Bugün, beyazperde ve retrospektif kategorilerimizin de alanına giren bir konuyla karşınızdayız; Vampirler… Vampir filmlerinin ve fenomenin kaynağı olan Vlad Tepeş’in tarihçesine değineceğimiz bu dosyamızda esas odak noktamız ise 1980 sonrası kült vampir külliyatı olacak. Dilerseniz lafı fazla uzatmadan bu kanlı ve “elegant” dünyaya hızlı bir geçiş yapalım.
Bilindiği üzere tarihte ilk vampirin Eflak Voyvodası “Vlad Tepeş / Kazıklı Voyvoda” (1431-1476) olduğu söylenir. Hikayeyi hepiniz biliyorsunuz, elçileri kazığa oturtan ve yemeklerini bu manzara karşısında yiyen eski Osmanlı Vasalı’nın zalim ünü o kadar yayılır ki insanlar onun kan içici bir şeytan olduğuna inanırlar. Adı da Dracula olarak anılır. Aslında burada kendisine haksızlık etmeyelim, Vlad Tepeş’in babasının adı Dracul’dur ve Dracula da Dracul’un oğlu anlamına gelir; yani ejderhanın ya da şeytanın oğlu… Yine Osmanlı Sarayı’nda önemli bir süre rehin olarak kalan Vlad, evine döndüğünde ailesini diğer Romen Beyleri tarafından yakılmış halde bulur. Kısaca dönemi de anormal bir dönemdir. Neyse, Vlad yaşar, ölür ve arkasında, ilginç bir bıyıklı portre ile korkunç bir ün bırakır.
Olayların arka planı, her şeyde olduğu gibi bu olayda da daha girifttir. Vlad, babası Dracul tarafından, kardeşi Radu ile birlikte rehin olarak Osmanlı Sarayı’na gönderilir. İki kardeş Edirne’de büyürler. Ne zamanki Macar tarihinin çok önemli figürü Hünyadi Yanoş, Eflak’a girer ve Vlad’ın babası Dracul ile abisi Mircea’yı öldürür, o zaman hükmetme yetkisi kendisine geçer. Olayları hızlandıran bir diğer gelişme de, Hünyadi Yanoş’un, Vlad’ın kuzeni Vladislav’ı Eflak Voyvodası olarak ataması ve Osmanlı sınırlarına akınlar düzenlemesi olur.
Hünyadi Yanoş ve Fatih arasında, neredeyse tüm hüküm dönemleri boyunca süren büyük bir rekabet bulunduğunu da belirtmemiz gerekir. İki hükümdar da zaman zamman birbirlerini yenmeyi başarmıştır. Bununla birlikte Yanoş Osmanlı hükmünü zayıflatamasa da Fatih’in Belgrad’ı alma girişimini önlemeyi başarmıştır. Her şeyin sonunda mücadelelerinin berabere bittiğini söylemek isabetli olur
Edirne’nin Macar planına verdiği karşılık, Vlad’ı Eflak Voyvodası olarak tanımak ve Voyvoda’nın askeri gücünün Osmanlı kuvvetleriyle desteklenmesi olur. Gerek Osmanlı’nın askeri gücü gerek Vlad’ın dehası eseri olarak da Vladislav mağlup edilir ve Vlad Eflak Voyvodası olarak hükmünü tesis eder. Zaten bir noktada Macarlar da kendisini tanıyacak ve daha önce destekledikleri Vladislav’dan desteklerini çekeceklerdir.
Vlad bir iç savaşla ele geçirdiği tahtını, özellikle şiddet ve dehşetin sistematik kullanımı ile destekleyince Dracula ünvanını alır.
Vlad, voyvoda olunca, öyle anlaşılmaktadır ki, vasal statüsünü değiştirmek ister. Bölgede dengeleyebileceği iki temel güç bulunmaktadır. Osmanlılar ve Macarlar. Bununla birlikte, eylemlerinin şiddeti ve pervasızlığı, Osmanlıların dayanma gücünü sınadığı kadar Macar desteğini de şüpheli hale getirir.
Nihayet 1462’de Osmanlı Ordusu ile savaşır ve kaybederek, tahtı kardeşi Radu’ya kaybeder. Bununla birlikte hayatta kalmayı başarmıştır.
Her ne kadar Boğdan Prensi, Stefan tarafından esir alınsa da, 12 yıllık bir tür lüks esir hayatından sonra, tekrar Voyvoda olmak iddiası ile politik sahneye döndü. Stefan’ın desteği aslında, Steran ile Fatih arasındaki çatışma ile ilgiliydi. Savaş durumuna gelinen bir gerginlik her iki tarafı da etkisi altına almıştı ve Stefan, Vlad vasıtasıyla Osmanlı vasalı Eflak’ı saflarına çekmek istemişti. Vlad da her şeyden haberdar olarak bu durumu lehine kullanmayı başardı.
Gerçekten de 1475’de Boğdan’lıların başı çektiği bir Transilvanya İttifakı Raçova’da Osmanlı Ordusu’nu yenecektir. Fakat kazanılan muharebe savaşın kazanılmasına yetmeyecek, bir yıl sonra Osmanlılar rakiplerini Akdere’de mağlup edeceklerdir.
Bu zafer aslında Osmanlıları kesin bir sonuca ulaşmaz. Temmuz ayının sıcağında Osmanlı kampı salgınla baş etmeye çalışırken, Vlad Eflak Ordusu’nu seferber edince de sınırlara geri çekilirler.
Ancak, Stefan’ın kırılan gücünün yalnız bıraktığı pervasız voyvoda, Osmanlıların karşısına tekrar çıkar ve bu sefer hayatını kaybederek, politik sahneden çekilir.
Vlad’ın ölümünden 421 sonra İrlandalı bir yazar olan Bram Stoker, “Dracula”yı yazarak popüler kültürümüze vampirleri sokmuş oldu. Bundan sonra Dracula ve dahası vampir teması, tarihin değil edebiyat ve sinemanın konusu olacaktı…
Aslında vampirler özellikle Balkanlarda, Stoker’dan önce de yaygın bir söylencedir. Örneğin 1826 Vaka-i Hayriye -Hayırlı Olay; Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması- akabinde yeniçerileri itibarsızlaştırmak için Osmanlı coğrafyasındaki gazetelerde, ölen yeniçerilerin vampir olup hortladıkları ve insanları rahatsız ettikleri haberleri çıkar. Yine halk söylencelerinde de “Upir” olarak anılırlar.
Ancak yine de vampirler stilize edilmiş edebi şeklini bu kitapta bulur ve teknolojinin gelişmesi ile de radarımıza girerek sinemaya aktarılırlar.
İlk vampir filmi 1909 yapımı sessiz bir film olan “Vampire Of The Coast / Sahil Vampiri” olur. Filmin sinemanın yeni olduğu bir dönemde çekilmiş olması, konunun popülaritesine sağlam bir kanıt oluşturmaktadır. Vampir filmleri üst üste gelir, ancak kolektif hafızamıza kazınacak ilk vampir filmi 1922’de Almanya’dan çıkacaktır; “Nosferatu, Eine Symphonie Des Grauens/Nosferatu, Bir Korku Senfonisi”. Filmdeki vampir, korkunçtan öte yabancı bir imaja sahiptir ve vampirlerin farklı bir tür olduğunu -günümüzdeki bazı filmlerden farklı olarak…- bize hissettirmeyi başarır.
1931’de Hollywood işe el atar ve Universal Stüdyoları, Stoker’in kitabını aynı adla beyazperdeye uyarlar. Filmde Kont Dracula’nın kontluğunu oldukça ön planda tutan imajı dikkat çekmekte, Dracula, kana susamışlığını kontrol ederse her ülkenin büyükelçiliğini rahatlıkla yürütebilecek bir imajda boy göstermektedir. Ne kadar alay edersek edelim, vampir değilse de Dracula imajı artık bu filmden kaynağını alacaktır.
1950’lere gelindiğinde vampirler, kurt adamlar, zombiler ve Frankestein artık karlı işler haline gelmişti ve seri üretimle halka sunulmaktaydı. Bu dönem dünyada, Kont Drakula olarak ünlü İngiliz aktör Cristopher Lee’nin boy gösterdiği yıllar olarak tanımlanabilir.
Dönemin, ülkemiz açısından da başka bir önemi vardır; 1953’de yönetmen Mehmet Muhtar ilk Türk vampir filmi “Drakula İstanbul’da”yı çeker. Orjinal öyküye sadık kalınarak çekilen film oldukça başarılı bir adaptasyon olarak göze çarpar.
Yakışıklı adamlar, güzel kızlar, kuralsız gizemli tavırlar, bir de kızları boğazından hüp diye pipetle içme birleşince ne olur ? 1970’lerin seks kuşağında ne olduysa o olur; vampirler erotik imgeler olarak resmedilir… Bu dönemde, erkekleri tuzağa düşüren kötü kızlar tarzı vampir filmleri piyasayı ele geçirmiştir. Bu filmler tam olarak seks kuşağı filmlerinden değillerse de odakları daha çok vampirlerin cazibesine kaymıştır.
1980’lerde ise temaya dönüş oldukça başarılı işlerle oldu. İlginç filmler yapıldı, bunlardan ikisi döneminde büyük ses getirdi. İlki, 1987 yapımı ve sonradan Oscar da kazanacak kadın yönetmen Kathryn Bigelow’un “Near Dark / Karanlığın Eşiğinde” filmiydi ki, vampir olduğunu anladığı aşkı için vampir dünyasına geçmeyi göze alan ama bunun dehşetini de fark eden bir gencin ikilemini ve sonrasındaki korkunç olayları anlatıyordu.
Diğer film ise, konu olarak ilkinin yakınından bile geçemeyecek olsa da popülarite olarak onu katlayan, yine 1987 yapımı “The Lost Boys / Kayıp Gençler” filmi idi. Kayıp Gençler, aslında trajik bir öyküye sahip olsa da, odak olarak bir gençlik hikayesi şeklinde formatlandığı ve herkesin birbirinden karizmatik olarak resmedildiği bir aşk filmi olduğu için, gişeyi silip süpürdü. Son sahnesini hatırlıyorum da; kahramanın dedesinin dozerle Kiefer Sutherland’in -vampirlerin başı- kalbine kalas gibi bir kazık çakıp; “Bu kasabada tek sevmediğim şey vampirlerdi” demesi… Başka bir şey söylemeye gerek yok!..
1992’de büyük bir usta olaya el koymaya karar verdi ve yanında ağır bir kurmay kadroyla işe girişti. Francis Ford Coppola’nın Dracula’sından bahsediyoruz. Gary Oldman, Wynona Ryder, Anthony Hopkins, Keanu Reeves ve yan bir rolde de olsa Monica Bellucci’li kadrosuyla, film gerçekten sağlam gelmişti. Bram Stoker’ın eserine bir dönüş olan , ve özellikle Gary Oldman’ın muhteşem performansının dikkat çektiği filmin finalinde Keanu Reeves’in nişanlısının kalbini çalan Dracula tarafından öldürülmek üzereyken onun boğazını kestiği sahneyi de şahsen unutulmazlarım arasına almıştım -özellikle bu hareketi Dracula’nın yaladığı o usturayla yapması sembolik olarak başarılıydı…-. Bununla birlikte aşağıdaki yaratığın bu hamleden pek de etkilendiği söylenemezdi tabi.
1994’de ise bu satırların yazarı tarafından açık ara en iyi vampir filmi olarak değerlendirilen “Interview With The Vampire: Vampire Chronicles / Vampirle Görüşme” filmi geldi beyazperdeye. Yine İrlandalı -İrlanda asıllı- olan gotik yazar Ann Rice’ın 1976 yılında piyasaya çıkardığı aynı isimli romandan uyarlanan film, vampir olmanın ne olduğunu, vampirin insandan ne kadar farklı olduğunu ve yüzyıllarca yaşamanın her türlü etkisini gözler önüne sermişti. Filmin ana fikri açık ve basitti; vampir olmak seçilecek bir kader değildir… Vampir ailesinin intikamını almak için Brad Pitt’in vampir tabutlarını yakıp panikle tabuttan fırlayan vampirleri orakla doğradığı sahnenin özel etkisini de not düşelim
Robert Rodriguez’in 1996 yapımı “From Dusk Till Dawn/ Gün Batımından Şafağa” filmi ise vampir öğesinden ziyade şaşırtıcı senaryosu ve Salma Hayek’le dikkatleri üzerine çeken bir başka yapım olarak sinema tarihine geçmişti.
1998 yılı ise iki farklı vampir filmine ev sahipliği yaptı. Bunlardan ilki John Carpenter’ın “Vampires / Vampirler” filmiydi. Filmde James Woods dışında A sınıfı bir aktör yoktu ama yaklaşımı kesinlikle özeldi. Çünkü vampirler bu filmde beyinsiz birer ölüm makinası olarak resmedilmişlerdi. Karanlık kovanlarda saklanan vampirler kana susamışlıklarının kölesiydiler, hiçbir cazibeleri yoktu ve kurbanlarının kanını emerek değil parçalayarak içiyorlardı. Açık konuşmak gerekirse eğer gerçekten vampir diye bir şey olsaydı böyle olurdu diye düşünüyorum. Woods ve onun “Karga Takımı”nın vampirleri yok ettiği sahneler de gerçekten etkileyiciydi ama o yıl öyle bir film daha piyasaya sunulmuştu ki bu filmin hatırlanma şansı olamayacaktı…
Blade’dan bahsediyoruz… Esasen 1973 yapımı bir Marvel çizgi-roman serisi olan Blade, beyazperdeye aktarıldığında bir vampir filminde aksiyonun hangi sınırlara dayanabileceği bir kez daha tanımlanmış oldu. Özellikle filmin ilk 10 dakikasındaki disko baskını sahnesinde Blood Rave şarkısı eşliğinde izlediğimiz vampir kıyımı, bizi filmin içerisine bir vakum gibi çekmişti.
Blade’in kendisinin de vampir olduğu ancak gündüzleri de dışarı çıkabilme özelliğine sahip olarak betimlendiği serinin ilk filmi, Frost adlı bir vampirle mücadeleyi anlatıyordu, 2002 yapımı Blade II ise, gelişmiş bir tür yeni nesil vampir klanına karşı Blade’in diğer vampirlerle kurduğu ittifakla yürüttüğü mücadeleyi anlatmaktaydı. Son film olan 2004 tarihli Blade Trinity ise Blade’e iki yeni takım arkadaşı kazandırmıştı, zira hedef büyüktü, Dracula… Bu arada iki yeni takım arkadaşının da Ryan Reynolds ve Jessica Biel gibi iki müstakbel A sınıfı oyuncu olduğunu belirtelim.
Milenyumun değiştiği ara dönemde, televizyonda boy gösteren iki dizi de vampir külliyatına dair anılmaya değer popülaritelere ulaştılar. İlki, Buffy The Vampire Slayer ve diğeri de Angel’dı. Buffy, ergen bir kızın vampir avcılığı yapması ile ergenlik sorunlarını işlerken, Angel kendisi de vampir olan ve iyiliğin yanında yer alan bir karakterdi. Ruhunu lanetinden kurtarmak isteyen bir melekti…
2003’de ise sibirya kurdu gibi gözleri olan güzel bir vampirle tanıştık; “Selene”. Evet “Underworld / Karanlıklar Ülkesi”nden bahsediyoruz. Death Dealers / Ölüm Tacirleri (Vampirler) ve Lycans / Kurtadamlar arasındaki bitmez tükenmez mücadeleyi farklı zamanlar ve mekanlarda her türlü boyutuyla anlatan ve sırasıyla gelen, Evolution (2006), Rise Of The Lycans (2009) ve Awakening (2012) adlı dört filmden meydana gelen seri -ilk filmi unutmayın !!!- oldukça dengeli senaryosu, dozunda aksiyonu, Kate Beckinsale’in cazibesi ve tatmin edici aşk öyküsü ile kitleler üzerinde büyük bir etki yapmayı başardı.
2004’de, özellikle o dönem tam bir süper star olan Hugh Jackman ve Yüzüklerin Efendisi’nin Faramir’i David Wenham’a eşlik eden Kate Beckinsale, bu sefer bir vampir avcısı olarak arzı endam etmişti beyaz perdede. Van Helsing, büyük bütçesi, önemli oyuncuları ve karakterin kült tarihçesine rağmen çok kötü bir filmdi.
2009’da ise sinemaya öyle bir seri geldi ki, kendisinden önce veya sonra hiçbir vampir filmi onun popülaritesine ulaşamadı. “Twilight Saga / Alacakaranlık Efsanesi” serisinden bahsediyoruz. 2005 yılında ilk kitabı basılan ve New York Times en çok satanlar listesine giren dört kitaplık bir serinin beş filmlik beyazperde uyarlaması olan Alacakaranlık Efsanesi, bir insan kızı olan Isabella “Bella” Swann ile bir vampir olan Edward Cullen’ın aşkını ve biraz girift bir biçimde bu aşk hikayesinin içinde kendine yer bulan kurt adam Jacob Black’in hikayesini anlatıyordu. Aslında bir vampir hikayesinden çok bir aşk hikayesi olan Alacakaranlık Efsanesi, benzerlerinden dozunda bir aksiyon ve sağlam bir arka planla sıyrılmayı başardığından olsa gerek türün kesinlikle en popüler örneği olmayı başardı. Sonuçta bir romans olduğu için derinliğine dair de eleştirmenler dışında bir tepki görmedi.
2008 yılında vizyona giren Alacakaranlık’tan sonra 2009’da Yeniay, 2010’da Tutulma, 2011’de Şafak Vakti 1 ve 2012’de Şafak Vakti 2 sırasıyla vizyona girdiler. Seri, her yeni filmle hayran kitlesini arttırdı ve filmin ana kahramanı Bella’nın -çünkü kitap Bella’nın gözünden anlatılıyordu- vampir olup Edward’la hayatını birleştirmesi ile son buldu.
Pek tabi ki, vampirlere dair sayısız filmler yapıldı, örneğin 2012 yılında izleyici ile buluşan Byzantium, Gemma Arterton, Saoirse Ronan ve Jonny Lee Miller gibi ünlü oyucuları ile kalifiye bir Britanya yapımıydı. Ayrıca Twilight tarafından domine edilen vampir furyasında farklı bir nefes oldu. Film çok iyiydi diyemeyiz ancak sakin temposu ile farklı olduğunu tekrar vurgulayabiliriz.
Bir başka yorum da auteur yönetmen Jim Jarmusch’tan geldi aynı yıllarda; Only Lovers Left Alive / Sadece Aşıklar Hayatta Kalır. Çok göndermeli film, atmosferi ile kendisini benzerlerinden ayırsa da aynı göndermeler ve sembolizm belki biraz fazlaydı…
Son olarak yerli bir yapımdan bahsedelim 2018 yapımı; Yaşamayanlar… Kerem Bürsin, Elçin Sangu, Selma Ergeç ve Birkan Sokullu gibi önemli isimlerle yola çıkan yapım, estetik ve koreografi olarak sınıfı geçse de, türe meraklı olanlar için biraz yüzeysel, uzak olanlar için de ütopik olarak algılandığı için, pek iyi tepkiler almadı. Bu sonucun ne kadarı yapımdan, ne kadarı izleyiciden kaynaklanıyor kestiremediğim için açıkçası yorum yapmaktan kaçınıyorum.
Böylece bizim de dosyamız son bulmuş oldu. Büyük keyif alarak hazırladığımız bu dosyayı sizlerin de aynı keyifle okumanızı dileyerek kapatıyoruz.
Hoşça kalın.
İlginizi Çekebilir
Görsel Deneyler ve Politik Manifestolar - Tho...
Yapılmasa da Olacak Olan Ama Oldukça İyi Bir ...
Türe Dair Bir Ergenlik Vakası: Kendi Ajandası...
The Rise Of The Skywalker...
Bir Film, Bir Olay, Bir Tarih; İmparator
Yirminci Yüzyılın Tarihine Tanklar Aracılığıy...
Merhaba, ben Murat B.Sarı. Eğer sitemizi ilk döneminde takip ettiyseniz beni “Yarıaydın” olarak hatırlayabilirsiniz. Aslında bu rumuz hakkımda oldukça açıklayıcı denilebilir. Yani şu evrendeki bilginin ne kadarına hakim olabilir ki insan? Günümüz dünyasında “T” insan olmak makbul ve ben uzmanlığımın sanata dair herşey hakkında olmasını yeğliyorum. Umarım bunu birlikte başarırız. Yeni maceralarda görüşmek dileğiyle…