Sinema Salonlarından Bir Şaheser Geçiyor – Dune: Çöl Gezegeni Bölüm İki

Bunu Paylaşın

Bugün, gösterimdeki ilk haftası dolmadan hemen önce bilim kurgu sineması kadar tüm sinema başlıklarında, tıpkı kaynağını aldığı klasik eser gibi bir efsaneyi inceliyor olacağız; Dune: Part Two / Dune: Çöl Gezegeni Bölüm İki. Frank Herbert‘in aynı adı taşıyan ve altı kitaptan oluşan serisinin bu çok başarılı temsilini incelemeye geçmeden önce geleneksel olarak spoiler/sürprizbozan uyarımızı yapacak ve fragmanı izleyeceğiz.

Fragmanın çok başarılı bir şekilde temsil ettiği zamansız ve “sahipsiz” epiğin, filmdeki ilk yansımasından peşinen bahsetmekte yarar var; soundtrack albümü… Hans Zimmer‘in diskografisindeki en iyi eser olarak mı anılacak bilemesek de, bu kadar uçucu ve rüyamsı bir ruha ait yapımın ruhunu aynı başarıyla vermeyi başarması sebebiyle bir başyapıtla karşı karşıya olduğumuzu ifade etmeliyiz.

Peki Dune nasıl bir film ve neden bu kadar başarılı? Öncelikle ve her şeyden önce, bir kaynak kitaba dayansa da ve hatta dayanması dolayısıyla Dune son derece yabancı ve solo kişiliğe sahip bir fantazya. Ve yapım bu fantazyayı hem görkemli ve karakterli bir görsel şölen olarak temsil etmekle kalmıyor, hayal gücünün tüm imkanları kullanılarak oluşturulmuş bu dünyayı fantastik ruhundan ödün vermeden gerçekmiş gibi yansıtmayı da başarıyor.

Şu ana kadar siz sevgili okuyucuların fark ettiği ve belki abartı denilebilecek böyle bir yorum tarzının temel kaynağını daha da somutlaştırmak istersek, bundan önceki iki Dune uyarlaması ile bu film arasındaki farkın yeterli bir açıklama olduğundan dem vurabiliriz. Ve bu, sadece maddi imkanlarla ilgili bir konu değil. Karşımızda zaten zanaat anlamında kusursuz olması beklenen ama aynı zamanda bir sanat şaheseri var.

Yine de biz eseri biraz dünyaya indirelim ve değindiği konulardan, teknik özelliklerine ve oyunculuklarına dair de bir iki kelam edelim.

Teknik anlamda en çok dikkati çeken iki husus birbiri ile yarıştığı için seçim yapmakta zorlanmış olsak da öyle sanıyoruz ilk olarak filmin kusursuz temposundan bahsetmeliyiz. Her ne kadar uzun da olsa, son derece yavaş ve sakin ilk yarısından sonra, neredeyse hızlandığı bile belli olmadan ve ana plot dışında yan hikayeleri de büyük bir kendine güvenle işleyen yapım, tam olarak olması gereken hızda seyrediyor ve tam zamanında tüm hikayeyi toplamayı başararak bitiyor.

İkinci husus ise daha önce de soyut başlıklarla bahsettiğimiz başarının teknik yansıması, yani filmin karakterinin -işlediği son derece sıradan, günlük ve doğal yan hikayelere rağmen- görkeminden bir şey kaybetmemesi ve bir doku uyuşmazlığına imkan vermemesi.

Sinematografik açıdan mükemmel planlar ama sade efektlerle donanmış filmin özellikle çölde geçen bir film olması ile yönetmen Villeneuve’nin sarı renge hakimiyetinin birleşmesi beklenen zanaat eserini ortaya koymuş.

Oyunculuklar ise temelde sıkı bir kontrol altında icra edilmiş. Bu noktada bunun iyi mi kötü mü olduğu konusu sinema sanatına dair bakışa göre değişecektir. Daha doğrusu bu tür bir başyapıtı meydana getiren disiplinin oyuncuları birer makinaya çevirip çevirmediği konusu ayrıca tartışılabilir. Ancak belirtmek gerekir ki, bu oyuncu yönetimi tavrı, büyük resme çok iyi yansımış, daha doğrusu onu hedefine ulaştırmış.

Tek tek oyunculuklara değinirsek, Timothee Chalamet‘in Paul Atreides’inin ilk filmden biraz daha geride olmakla birlikte, oyuncunun hem yetişkin hem de ergen bir karakteri başarıyla yansıttığından bahsetmemiz gerekir. Zendaya‘nın canlandırdığı Chani karakteri ise erkeksi bir karakterle kendini gösterse de özellikle finaldeki sessiz öfkesiyle son derece yerinde bir performans. Javier Bardem‘in canlandırdığı Stilgar ise yine senaryoya hizmet etmekle birlikte, karizmatik çöl liderini tam bir Paul Atreides müridi haline getirirken pek inandırıcı olmuyor. Daha doğrusu dönüşüme yeterli zaman tanınmıyor. Fremen tarafında, oldukça yan bir rolde olmasına rağmen Chani’nin arkadaşı Shishakli’yi canlandıran Souheila Yacoub, karakterleri yere indiren performansı ile dikkat çekiyor.

Filmin kadın oyuncuları ise zaten materyalin kadınlara tanıdığı olağanüstü psikanalitik ve karanlık gücün de etkisi ile adeta yapımın parlayan yıldızları oluyorlar. Paul’un annesi Lady Jessica rolündeki Rebecca Ferguson ilk filmdeki yolculuğunu daha karakterli ama dengeli şekilde ilerletirken, sınırlı sahne sürelerine rağmen Charlotte Rampling’in canlandırdığı Bene Gesserit baş rahibesi Mohiam ve İmparator’un kızı Prenses Irulan gücü son derece başarıyla yansıtıyor. Özellikle Prenses Irulan rolündeki yükselen yıldız Florence Pugh, güçlü karakterine katabildiği mantık ve sağduyu ile büyük iş başarıyor. Son olarak yine sınırlı sahne süresinde son derece dişil bir rolü son derece dişi bir karakterle ve soğuklukla yerine getiren Lea Seydoux‘un Lady Margot Fenring’ini anmamız gerekir.

Frank Herbert’in Dune serisinin kadınlarınca temsil edilen ve kraliyet ile feodal saraylarda boy gösteren ve bununla kalmayıp sarayları yöneten Bene Gesserit rahibeleri ile bir kehanetin peşindeki Fremen kitlelerini -ki kehanete dair toplanma sahneleri kesinlikle bir sinematografik başyapıt- karşı karşıya getiren ortak unsurun paylaştıkları aynı inanç olması ise gerçekten büyüleyici. İşte bu ortak noktanın cismani hali Lady Jessica’yı canlandıran oyuncu Rebecca Ferguson’u da olağanüstü yapan şey de bu; iki filmde de güç tutkusuyla, inancını aynı ölçüde güçlü ve belirsiz bir önceliklendirme ile yansıtarak bu ikilemi canlandırma yükü kaldırmak ve büyük ihtimalle yönetmenin değil kendi yorumuyla bu nu başarmak.

Oyunculuklarla, efektlerin birleştiği nokta ise Harkonnen’ler ve kara güneşlerinin altındaki arena oluyor. Tıpkı filmin tamamı gibi CGI ile gerçek arasındaki ince çizginin hep doğru tarafında kalmayı başaran film, bu başlıkta da doğru noktada kalmayı başarıyor. Siyah güneşin arena üzerindeki siyah beyaz görselliğinin şimdiden sinema tarihine geçtiğini düşünüyoruz. Ayrıca bu sekanslarda çok güçlü bir ses dizaynı olduğunu da belirtmeliyiz.

Üç kilit Harkonnen’in de görevini tamamen yerine getirdiğini söyleyebiliriz. Üstelik Harkonnen “anları” özellikle içerdikleri korkuyla az kelimeyle çok şey anlatıyor. Dave Bautista‘nın dev ama aslında kırılgan ve çocuksu Rabban’ı her iki filmde de kendini net sekaslarla belli ederken ve oyuncuyu büyütürken, Stellan Skarsgard‘ın Baron Harkonnen’i tahta attığı son bakışla birçok şeyi anlatıyor. Harkonnen yönetim çemberinin en genç ve en hasta üyesi Feyd-Rautha (Austin Butler) sekanslarında ise oyuncu görevini yerli yerince yapsa da aslan payı çevresindeki korkuda oluyor. Bıçakladığı hizmetçi kızın her darbede attığı büyük bir acı ve korku içeren sessiz ve kısa çığlıklar ile kap tutan kızın ellerinin kontrol edilemez şekilde titremesi, karakteri karakterden daha iyi anlatıyor.

Neredeyse tamamen olumlu yaklaştığımız bu filme dair son bir yargıda bulunmamız gerekirse bunu başlıkta bulabileceğinizi düşünüyoruz. Yine de artık ifade etmekte bir beis görmüyoruz ki, bütün bu profesyonel ekip çalışmasının gururu hak edilmiş bir ortaklığa ait olsa da, ortada bu büyük zanaat eserini büyük sanat eseri haline getiren kişi, büyük yeteneği ve sezgisi ile aslında yönetmen Dennis Villeneuve.

Yeni filmlerde görüşmek dileğiyle…

Yazıyı beğendiniz mi?

Ortalama puan 0 / 5. Oylama sayısı: 0

Bunu oylayan ilk kişi olun

RSS
Follow by Email
Twitter
Visit Us
Follow Me
YouTube
YouTube
Instagram

Cevap Yaz

Oturum aç:

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir