, yapımın geneline dair fikirlerimizle bitirmek üzere devam edelim.
Dizinin ilk bölümü Kuru Murad, Erşan Kuneri’nin (Cem Yılmaz), GORA filminde gösterilmiş olan ve 1980 darbesi ile girdiği hapisten çıkması ile açılıyor. Bu açılışın doğal sonucu olarak da hem Cem Yılmaz sinematik evreni ile ilişkisini hem de Türkiye yakın tarihine dair panorama özelliğini vurgulamış oluyor.
Eski pornocu veya kendi tabiri ile “donunu çıkarmamış” seks filmi oyuncusu Erşan’ın bu döngüden çıkma kararı ilk başta zayıf, samimi ve hatta inanmaz tepkilerle karşılaşsa da, bir grup olarak kendine bir yol çizmek isteyen eski ekibin farklı ve meşru şeyler yapma umudu baskın gelerek dizinin macerası başlatılmış oluyor.
Genelde porno filmlerin bir özelliği olan, popüler filmlerin hem senaryo hem de isim parodisi olmaları özelliğinin sonucu olarak yaptıkları ilk iş de Kuru Murad oluyor. Murat’ın son harfini de “d” yaparak kaçındıkları telif endişesinin bile gülümsettiği bu proje, oyuncuların kendi evrenlerinde bir tanışma ve Kuru Murad sekanslarında özellikle Feride’nin (Merve Dizdar) yüksek performansı ile keyifli bir kompozisyon sunuyor.
İlk bölümle ilgili dikkat çeken olumlu noktaları kısaca özetlersek, Ezgi Mola’nın Alev karakterinde istikrarlı bir başlangıç yaptığını, Kuru Murad’daki ege/trakya şivesinin Ata Demirer’e tatlı bir sataşma olduğunu ve prodüksiyon kalitesinin yüksekliğini sayabiliriz.
Olumsuz anlamda belki biraz tutuk bir başlangıçtan söz edilebilir.
Gri bir nokta olarak ve daha ziyade dizinin geneline dair konuşursak da, prodüksiyon kalitesinin parçası olan ancak arka plandaki bilinçaltı -ve hatta bazen kör göze parmak olarak- cinsel temaların yoğunluğundan bahsedebiliriz. Buraya tekrar döneceğiz.
İkinci bölüm olan Ebenin Avı ise mini filme yol açması için bir tık zorlama olan bir büyü sekansı ile açılıyor. Yine de amacı net anlaşılan bu sekansın komik olduğu yadsınamaz.
Ekibin bir korku filmi çekme kararından sonra aralarına giren kimin en son öleceği mevzu son derece keyifliyse de asıl aksiyon mini film Ebenin Avı’nda geçiyor.
Ebenin Avı daha ziyade bir gönderme bölümü olarak dikkat çekiyor. Türk Sineması’nda pek yeri olmayan bu janrın çekim kararının 13.Cuma filminden gelmesi ile tedbir alınan bölümde dikkati çeken noktalar, bahsi geçtiği gibi genelde göndermeler ve sinema tarihine yapılan saygı duruşları oluyor.
Yine de finalin anlamsız ve imkansız yapısı bu tarz filmleri çok iyi yakalayan bir gözün eseri.
Son tahlilde göndermelerin gereğinden fazla olduğunu düşündüğüm bölümle ilgili söylenebilecek çok da fazla bir şey yok.
Kooperatif Kemal isimli üçüncü bölüm, bar çıkışında, ikinci filmi komik bulan gazeteciler ve sarhoş Erşan, Alev ikilisi ile açılıyor ki, hem dizinin seyirci ile ilk özdeşleştiği hem de mini filmi ile seri içinde en başarılı bölümün perdesini açıyor bu sahnesiyle.
Üçüncü bölümde ekibin ikiye bölündüğü bir yapı ile karşılaşılıyor. İbrahim ve/veya Tumtum (Uraz Kaygılaroğlu) ve Altın (Çağlar Çorumlu) farklı motivasyonlarla da olsa 1980 sonrası yeni yeni kendini göstermeye başlayan toplumsal filmler yönüne doğru gider ve klişe sol sosyalist tiplemelerden bir ekiple yollarına devam ederken, Erşan, Alev, Feride ve Seyyal (Nilperi Şahinkaya) kadının özgürleştiği ve androjen modanın ayak seslerini hissettiren bir dans koreografisine meylediyorlar. Biz de 1980’lerin ortalarına yaklaştığımızı anlıyoruz böylece.
Ekibin aklını başından alan ödül düşüncesinin çok keyifli işlendiği bölümde, her oyuncu bu tutkuyu doyasıya yaşarken özellikle mini film Kooperatif Kemal’de gizli polis ve deli rolündeki Uraz Kaygılaroğlu’nun, Mahsun Kırmızıgül’ün Mucize’sine açık gönderme olan karakterine ikide bir, “Ödül gelir mi?” dedirtmesi gerçekten izleyiciyi olağanüstü eğlendiriyor.
Yine bölümün finalinde Çağlar Çorumlu’nun karakteri Altın’ın en iyi kadın oyuncu ödülünü -yanlış okumuyorsunuz- kaçırdığında gösterdiği tepki de takdire şayan.
Cem Yılmaz’ın, entelektüel Feride’ye -ki karakter, değişmek isteyen Erşan’ın ilk toplumsal onayıdır- yaptığı tirad ve ödül hakkındaki “Vermezler ki!..” anını çok özel bulduğumu ama aynı anda negatif de olabilecek bir nokta olarak buraya, genele dair inceleme kısmında döneceğimi belirtmeliyim.
Ana akışını bir çeşit Birdman alegorisi olarak gördüğüm bölümün -ki zaten tüm yapım da aslında farklı şeyler yapmak isteyip bir türlü emeği ve vizyonu anlaşılmayan ya da kendisine inanılmayan bir Kuneri/Yılmaz alegorisi olarak da değerlendirilebilir.- film kısmı ise belki kişisel olacak ancak Türk bilim ve sanat enteljansiyasının “olaya” tamamen yanlış baktığına dair ortak bir düşüncenin manifestosu olarak çok başarılı kotarılmış. Mini filmde son derece başarılı olan Muammer/muhtar (Zafer Algöz) karakterinin öğretmen Kemal/Erşan’a “Sen kendini bir yere koydun” dediği sahnenin ciddi bir düzeltme olduğunu düşünüyorum. Köylünün de birey olduğuna ve idealist entelektüelin iyi niyetine bu formasyonu da eklemesi gerektiğine dair anlaşılabilecek sahnenin, üç kız kardeş bazında çok eğlenceli oynandığını da kabul etmek gerekir.
Umut Veren Halk ödülünü alan film, tüm diziye dair de bir fikir vermekten de geri durmuyor.
Bölüme dair son bir not olarak Seyyal rolündeki Nilperi Şahinkaya’nın rolünde dengesini bulduğundan bahsedilebilir.
Kötü Mal namlı dördüncü bölüm, Türk Sineması’ndaki sayısız klişesine ek olarak TRT’nin bir dönem popüler dizisi İz Peşinde’yi de bünyesinde barındırıyor. Ancak komedi unsurunu belirgin kılan sebep ana senaryodan geliyor daha çok.
Kooperatif Kemal’in sosyal duruşunun Kültür Bakanlığı’nın dikkatini çekmesi sonucunda bir kamu spotu olarak finanse edilen Kötü Mal, eski porno sineması oyuncuları olan ekibi şaşırttığı kadar trajikomik şekilde umutlandırıyor da çünkü.
Kötü mal adı üstünde uyuşturucu ile ilgili bir film. Cüneyt Arkın’ın, Dirty Harry benzeri polis karakterlerinden ilhamını alan mini film, olaylara şaka ile karışık farklı bir açıdan yaklaşıyor. Arz talep bazlı bir ikilem, “içmeyin şu mereti” climaxi ile eğlenceli ama tekrar etmek gerekirse farklı bir yöntemle de çözülüyor.
Ana senaryoda, özellikle Kültür Bakanlığı desteği öncesinde krizde olan ekibin erkeklerinin atari, kızlarının ise şarkıcılıkla “yırtmaya” çalışmasına şahit olan izleyici, atari konusunda bağımlılığı, şarkıcılıkta ise kulağın önemine dair esprili sekanslarla karşılaşıyor.
Bu arada simülasyon ile gerçek arasındaki ilişkiyi temsil eden -ki Zafer Algöz’ün Muammer’inin ağzından duyduğumuz şekline ek olarak- yapım içi bir gönderme olarak Doyamadım’ın soundtrack ana teması Ne Oldu Yaram’ın, uyuşturucu fabrikası duvarında yazılması gibi hoşlukları da görüyoruz.
Beşinci bölüm Faqbadi, İranlı bir yönetmenin gerçekten ses getirebilecek bir projesini kıskançlıkla engelleyen Erşan’ın, oryantalist klişelere olan düşmanlıkları listelediği bir bölüm olarak dikkat çekiyorsa da, yine oryantalist bir mini filmle sona eriyor.
Faqbadi, özellikle Cem Yılmaz’ın sevimli ve Çağlar Çorumlu’nun usta oyunculuğu ile gerçekten başarılı bir iş oluyor. Kısa rolü ile Zafer Algöz’ün de yaydığı tehditkar havayı anmak aynı ölçüde elzem.
Ali Baba ve Kırk Haramiler ile doğu masallarını birleştiren bir film olarak Faqbadi bilinçaltına dair sürekli tekrar eden mesajların belki biraz rahatsız edici olduğu ama çok eğlenceli bir bölüm. Bir ara politik bir çizgi edinse de kısa sürede eğlence içinde kayboluyor bölüm.
Bölümle ilgili olarak son bir not olarak İranlı yönetmen Ameen Faryadi ve Tilki Selim rollerinde aynı anda boy gösteren konuk oyuncu Necip Memilli’nin yüksek bir performans gösterdiğini belirtebiliriz.
Eş bölümler olan Blue Box ve Erman, altıncı ve yedinci bölümler olarak teknolojinin sinemaya getirdikleri ve götürdüklerinden, sosyal eleştirisine kadar hem bir meydan okuma hem de ciddi bir ton farkı olarak kendini belli ediyor.
Özellikle Erman olarak çok güldüren güç sahneleri olsa da -ki Superman Cem Yılmaz’ın ilk stand up konularından biridir-, hem mini film hem de ana senaryo çemberin artık daraldığı bir noktaya işaret ediyor.
Öyle ki Superman alegorisi Erman -SupERMAN, Erman/Erkek Adam, He Man gibi birçok alegori aynı anda akla gelebilir- mini filmde zamanda geriye giderek sorunları çözüyor. Bu aslında Erşan’ın da özlemi ama gerçek hayatta geçmişe dönme imkanı olmadığı için bu cesur projenin sonunda ekibin maddi anlamda sonu geliyor.
Bu iki bölümün bir başka özelliği ise Cem Yılmaz sinematik evrenine yaptığı direkt bağlantılar. Şahikalar’ın senaristi Ahben’in gençliğinin -ve vizyonerliğinin-, Arif’in albümlerinin, Özkan Uğur’un Dimitri’sinin boy gösterdiği bu bölüm sadece bir hoşluk olarak kalmıyor, yapımın salt tarihi bir Yeşilçam parodisi olmadığını da ilan ediyor.
Kişisel bir not olarak Erşan Kuneri’nin bu bölümle son bulmasının çok daha etkili olmuş olacağını düşündüğümü de eklemeliyim.
Yine kişisel fikirlerim olarak, Erman’ın gözünden lazer çıkartmalı sahnelerine çok güldüğümü ve Erdek’in ana karadan kopmasını da dahiyane bulduğumu ayrıca not etmeliyim.
Dizinin son bölümü Doyamadım, aslında tek/stand alone olarak yapımın toplam kalitesine biraz sekte vuran ancak birkaç sezonluk bir materyalin köprüsü olmak için tasarlanmış bir bir bölüm.
İflas eden Erşan’ın, porno zamanındaki yapımcılara dönmek zorunda kalıp arabesk bir film ile tekrar yükselmesini anlatan bölüm, bir tür mutlu son olmak üzere tasarlanmış.
Bununla birlikte girişi çok uzayan mini film Doyamadım, gelişme sekansından sonra arabesk filmlerin bütün klişelerini sıralayarak çok keyifli bir seyirlik sunmaktan da geri kalmamış. Ana senaryo gibi mutlu sonla biten Doyamadım, aslında Erşan’ın felsefesini ana konuya bağlıyor. Çünkü Erşan, birnevi “yeni ve vizyoner” fikirlerini, insanların dikkatini çekecek avam bir katarsisle değiştirmeye karar veriyor.
Orhan Gencebay alegorisi olan arabesk karakteri iken “Yıkılmayacağım!” diye bağıran Erşan’ın bilinçaltı, yazdığı senaryoya geçerek başarılı bir iş yaptığı kadar bir önceki paragrafın ana fikrini de pekiştiriyor.
Belki aynı sebeple de -bilinçli bir alegori olarak- diziyi yedinci bölümde değil sekizinci bölümle ve mutlu bir sonla bitiriyor.
Evet, tek tek bölümlere dair açıkladığımız yapıma dair genel değerlendirmemize geçelim şimdi.
Öncelikle ve çok çok olumlu olarak, Erşan Kuneri’nin prodüksiyon kalitesinin son derece yüksek olduğunu ve yansıttığı sekiz evreni de olağanüstü başarılı yansıttığını belirterek başlamak sanırım hakkaniyetli bir başlangıç olur. Ana senaryonun geçtiği yetmişler sonu ve seksenler başının moda ve görselliğinin, modern çağın en başarılı dönemi olduğunu düşünen biri için bu temsilin ne kadar keyif verdiğini anlatmaya gerek olduğunu da düşünmüyorum.
Bununla birlikte prodüksiyon sadece bu dönem için değil, bahsettiğimiz gibi diğer yedi set için de aynı başarıyla kotarılmış. Büyük bir özen var. Doyamadım’ın sinematografisinin ana senaryodan birkaç yıl sonrasına dair olmasına rağmen farkı, polislerin üniforması, silah sesleri, hatta düğünde takılan paralara kadar büyük bir özen var. Mahallesinden, barına, fakir evinden, kişisel villalara kadar yine aynı özen ve ayrım kendini gösteriyor. Sanat tasarımı tek kelimeyle mükemmel bir başka deyişle.
Oyunculuklar bazında kısa bir inceleme yaparsak, her oyuncunun işini yaptığını ve oyuncuların sekiz farklı rolün bazılarında özel performanslar verdiğini söylemek uygun olur. Şu ana kadar söylediklerimize ek olarak, ana senaryodaki Ezgi Mola’nın, dizinin ilk bölümünden son bölümüne kadar istikrarlı bir performans sergilediğini, Çağlar Çorumlu’nun Faqbadi ve Kooperatif Kemal’de özellikle parladığını, Merve Dizdar’ın yapıma bir tık parodi olarak yaklaştığını ama önemli gördüğü anlarda sahne çaldığını -oyuncu gerçekten özel bir yeteneğe sahip-, Bülent Şakrak’ın ise özellikle gerçekçi rollerde göründüğü mini hikayelerde parladığını eklemek yerinde olacaktır.
Daha yan rollerdeki iki isme de değinirsek Can Yılmaz’ın Eryetiş karakterinin doğal karizması ve gerçekliği ile çok tanıdık hissettirdiğini ve kısıtlı rolüne rağmen, özellikle son film Doyamadım’da Coşkun olarak, eline çifteliyi aldığı andan finale kadar gösterdiği performansla Ozan Çelik’i de anmak gerektiğini belirtmeliyiz.
Ancak oyunculuklarla ilgili bir nokta daha doğrusu bir isim var ki, burada ayrı bir paragraf açmak daha faydalı olur kanaatindeyim; Nilperi Şahinkaya… Fiziksel görünümü ve tavırlarıyla Ajda Pekkan’ın alegorisi olan oyuncu, her geçen bölümde daha doğal, daha rahat ve daha güvenli bir iş çıkartmış.
Yapımın bir Yeşilçam ve Türkiye yakın tarihi olduğundan bahsetmiş, bu iki ana damara bir de Cem Yılmaz sinematik evreninin eklemlendiğini de not olarak eklemiştik. Gerçekten de yapım, olan biteni, ekibin başına gelenlerle son derece başarılı ve didaktik olmaktan uzak bir şekilde anlatıyorken, fantastik yapısı ile Erman’ın efektleri, barda direk dansı veya Erşan’ın kay kay salonu işletmeciliğini de doku uyumsuzluğuna sebebiyet vermeden senaryoya yedirebiliyor. Cem Yılmaz’ın çok direkt olmasa da, siyasi ve ekonomik bazı göndermeleri de var. Yine de siyasi eleştirileri daha çok sosyal başlıklarda ve yönetenlerden ziyade yönetilenler üzerinden izliyoruz.
Göndermeler, tıpkı prodüksiyon kalitesi gibi, Cem Yılmaz’ın bir tür alamet-i farikası olarak kendini gösteriyor. Bazen komik, bazen yapıma katman katan, bazen de bütünleyen bu göndermeler, bazense çok geliyor… Bu konuda özellikle bir yorum yapmayacağım, zira bunu seven de var sevmeyen de. Sadece, Cem Yılmaz’ın kaliteye ek olarak “farklı” bir şey yapmak istediğini varsayarsak, ki Erşan Kuneri karakteri esasen bu durumun bir temsili gibi görünüyor, bu göndermeler kendisine ket vurabilir.
Cem Yılmaz’ın vizyonuna zarar verebilecek bir başka başlık ise, kendine ait bazı klişeler. Romantik anlardaki müzikler, kullandığı ses tonu, Sadri Alışık, Ayhan Işık ve sinema tarihine saygı duruşları… Tüm bunlar yüksek kaliteli ama “aynı işi” ortaya koymasına sebep oluyor.
Oyunculuk başlıklarında kendisini değerlendirmediğimiz belki dikkatlerinizi çekmiştir. Bunun sebebi şu; bu karakter Erşan Kuneri’den çok Fundamentals’taki Cem Yılmaz. Gözlemleri, alerjileri, rahatsızlıkları, fikirleri, tavsiyeleri, eleştirileri ile kendi bakış açısını komik ama sert bir şekilde topluma yansıtan bir öğretmeni izliyoruz seride ve hatta seri olarak. Yine de Faqbadi’deki veya sarhoşkenki performansları oyunculuk bazında çok başarılı Yılmaz’ın. Ne zaman ki misyonunu unutuyor, o zaman keyifli bir seyirlik izletiyor oyuncu. Bununla birlikte bu bir seçim ve yapımcı neyi nasıl yapmak isterse öyle yapar. Biz bunu sadece bir sebeple dile getiriyoruz; Cem Yılmaz, aşılamayacak salt bir sinema kurmak ister gibi görünüyor. Bu zor bir ikilem, çözümü de bizde değil. Cevap belki, Hokkabaz’daki veya Her Şey Çok Güzel Olacak’taki ana karakterlere biraz klişe dışı karanlık eklemek olabilir veya onları daha gerçek kılmak… Bu, çok zor bir iş!..
Peki neden Fundamentals’ı, keyif alarak ve yüksek bir kaliteyle de olsa Erşan Kuneri adlı 70’lerin İsveçli rockçılarına benzeyen bir formda izledik. İşte o nokta, tüm yazıda bizim açımızdan en anlaşılmaz nokta. Şöyle ki; Erşan Kuneri daha önce izlediğimiz Erşan Kuneri değil ancak yaptığı ve kurtulmaya çalıştığı iş; porno/erotik film yapımcılığı ve oyunculuğu… Bu durum, yapıma, yazımızın başlarında bahsettiğimiz çok ciddi bir aleni veya bilinçaltı seks öğesi zenginliği ekliyor. Yani Erşan Kuneri’nin kayıp kimliği yapıma, seks çağrışımlı diyaloglar, erotik senaryolar, seks temsilleri, vajina şeklinde logolar, altın kobralar, gümüş testisler, penis desenli duvar kağıtları ve işlenen, biraz saldırgan hatta ceza içeren yoğun bir eşcinsellik gibi cinsel ağırlıklı tezahürler olarak katılıyor.
Bir başka deyişle, göndermeleri çok ciddiye alan ve mühendisliği çok ciddi düşünülmüş, aynı zamanda tarihi/siyasi anlamda değilse de sosyal olarak didaktik ve eleştirel bir dili seçen böyle bir yapımda Erşan Kuneri’nin karakteri ile yer değiştiren bu yoğun cinsellik temasının çok net bir misyonu var gibi görünmüyor. Veya tam tersi bir şekilde çok sayıda ve anlamı kaybettiren misyonları var gibi görünüyor. Duruma sadece komedi unsuru olarak bakarsak, yer yer güldüğümüzü ancak bunun sanatçının kaçınmak istediği ölçüde klişe olduğunu belirtmemiz gerekir.
Son söz olarak; Cem Yılmaz’ın izleyiciye, kaliteden ödün vermeden, belli bir seviyenin üzerinde komik ama asıl amacının komedi değil bir tür eleştirel tavır olduğu, ne yaparsa yapsın izleyicilerin beğenme konusunda bölüneceği özenli bir yapımı hediye ettiğini söyleyebiliriz. Bazı kaçınılmaz zorluklar, sanatçının kendini tekrar etmeye meyilli olduğu konu başlıkları ve kendi çapımızdaki soru ve eleştirilerimiz dışında, belki paranın gerekliliğinin ve olaylarındaki merkez rolünün daha ciddi ele alınmasının, yapımın arzu edilen mahiyetine daha iyi hizmet edebilecek/edebilirmiş olduğu şerhini de düşerek, ikinci sezonu merakla beklediğimizi de ayrıca ifade edebiliriz.
İkinci sezonda ve umarız ki çok daha önceden de tekrar görüşmek dileğiyle… Hoşça kalın.
İlginizi Çekebilir
Türe Dair Bir Ergenlik Vakası: Kendi Ajandası...
Atiye 2.Sezon; Hadi Canım!..
Make Love Not War Ya da Baba Oğul İlişkileri ...
2021’e Veda 4 ve Final – Netflix'in Başat Fan...
The Mandalorian
Bir Bu Eksikti; Bir Star Wars Hikayesine Eleş...
Merhaba, ben Murat B.Sarı. Eğer sitemizi ilk döneminde takip ettiyseniz beni “Yarıaydın” olarak hatırlayabilirsiniz. Aslında bu rumuz hakkımda oldukça açıklayıcı denilebilir. Yani şu evrendeki bilginin ne kadarına hakim olabilir ki insan? Günümüz dünyasında “T” insan olmak makbul ve ben uzmanlığımın sanata dair herşey hakkında olmasını yeğliyorum. Umarım bunu birlikte başarırız. Yeni maceralarda görüşmek dileğiyle…