IV
Bir patırtı kütürtüye uyanıyorum; duvarlar sallanıyor. Boğuk çığlıklar, feryatlar, ağlayışlar. Geceye doğru kükreyen bir küfür; kısır doğmuş, ölü. Kafamı kaldırıp dikkat kesiliyorum. Salih Emmi’nin evinden geliyor gürültüler. Kedi gibi sıcağa yanaşıp onlara bitişik duvarla ocağın yanına kurdum yatağı, şimdi her şeyi duyuyorum. Salih Emmi kızını dövüyor. Kızın çığlıkları kulağımda patlıyor.
Ürperdim. Midem bulandı. Ne yapacağımı bilemedim. Saate baktım geçe üç saat. Penceremden ay görünüyor, hemen yanında fotoğraf makinem; batarya zayıf. Bir tokat daha. Sıçradım. Bu sefer kız yanaştığım duvara çarptı. Hemen ayaklandım. Elim odamın en uç köşesine asılı tırmığa küreğe gitti ilkin. Sonra sesler kesildi. Yaklaştım, kulağımı duvara dayadım. Söylene söylene uzaklaştı Salih Emmi, geride bıraktığı kız inleyerek ağladı. Küt diye kapandı meskenin ahşap kapısı. Kendi kapımı aralayıp baktım; kafasındaki takkeyi düzeltiyor, elindeki tespihe asılıyor, köyün yolunu tutuyor Salih Emmi.
Yatağa oturdum. Bombok bir geceye uyandım. Hızlı hızlı yaktım bi’ sigara. Ufaktan bir kar başlamış, yeryüzüne yavaş yavaş iniyor kristaller. Yanaşıp fotoğraf makinemden Hikmet’in çiftliğine bakıyorum. Uyuyor herkes. Sonra garip bir şey oluyor. Cebime uzanıp kulaklıklarımı taktığım anda gözüm Kağnıkaya’ya takılıyor. Kar atıştırırken hafif sisi de beraberinde getiriyor. Ve üstünde kağnı izlerinin kıvrılarak tırmandığı kayanın tepesinde bir kadın silueti görüyor gibi oluyorum. Tülden basma entarisi ve beyaz yemenisi rüzgârla savruluyor. Ürperiyorum tekrar. Soğuktan göz aklarımdaki yaşlar çekilmiş, kırpıştırıyorum birkaç kez. Fotoğraf makinemi sabitlemeye çalışırken şarjı bitiyor. Gözlerimi ovuşturup bir kez daha bakıyorum. Evet, gelinlik kızın hayaleti bana malum oldu. Beni bul diyor. Beni çöz diyor. Beni kurtar diyor. Bu köyün üstünde bir karanlık var diyor. Ne kadar dua okunsa ne kadar namaz kılınsa da çözülmez bu büyü. Kaç minare dikilirse dikilsin yıkanmaz bu kan. Orada öyle bekliyor, sisin içinde. Beni çağırıyor. Kulağımda derin bir çınlama. Pervazın önüne bakıyorum. Arılar üşüşmüş penceremin önüne, ölmüşler. Hepsinin üstünü toz toprak kaplamış, cesetleri donmuş. Hızlıca üstümü başımı giyiniyorum. Eşyalarımı alıp buz gibi taşra havasını ciğerlerime dolduruyorum.
Birkaç saatlik uykuyla öksürerek Kağnıkaya’nın yolunu tutuyorum sonra. Sabah güneşi çelik mavisi bir gökyüzünde bu soğuk yürekleri ısıtmaya çalışıyor. Duramıyorum daha fazla. Karga boklamadan yola düştüm. Tecrit insanın zihnini bağlıyor. Ne akıl kalktım geldim buraya. Soğuk içime işliyor artık. Köyde herkesin ağzı kapalı, bıçak açmıyor. Yavaştan uyanıyor ahali.
Zar zor çıkıyorum Kağnıkaya’ya. Kayalı Boğaz dimdik, ıssız; deve dikenleriyle, jilet gibi keskin taşlarla dolu. Çıkarken dalıyor ayağımı dikenler. Elimi koyduğum yerden akrepler çıkıyor. Çakallar inliyor günün doğuşuna. Kulağımdaki çınlama artıyor. Rüzgârla gelen bir hışırtı duyuyorum. Kağnıkaya önümde koskocaman dikiliyor uzun bir bina gibi. İki tane tekerlek izi topraktan kayanın başına kadar kıvrılarak ilerliyor; Hz. Ali’nin kağnısı. Sonra kayanın üstüne çakıyla kazınmış iki harf görüyorum. S ile A. Yanında Hikmet’in oğlunun öfkeli gözleri bana bakıyor.
Bir süre konuşmadık. Durduk öyle. Sonra bi’ tane sigara istedi. Çıkarıp verdim. On yaşında var yok. Bizler şehirde gençliğimiz biter bitmez artık büyümüyor, yaşlanıyoruz. Lakin en azından bir çocukluk, gençlik yaşıyoruz. Köyde ise çocuklar çok erken büyüyor. Henüz genç olmadan adam oluyorlar. Bu oğlan yaşından fazla olgun. Çökmüş bir çocuk olur mu? Ona bakınca öyle görüyorum.
“Adın ne?” diyorum sigarasını yakarken.
Derin bir nefesin ardından “Yusuf,” diyor.
“Beni tanıyor musun?”
Başını iki yana sallıyor.
“Ankara’dan geliyorum ben. Yazarım. Hani kitaplardaki gibi…”
Sigarasını tüttürmekle meşgul.
“Yusuf,” diyorum. “Bak Yusuf oğlan. Ben biliyorum, senin ablan boş yere ölmedi. Bu köyde birileri bir şeyler saklıyor. Kanıtlayamıyorum ama hissediyorum.”
Öfkeli gözlerle bana bakıyor tekrar.
“Eğer ki,” diyorum, “…ortada bir yanlış varsa anlat. Ben bu işi çözeceğim. Kimse bunun suçlusu onun peşine düşeceğim.”
Bir soluk çekiyor sigaradan, acır gibi gülüyor bana.
“Bak,” diyorum, “…oğlum. Neyin doğru olduğunu düşünüyorsan sen yine onu yap. Eğer ablana biri bir şey yaptıysa polise gidelim. Anan baban sana kötü davranıyorsa polise gidelim. Köylü sana kötü davranıyorsa polise gidelim. Ben sana yardım ederim. Tamam mı? Anlat şimdi. Olur mu?”
Yusuf ışıkları sönmekte olan köye baktı. Yere baktı. Başını sallayarak ağlamaya başladı.
“Korkma. Yusuf. Yusuf’um korkma oğlum. Anlat bana. Korkma.”
Gözleri yaşlı bana baktı. “Bu köyde,” dedi, “…herkes kötü. Herkes şeytan. Herkes cehennemlik.” Burnunu çekti. Sustu bir süre. Öyle köye baktık. Sonra devam etti:
“Bir kaymakam var büyük adam. Babam diyor herkesin cebini dolduruyor. Elinin uzanmadığı yer yok. Her haneye ulaşıyor. Bizimkine ulaşamadı, ulaşamaz. Babam izin vermez. Allah’la aramızda aracıya lüzum yok. Şimdi herkes Allah’la arana girmeye çalışıyor. Bağış diyor imam; babam vermez. Oy ister kaymakam; babam vermez. Babam onlar ne derse tersini der. Onlar dindar değil dinbaz der. Herkes el ele tutuşmuş, köylüyü inek gibi sağıyorlar der.”
“Babana ne yapıyorlar ya?”
“Horluyolar bizi. Barındırmıyolar. Kâfir yerine koyuyorlar. Allah korusun, kâfir gâvurdan beterdir.”
“Ne yaptılar size?”
“Babamın arılarını yakmışlar vakti zamanında. Karakovan kurmuş tam on tane. Yazın onları yaylaya indirmişler. Ben küçüktüm çok. Bilmem, hatırlamıyorum. Yaktılar. Kimse de bir şey demedi. Herkes biliyordu. Kimse bir şey demedi.”
“Kim yaktı?”
“Hepsi. Daha yangın yürüse babama varacakmış. Bizi istemiyorlar. Gidemiyoruz bir yere. Ben çalışacağım, büyük adam olacağım; anam öyle istiyor. Buradan kurtaracam bizi.”
Bir sigara istedi tekrar. Verdim. Bütün köy görünüyor buradan. Sanki uzun bir binanın tepesinden şehri seyrediyoruz. Köz gibi tütüyor yerleşke. Uzaktan tren geçiyor, tepesinde dumanı tütüyor. Caminin ışıkları yanıyor. Sabah ezanları okunuyor dört bir yandan. Dönüp Yusuf’a bakıyorum. O da uzaklara bakıyor. Öyle bir bakıyor ki, sanki önündeki her şeyi yırtıp atıyor bakışları. Zamanda seyahat ediyor, geleceği görmek istiyor. Mutluluğu görmek istiyor.
Elimi omzuna koyup soruyorum: “Ablan niye öldü Yusuf?”
“Kendini intihar etti.”
“Neden yaptı?”
Kağnıkaya üstündeki harflere sürüyor nasırlı ellerini. “Birini sevdi ablam. Babam izin vermedi. O da kendini öldürdü.”
Bir an durup düşünüyorum. “Yusuf,” diyorum. “Kimi sevdi ablan?”
“Acıkuyu’dan birini sevdi. Babam izin vermedi. Şehre gideceğiz, sen oradan biriyle evleneceksin, dedi. Buranın kanı bozuğumuş. Südü ekşiymiş…”
“O oğlana ne oldu?”
“Başkasıyla everdiler. Ablam kara sevdaya tutulmuş dediler. Aldı canını da kurtuldu…”
Zihnimdeki yapboz parçaları uymuyor birbirine. Ben neyi kaçırıyorum? Ekrem Komiser, Yahya Hoca ve Kaymakam Fikret nerede dahil oluyor bu çıkmaza?
“Peki ya zülüfleri?”
“Kendi kesmiş,” diyor. “Babam izin vermedi, ben kendimi gelin ettim diye getti.”
“Komiser Ekrem’i tanıyor musun sen?” diye soruyorum alelacele.
“Evet. Hüseyin Emmi’nin küçük oğlanın cesedini buldu.”
“Ablanın cenazesine geldi.”
“Gelmesi gerekiyormuş.”
“Ablanın sevdalandığı adamla bir ilişkisi var mı?”
“Yok… Bilmem…”
“Yahya Hoca’nın? Kaymakamın?”
Başını iki yana salladı. “Ne bilem…”
“Yusuf. Bak Yusuf oğlum. Son kez soruyorum, iyi dinle. Ablanın ölümünde bunların bir parmağı var mı? Bir şey biliyorsan, varsa bir bildiğin söyle. Anandan babandan duydun mu bir şey? Evinize hiç geldiler mi? Babana bir şey dediler mi? Ablana bir şey yaptılar mı?”
Gözlerine yaşlar birikti. “Ablam kendini intihar etti diyom. Yeter gali.”
Sırtımı Kağnıkaya’ya dayadım, sabah güneşinin gölgesine sığındım. Kulaklarımda şu derin çınlama. Bir terslik var. Yerine oturmayan bir şeyler var. Gelinlik kızın ölümü gerçekten kendi elinden olmuş olabilir mi? Buradan bir hikâye çıkarmak için olmayan şeyleri var etmiş olabilir miyim? Aklım karmakarışık. Dayanamıyorum bu köye. Bastırılmış acıyla ortaya çıkan öfke içimde büyüyor.
Bir şey diyecek oluyorum, vazgeçiyorum sonra. Çocuğu hırpalamak istemiyorum. O sıra Kağnıkaya’nın içinden gelen sızıldanmayı duyuyorum. Oğlan elini kaldırıp kayanın çatlaklarından birini işaret ediyor. Üstüne kuruntulu öykülerimi yazdığım saman kâğıtlarına benzer çıkıntılar duruyor çatlağın içinde. Birbirinin üstüne katlanıp büyümüşler, kağnı izlerinin bir kısmını sarmışlar.
“Eşek arısı bu,” diyor. “Bal yapmaz. Şimdi kışlatmadalar. İlleşirsen ölürler.”
“Emin misin?” diyorum biraz kovana baktıktan sonra. “Emin misin Yusuf? Bunlar bal arısı olmasın.”
“Yok. Olmaz. Sarıca’dır.”
“Emin misin oğlum?”
Omuzlarını silkiyor. Oğlanın gözlerine bakıyorum. Son bir şey söylesin istiyorum. Beni hayal ettiğim gerçekliğe yaklaştırsın istiyorum. Gidecek oluyor, durduruyorum.
“Yusuf,” diyorum. “Özür dilerim oğlum senden.”
Adımlarıyla toprağı eşeliyor.
“Al,” diyorum Zippo’mu uzatıp. “Benden sana bir yadigâr olsun. Tamam mı?”Alıp bakıyor biraz çakmağa. Bana bakıyor. Köye bakıyor. Hiçbir şey demeden dönüp yürüyor öyle. On on beş metrede bir dönüp bana bakıyor tekrar. Bir süre sonra gözden kayboluyor.
İlginizi Çekebilir
S.Volkan Gün’den Karanlık Bir Fantastik Macer...
Araf
Berdan Sarıgöl’den Üçlemenin Final Kitabı – U...
Berdan Sarıgöl’den Saga'nın İkinci Kitabı – U...
S.Volkan Gün’den Karanlık Bir Fantastik Macer...
Bilim Kurgu Dizi Öykü: Sarius Nava'nın Soğuk ...
İnsanın kendi yüreğiyle olan çatışmasıyla ilgili metinler yazıyorum. Herhangi bir mesaj verme isteği ya da anlaşılma kaygısı taşımıyorum. Neo-noir ve yeraltını kasvetle harmanlayıp durmadan üretiyorum. Öykülerim Lagari Fanzin, bilimkurgukulübü, YBKY Dergi, Esrarengiz Hikâyeler, Kayıp Rıhtım gibi mecralarda yayınlandı. Sevdiğim bir yazarın dediği gibi; dersimiz kasvet, konumuz Ankara, alkol 215 promil, vaziyet bombok…
polikromhatiralar.blogspot.com