Tefrika Öykü: Bu Yangın Hepimizi Yakar – 5.Bölüm ve Final

Bunu Paylaşın

V

Döneceğim gün kendimi tuhaf bir çıkmazın içinde hissediyorum. Yarım kalan bir şeyler yiyip bitiriyor yüreğimi. Zihnimde düşünceler birbirine saldırıyor. Soğuk burası. Ölüm gibi soğuk. Yalnızlıktan, fakirlikten, taş yüreklerden başka hiçbir şey yok. İki yüz gram ekmecik, biraz süt ve onlarca bardak demli çayla geçiriyorum günlerimi. Kafamda dolandırıp duruyorum bu Komiser Ekrem, Hoca Yahya, Kaymakam Fikret üçgenini. Gelinlik kız bunun neresinde? Gelinlik kız gelin bile değilmiş, diyorum kendi kendime. Belki de her şeyi uydurdum, böyle olmasını istedim. Bu gerçekliği ben yarattım. Şakaklarımı ovuyorum. Olmayacak böyle. Dayanamıyorum.

Her şeyimi topladım, çantama tıkıştırdım. Salih Emmi’ye sordum, alacak verecek var mı? Yok dedi. Kızını gördüm pencereden, yüzünün sağ yanı babasından yediği yumrukla morarıp sararmış, çürümüş. Verdiğim para haram zıkkım olsun, bu lanet köyünüz başınıza yıkılsın diyesim geliyor, vazgeçiyorum. Kapısını çekince bakıyorum tekrar. Bahçesine tükürüp yürümeye başlıyorum.

İstasyona yürürken motivasyonumun sonuna geldiğimi düşünüyorum. Her zaman olan şeylerdi bunlar. Bakmadığım yerde gölgeler tuhaf oynadı, ben onlara kandım. Bir öykü çıkarma düşüncem sona erdi. Uykusuzluk, soğuk, yalnızlık canıma tak etti. Dönüyorum artık, diyorum kendi kendime. Dönüyorum. Olmayacak bu böyle. Ya öleceğim ya deli olacağım. Ne işim var bu yaradanın unuttuğu yerde? Bazen kendi kendime çok abartıyorum her şeyi. Bulutlara bakıp aslanlar, kaplanlar, ejderhalar görüyorum.

Sonra birinin seslendiğini duyuyorum ardımdan. “Hişşş,” diyor biri. “Bak bakim böyle bi’ sen.” Dönüp arkama bakmamla beni kerpiç evlerden birine yapıştırması bir oluyor. Leş gibi anason ve sigara kokan nefesini yüzüme soluyor. “Bana bak,” diyor yakama yapışıp. Karnımda telsizin antenini hissediyorum. “Bana bak koçum. Yazını mı yazıyorsun ne yapıyorsun… şimdi siktirip gidiyorsun buradan. Anladın mı? Yıpratırım Allah’ıma. Seni bozkıra gömerim. Anladın mı lan!”

Son “lan”da gözlerim büyüyor çünkü bağırıyor yüzüme doğru.

“Hikmet’le de, oğlanla da uğraşma. Kurcalama… Adam akıllı yazını yazdın, şimdi defol git. Buralar sana göre değil. Anladın mı? Git şimdi. Yarın seni burada görürsem götüne bu telsizi sokarım. Anladın mı? Hadi siktir git beni dellendirme amına kodumun yerinde!”

İtiyor beni toprağa doğru. Sırt üstü yıkılıyorum yolun kenarındaki otların içine; tek elimi yüzüme siper etmişim. Başındaki sokak lambasının altında yüzü görünmüyor, ışık gözüme alıyor ama biliyorum kim olduğunu. Bir tekme çıkarıyor karnıma Komiser Ekrem. Bıyıklarını çekiştirip yolun başında bekleyen lacivert Mercedes’e biniyor. Filmli camların ardında birini görür gibi oluyorum. Kaymakam Fikret sigarasını tüttürüyor, pahalı saatinin camından yansıyan ışık gözlerime doluyor. Ölüm gibi ciddi ve keskin bakışları. Delip geçiyor beni. Ufak, kapkara, ıslak ve tanıdık gözler…

Bir his kaplıyor içimi. Bu sefer hüzün yahut heyecan değil; bir yarım kalmışlık endişesi. Boşa geçen bir ömür gibi. Irmak İstasyonu’nda buz gibi havada sigara içiyor herkes. Her yanım ağrıyor. Üşüyorum, korkuyorum. Geldiğimden beri bir öksürük; bronşlarım doldu. Daha kötüsü zihnim hasta oldu bu ücra yerde. Beni bir yolculuğa çıkarıp yüzüstü bıraktı doğduğum köy. Anons statik sesle gürüldüyor kafamda; o hışırtılar gelip beni buluyor. Komiser Ekrem’in nefesi ensemde sanki. Duvarlardan, toprağın altından, kuru havadan gelen hışırtılar. Biri bir yerlerde bir şeyler kazıyor. Biri birinin mezarını kazıyor. Biri dünyanın mezarını kazıyor.

Üç gün oldu uyumadım. Kulaklarım çınlıyor. Kompartıman görevlisi işaret ediyor gelen treni. Kesilmiş biletlere bakıp yön gösteriyor. Dönüp köye bakasım geliyor ama baksam daha kötü hissedeceğim. An itibariyle durdu zaman. Ne yapacağımı şaşırıyorum. Biletimi soruyor görevli. Öyle bakıp kalıyorum adamın suratına. İyi misin, diyor. Beyefendi, iyi misin? Korkuyorum. Halsizim. Kanım ince akıyor. Çantamın kayışları omuzlarımı kesiyor. Hikmet’le Zalife’nin ağzından bir kelime duymadım. Öylece uzaktan izledim onları. Gerçeği onlardan dinlemedim. Gelinlik kız bana musallat oldu. Açığa çıkması gereken şeyi göstermeye çalıştı; ona sırtımı döndüm. İyi misin? Beyefendi iyi misin? Sıcak bir şey iç, bi’ çay iç. Sıçarım çayınıza, diyesim geliyor. Ama öyle bakıyorum adamın suratına. Aklımı kaybedeceğim korkusu sarıyor dört bir yanımı. Arkamı dönüyorum sonra. Kağnıkaya bana göz kırpıyor. Her şeyin, herkesin üstüne oturmuş, Hz. Ali’nin kağnısıyla ezip geçtiği kaya bana selam veriyor. Bilmiyorum, gerçekten doğru mu? Üstünde bir ateş yanıyor gibi görüyorum. Cehennemin kapıları bu insanlar için açılmış oracıkta. Tutuyorum kompartıman görevlisini. “Kardeş,” diyorum. “Bak kardeş. Görüyor musun? Orada bir yangın var. Görüyor musun? Bu yangın hepimizi yakar. Görüyor musun?”

“Abi,” diyor. Gözlerini kısıp bakıyor. “Hakkaten bir şey var orda yav…”

Gözlerim açılıyor. “Gerçekten mi? Gerçek mi? Gerçekten mi?”

“Biri bir şey yakmış orada. Bak hele…” Yanındaki genç oğlan sigarasını iki parmağının arasına kıstırmış, o da uzanıp gösteriyor.

“Nası çıkmışlar da oraya yakmışlar? Vay kâfirler.”

Kağnıkaya’nın üstündeki yalaz beni çağırıyor. Tepesinde Hz. Ali’nin kılıcı inip ikiye ayırıyor yüreğimi. Pılımı pırtımı yere attığım gibi koşmaya başlıyorum.

Ter içinde, buz gibi bozkır gecesine doğru koşuyorum. Tırmanış yine zorlu, bacaklarım tutmayacak gibi ama her seferinde içimdeki şüphe ısıtıyor beni. Zar zor ulaşıyorum Kağnıkaya’ya. Gecenin bu vakti her gölge bana bir canavar gibi bakıyor. Kurtlar uluyor, bir baykuş uğulduyor uzakta. Hışırtı çığlığa döndü. Rüzgâr bir şeyler taşıyor. Yanmış kitin zırhlar, kavrulmuş zar kanatlar. Kovanı yakmış biri, turuncu közler hâlâ kayaya tutunmaya çalışıyor. Arılar uçuşuyor etrafımda; baygın, kör, bilinçsiz. Onlardan biri gibi hissediyorum kendimi. Kovanım yanmış bir arıyım. Kışlatmada soğuktan ölüyorum.

Sonra bir ses duyuyorum ansızın. Karanlığın içinde ağlamalar, inlemeler, bağırış çağırışlar. Kayalı Boğaz’da yankılanıp devleşiyor sesler. Gece bütün ağırlığıyla tepemde. Arıların ölüşünü duyuyorum. Sesleri kulağıma doluyor. Etimi kemiğimden sıyırıyorlar. Koşuyorum sese doğru. Koşuyorum, koşuyorum. Sonra dökme demirin donuk parıltısı gözlerimi alıyor. Ay ışığı altında sönük insan nefesleri birbirine karışıyor.

Kovanını kaybetmiş dört arıyız. Ben, Yusuf, Zalife. Tüfeğin namlusunu karısının karnına nişanlamış Mizemellerin Hikmet. Yusuf ise bir köşede çırpınıyor. Bağlamış çocuğu Hikmet, ölü bir ağaç kütüğüne. Bir mezar kazılmış. Kim, diye soruyor. Kim?.. Söyleyeceksin Zalife. Bana söyleyeceksin! Kimden bu çocuk?

O anki hissimi anlatmak imkânsız. Yüreğime bir yıldırım düşüyor. Yanıyorum. Üşüyorum. Gerçeküstü bir uçuştayım. Kimin bu çocuk?.. Bu çocuk kimden?..

Zamansız doğdu dediler. Zamansız… Yangına doğdu… Gelinlik kızı kimse öldürmedi. Gelinlik kız gelin olamadım diye aldı canını. Ama köylü bir şeyleri sakladı bizden. Onun için herkes koordine bir şekilde susturuldu. O yüzden herkesin cebi doldu, ağzı kapandı. Yahya Hoca boş akılları cennet vaatleriyle, Kaymakam Fikret dünyevi zenginliklerle, Komiser Ekrem ölüm korkusuyla doldurdu. Sustu herkes. Herkes sustu. Ben de susuyorum. Gelinlik kız konuşuyor zihnimde.

Zamansız doğdu dediler, ilk gün. Zamansız doğdu bu çocuk. Yangına doğdu. Yıllar önce her taraf yangın yeriyken rahme düştü. Karakovanlar yanarken düştü.

Ben bir süredir düşünüyorum; niye yazıyorum diye. Üretmek mi yaşatıyor beni? Amacım ne bütün bunları yaparken? Şimdi hikâyenin peşinden sürüklendiğimi hissediyorum tekrar. Ama nereye bakarsam bakayım, tek bir canlılık belirtisi göremiyorum burada. Neden ötmüyor kuşlar? Böceklerin sesi duyulmuyor. Bekçi köpekleri birbirine ürümüyor. Bacalar tütmüyor. Çıt çıkmıyor; kışın bozkırda hiçbir şey hareket etmiyor çünkü. Hayatın yaşamdan izole bir parçası burası. Yaşama ayrılan süre kısıtlı, çok az. Bu muazzam durgunluğun içinde son canlılığın ölüşüne şahit oluyorum. Bütün bunlar olurken sanki biri cam bir kafesin ardından, çelik tellerin ötesinden bu nihai ıssızlığı izliyor gibi… Öbür tarafta gülüyor mu? Çekilen acılar onu mutlu ediyor mu?

“Kimden bu çocuk Zalife!” diye kükrüyor Mizemellerin Hikmet, bilmem kaçıncı kez. “Kimden bu çocuk! Bu çocuk kimden! Kimin çocuğu bu ulan! Söyleyeceksin! Kimden bu çocuk söyleyeceksin Zalife! Bu çocuk kimin çocuğu? Dokuz yıl bekledim. Dokuz yıl içime gömdüm. Dokuz yıl kendi oğlum gibi büyüttüm. Bana bu çocuğun kimden olduğunu söyleyeceksin! O gece kim girdi koynuna?”

Derin bir ikilemin içindeyim. Onu durduracak mıyım? Gerçeği açığa çıkaracak mıyım? Yoksa hikâyeye olan tutkumla yalnızca izleyecek miyim geriden? Kovanları yanan arıları resmeden bir belgesel ekibi gibi. Kafamda sürekli şu derin çınlama. Hışırtılar. Dayanılmaz artık. Gerçek ise ulaşılmaz. Ve kışlatmada arıyı öldüren açlık değil soğuk oluyor en nihayetinde. Köyde herkesin karnı tok. Ama yürekleri buz tutmuş.

Son kez soruyor Hikmet: “Kimin bu çocuk Zalife! Kimden bu çocuk! Bu çocuğun babası kim?.. Bana söyleyeceksin Zalife! Bu çocuk kimden?..”

-Ocak 2020-

Bu bölümle birlikte bu harika Türkçe öykü sona erdi. Kasvet Ulu‘ya bizi kırmayıp sitemize zaman ayırdığı ve bu güzel eseri bizimle paylaştığı için teşekkür ediyoruz.

Yazıyı beğendiniz mi?

Ortalama puan 5 / 5. Oylama sayısı: 2

Bunu oylayan ilk kişi olun

RSS
Follow by Email
Twitter
Visit Us
Follow Me
YouTube
YouTube
Instagram

Cevap Yaz

Oturum aç:

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir