Tefrika Öykü: Bu Yangın Hepimizi Yakar – 2.Bölüm

Bunu Paylaşın

II

Ertesi gün köy kahvesinde Neşet Ertaş çalıyor. Bilmem neden böyle soldun diyor üstat. Köşeye bir yere çekilip şöyle bir bakıyorum içeriye. Ahşap masalara dizilmiş dertli, efkârlı köylüler. Ufak sehpalar üstünde geçen senelerden kalma Posta sayıları, suntalara serili pötikare masa örtüleri. Zift gibi demli çaylar dağıtılıyor. Duvarlar Allah’ın kelâmıyla dolu. Farklı ajandaları var herkesin ama aynı temada muhabbetler dönüyor. Kaç para olacakmış bu kışın pancar? Kimin tarlasında çalışılacak, mevsimlik işçiler ne zaman gelip gidecekmiş? Çok kıracak mıymış soğuk? Gidermiş yakında; daha bu ay da geçince gidermiş soğuk.

Bir çay istedim, geldi. Genç bir oğlan getirdi. “Oğlan,” dedim, “Selamı aleyküm. Var mı bi’ beş dakkan?”

“Hebuyur abi,” dedi oğlan.

“Otursana.”

Çekti bir sandalye, oturdu.

“Kimin cenazesiydi bu sabahki?”

Oğlan düşündü birkaç saniye. “Mizemellerin Hikmet var,” dedi. “Onların kızları.”

“Niye ölmüş?”

“Kendini intihar etmiş dediler. Bilmem…”

“Allah rahmet etsin.”

İç çekti. Kaşları çatıldı. “Etmez ağbi.”

“Niyeymiş?”

“Allah bilir ama… bence etmez.”

“Niye oğlum?”

“Ülen Hasan!”

Oğlan ayaklandı. Kafasını kaldırıp tezgâhın ardına baktı. Ustasının çağırdığını anlayınca “Geldim usta,” dedi.

“Hasan,” dedim. “Burası kaçta kapanıyor?”

“Yatsı ezanıynan…”

Gidecek gibi oldu, durdurdum. “Hasan oğlan,” dedim. “Gel hele gel…”

“Buyur ağbi?”

“Beni tanıyon mu sen?”

“Yazarmışsın. Bizim köyü mü yazıyon?”

“Heh… Yazacağım yazmasına ama bana buraları gösterecek biri lazım. Sen iyi bilirsin değil mi buraları?”

“Bilirim.”

“Yarın sabah yevmiyeni vereyim sana, beni iyice bir gezdir olur mu?”

“Yarın olmaz.”

“Neden?”

“Pazartesi gelmiyorum. O gün olur.”

Saatime baktım. “Eyvallah Hasan’ım. Tamam. Pazartesi.”

“Olur,” dedi.

O sıra köy kahvesinin önünde bir kalabalık oluştu. Eller öpülüyor, millet birbirini itiyor. Temenniler, bol keseden latifeler, ayaklara kapanışlar, arzı hürmetler. Her kulun ağzında bir Allah lafı. Sen büyüksün. Yahya Hocam, nurlu hocam, ver elini öpeyim. Geldin şeref verdin…

Hasan tekrar gidecek gibi oldu, tekrar durdurdum.

“Bu kim?”

“Yahya Hoca. Bizim köyün imamı. Çok muhterem biri…”

“Git hadi,” dedim. “Ustanı bekletme.”

Bir rüzgâr gibi geçti Yahya Hoca, getirdiği canlılıkla kargaşayı öylece geri götürdü. Birden sessizleşti ortalık. Sanki ak sakallı hocanın olduğu yerde bitiyor çiçekler. Gerisi toz, toprak, çamur, don…

Çayımı yudumladım. Zehir gibi. Ay yine tepemizde yükseliyor, camdan soğuk vuruyor. Bakıyorum, bakıyorum dışarı; merak ediyorum neden hiç kadın göremedim henüz? Geleli iki gün oldu, Salih Emmi’nin karısı Hatçe Avrat’la, gelinlik kızın annesi dışında kadın görmedim daha.

Bunları düşünürken ön masamda koyu bir muhabbet başladı. Şimdilerde de yeni bir proje üzerinde uğraşıyormuş bu Yahya Hoca. İleride, yamaçların orada bir yeri seçmişler. Kağnıkaya denilen, Hz. Ali’nin kağnısının geçtiğine inanılan bu yamacın dibine camiyle mezarlık yapılacakmış. Şimdi diyanetle de kaymakamla da görüşülmüş. Yolu belediye yapacakmış, minareyi diyanet dikecekmiş. Mezarlık özelden yaptırılacakmış, o yüzden bağış toplanıyormuş. Dolaşmasının nedeni de buymuş zaten. Diğer projelere ödenek çoktan çıkmış. Müşterekten arsalar bağışlanmış, imzalar atılmış. Tamammış her şey. Caminin adı bile hazırmış: Şehit Umut Yazar Cami.

O sırada meydana bakarken cenazedeki oğlana takılıyor gözüm. Yemeniyle göz yaşlarını silen annesine sokulup öfkeden ağlayan oğlan şimdi meydandaki taş fıskiyenin yanında diz kapaklarını kaburgalarına dayamış, köyün tozlu sokaklarında seyahat eden saadet ve minnet zincirini izliyor. Mizemellerin Hikmet’in oğlu. Ölen gelinlik kızın kardeşi. Gözleri hâlâ yaşlı, hâlâ öfkeli…

Yatsı ezanına yine kahvedeyim. Önünde Hasan’ı bekledim. Elimde bir cıgara, tüttürüp duruyorum; artık filtresine kadar yaktık, ağzımız acılandı. Köyün çoban köpekleri ezanın sesine uluyor. Hava is kokuyor ama öyle zehirli bir egzoz gazı değil bu. Tezek, odun kömürü ve kâğıt alevi bu. Genzime bir mürekkep kokusu yerleşti; kitap yakıyorlar. Kahvenin arkasında caminin ve Kuran kursunun ışıkları yanıyor, tepesinden kara bir duman dağılıyor geceye. Gelen geçenden duyduğuma göre çocukların test kitaplarıymış bunlar. Malum, köye yakacak kısıtlıymış.

 Hasan anca çıktı. Seslendim, geldi.

“Hasan oğlan,” dedim. “Sabahki cenazeyi diyordun, konuşamadık.”

Hasan biraz çekingen baktı öyle. Dönüp kahveye baktı, yürüyen cemaate baktı. “Ben gelemeycem pazartesi,” dedi.

“Niye, n’oldu?”

“Gelemeycem. İşim var.”

“Hasan oğlan. İşini öbür güne ertele, ben parasını sana vereceğim.”

“Gelmeycem yok. Hadi hayırlı akşamlar.”

Koşar adım cemaate karıştı. Birkaç göz seçtim bana bakan. Karanlığın içinde, ufak, ıslak gözler. Takkelerini öfkeyle başlarına takanlar, tövbe çekip tespihlerine sarılanlar. Biz bu kasabada yabancıları sevmeyiz, der gibi. Sonra lacivert Mercedes göründü yol başında. Önüne duranlar, camından içeri kâğıtlar sokmaya çalışanlar oldu. Yanaşıp sordum birine, kim bu adam? Kaymakam Fikret Garel. Köyün dışında, Tuz Gölü’ne yakın villası varmış. Aynı zamanda Emekçi Tuz’la da ortaklarmış. Çok iyi bir adammış, köyün her şeyiyle ilgilenirmiş. Muhtar da yakını olurmuş.Eve dönüyorum düşünceli. Adımlarım birbirini takip ediyor, kuru otları eziyorlar. Gökyüzüne bakıyorum. Açılmış, uzun uzadıya göstermiş kendini kozmos. Şehirde böyle bir manzara bulmak namümkün. Hikmet’in çiftliğinin bacası zayıf tütüyor. Karanlıkta, dişbudağın altında cılız bir tütün alevi görüyorum. Her nefeste Hikmet’in kara gözleri turuncu bir yalazla aydınlanıyor. İçimde o şüphe filizleniyor tekrar. Ben miyim bu hikâyenin peşine düşen yoksa evren benden gerçeği açığa çıkartmamı mı istiyor?..

Yazıyı beğendiniz mi?

Ortalama puan 0 / 5. Oylama sayısı: 0

Bunu oylayan ilk kişi olun

RSS
Follow by Email
Twitter
Visit Us
Follow Me
YouTube
YouTube
Instagram

Cevap Yaz

Oturum aç:

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir