Valkyrie Evreni Hikayeleri-2: Belki Üstümüzden Bir Gemi Geçer

Bunu Paylaşın

Sabah alarmı çalmıştı ve onu içinden çıkmak istemediği muhteşem düşlerden uyandırmıştı. Sinirle gözlerini açtı ve alarma yumruk atmamak için kendini zor tuttu. Alarmı kapattı ve vücudunu zar zor yataktan kaldırarak banyoya gitti. Çırılçıplaktı, kendini o halde soğuk duşun içerisine attı. Üzerine akan soğuk su, onu kendisine getirdi. Duştan çıkıp kurulandı, giysilerini giydi ve mutfağa gidip, buzdolabında dünden kalan yemeği mikrodalga fırında ısıtıp yedi. Karnını doyurduktan sonra bulaşıkları akşam yıkamak için mutfak lavabosunun içerisine bıraktı ve cüzdanı ile anahtarını alıp, ayakkabılarını giyip dışarı çıktı.

Evinin kapısının üzerinde yazan ismi, ona şu an fazlasıyla uzaktı artık. Sanki artık kendisi Abel Morrison değilmiş gibiydi şu son iki yıldır. Ancak yine de, buraya gelip de zar zor kurmuş olduğu hayattan vazgeçemezdi, en azından bu maddi darlıkta bunu yapması imkansızdı. İşyerine doğru giden metroya bindi ve metro, içerisindeki cehennem kalabalığı ile beraber onu da sürüklemeye başladı. Nasıl olmuştu da, iki asır önceki büyükbabalarından daha kötü bir hayata mahkum olabilmişti?

Kendisiyle aynı ismi taşıyan bir büyükbabası, yirmi birinci asrın başlarında şarkı söyleyerek deliler gibi bir servet kazanmıştı, hatta bugün bile pek çok insanın dinlediği kültürel bir hazineye dönüşmüştü The Rainman adıyla. Ancak ondan sonra gelen nesiller çok mu müsrif davrandı, yoksa servet bölüne bölüne mi böyle oldu bilinmez, kendisine gelene dek o zenginlik eriyip gitmiş, o da fakir ailesinden kurtulup rahat bir hayata sahip olmak için, bir terraforming mühendisi olarak buraya, Mars’a gelmişti. İki yıl önce bu koloni şehrine geldiğinde hayalleri bambaşkaydı. Bir kahraman olacağını, Mars’ta muhteşem bir hayat süreceğini düşünüyordu, fakat hayat, herkese yaptığı gibi onun hayallerini de balyozla yıkmıştı.

Bu düşüncelerle yola devam ederken metro yavaş yavaş boşalmaya başladı. Yolun sonuna doğru, içerisinde bulunduğu yeraltı tünelinden dışarı çıktı ve yerüstünde seyahat etmeye başladı. Gezegenin yüzeyi pencerelerden görülebiliyordu artık. Yeni yeni oluşmaya başlamış maviyle kahverengi arası göller, nasıl yetiştiği muamma olan tuhaf yeşil bitkiler, hafif kırmızı toprak ve maviyle kırmızı arasında bir renge sahip, bulutlu gökyüzü onu selamlıyordu. Güneş, en sonunda yüzünü göstermeye başlamıştı. Dünya’dakinden daha küçük ve daha az parlaktı. Yine de, Dünya’nın o betonsu, sabit şartlarına kıyasla, buradaki umutlu toprak çok daha iyiydi. Aslında ilk planı Venüs’e veya yapımı yeni tamamlanmış olan Europa kolonisine gitmekti, ancak ikisine de yaptığı iş başvuruları başarısız olmuştu.

Neyse, diye düşündü ve önüne baktı. Karşısındaki koltukta, o güne dek görmediği güzellikte bir kadın oturuyordu. Ona rahatsız etmeden baktı biraz, kadının kendisini farketmesi üzerine bakışlarını dışarıdaki manzaraya çevirdi. Kadın onun yanındaki koltuğa geçti ve “Merak etmeyin, ben de size bakıyordum aynı şekilde.” dedi ve elini uzattı, “Adım Natalie, Natalie S. Miller, sizinle aynı yerde çalışıyorum.” Abel şaşırdı biraz, ancak işlerin farklı bir yön almış olmamasından memnundu. Uzatılan eli sıktı ve “Ben de Abel, Abel Morrison. Ben terraforming mühendisi olarak çalışıyorum, sizin işiniz nedir acaba?” diye sordu. “Ne tesadüf” dedi Natalie, “ben de terraforming mühendisiyim, daha geleli iki ay oldu hatta! Sizden öğrenecek ne çok şeyim vardır şimdi!”

Metro son durağa, yani Mars Atmosfer Düzenleme Kompleksi’nin girişine ulaştığında, ikisi çoktan samimi olmuşlardı bile. Abel, Natalie’yle geçirdi o gün bütün mesaiyi. İki aydır nasıl farketmemişti ki onu! Halbuki Natalie, Abel’ı daha ilk gördüğü günden beri farketmişti, hatta tanışmak için fırsat kolluyordu.

Günler beraberce geçti ve ikisi de birbirlerini tamamladıklarını farkettiler. Abel, Natalie’nin taze ve genç zihninden gelen yeni yaklaşımlara açıklığı sayesinde, kendisinin uzun sürelerdir çözemediği pek çok problemin üstesinden gelmişti. Natalie ise, Abel’ın işteki tecrübesi sayesinde pek çok şey öğrenmişti. Diğer iş arkadaşları, Abel’ın bu kadar neşeli ve çalışkan bir hale nasıl geldiğini anlamışlardı bile, bu yüzden onların bu ufak flörtünü görmezden geldiler. Abel onların bu tavırlarına ilk başta anlam verememişti, Natalie’nin onu bir arkadaş olarak gördüğünü düşünüyordu sadece. Böyle düşünmeye de devam etti, ta ki Natalie, onu bir akşam yemeğine, evine davet edene dek.

Oraya gittiğinde, belki de bir seneden fazladır kendi evinde bulamadığı bir şeyle karşılaşmıştı; temizlikle. Hele ki, Natalie’nin onun için hazırladığı masayı görünce, kalpten gidecekmiş gibi hissetti. “Aslında her zaman bu kadar düzenli değilim, ancak bugün özel bir misafirim olduğu için biraz kendime ve evime çekidüzen vereyim dedim.”

Natalie’nin bu sözleri üzerine arkasına döndü ve gördüğü manzara karşısında şaşkınlıktan konuşamadı bir süre. Öyle güzeldi ki o anda… Kendisinin basit kıyafetlerle gelmiş olmasından utandı. “Böyle pek de iyi görünmediğimi biliyorum, özür dilerim.” dedi, “Ben öyle normal bir yemek yenecek falan diye düşünmüştüm sadece.” Natalie, onun söylediklerine şaşırmıştı: “Hiç farketmemiştim böyle düşündüğünü.” dedi yüzünü asıp. Abel dediği laftaki yanlışlığın farkına varıp, “Yok, ben onu demek istememiştim, ben senin beni bir arkadaş olarak gördüğünü düşünmüştüm, bu yüzden daha fazlası olmayacağımızı sandım, üzgünüm.” dedi aceleyle.

Natalie kıkırdadı ve ona sarıldı. Abel da ona sarıldı. Bir süre öyle kaldılar sadece. O ufacık sürede bile, onlar için birbirlerinden başka hiçbir şeyin önemi yoktu. İşte o sarılma anında, bütün gökyüzü, bembeyaz bir ışıkla doldu. Işık, her yeri ve herkesi içerisine almıştı sanki, milyonlarca ruhun özgürlüğe kavuşması gibiydi.

Işığın parlaması geçtiğinde, Abel ve Natalie hala birbirlerine sarılıyorlardı. İkisinin de içerisinde, uzun süredir içlerinde hissetmedikleri derecede büyük bir umut vardı. Sarılmayı bıraktılar ve yemeğe oturdular. Abel, Natalie’ye bakıp, “Hiç yapmak istediğin, ancak asla olmaz diye düşünerek gölgelediğin bir hayalin var mı?” diye sordu. Natalie ise, “Aslında ressam olmayı istemişimdir hep, ancak ailem bunun bana bir gelecek sağlamayacağını söyleyip durdular, ben de hiç üzerine gidemedim. Peki ya senin?” dedi Abel’a. Abel, “Müzik. Aslında ailemde ünlü müzisyen de var birkaç tane, ancak ben o kadar şanslı değildim, bu yüzden hep yarıda kaldı.” dedi hüzünle. Natalie kararlı bir sesle, “Ne dersin, ikimiz de hayallerimiz için birer defa da olsa deneme yapalım mı? Sonuçta bu noktada gerçekten bir şey kaybedemeyiz, değil mi?” dedi ona. Abel’a mantıklı gelmişti bu öneri, “Tamam, yapalım!” dedi heyecanla.

O günün geri kalanını da beraber geçirdiler, sonraki yıllarını da. Gerçekten de söz verdikleri gibi, hayallerini gerçekleştirmek için birer adım attılar. Natalie’nin attığı adım, onu sadece bir yıl içerisinde Midgaard’ın en ünlü ressamlarından birisi haline getirirken, Abel’ın attığı adım, onu ismini aldığı büyük büyük büyükbabasından daha ünlü ve zengin bir şarkıcıya dönüştürmüştü. Fakat ikisi de, hiçbir zaman birbirlerini bırakmayı düşünmemişlerdi, öyle de oldu.

Yıllar sonra, gençliklerini arkada bıraktıkları o günlerde, evlerinin yeni yapılmış bahçesinde oturduklarında, Natalie, yanındaki Abel’a dönüp, “İlk defa yemek yediğimiz gün, bana hayallerimi sorduğun için teşekkür ederim sevgilim.” dedi minnettar ve sevgi dolu bir sesle. Abel ise ona, “Asıl ben sana, beni o depresif halimden çıkarabildiğin için teşekkür ederim hayatım.” dedi, “Eğer sen o gün metroda benimle tanışmak için adım atmasaydın, asla gerisi gelmezdi.”

Ayağa kalkıp, birbirlerine o ilk buluşmalarında sarıldıkları gibi sarıldılar.

Yazıyı beğendiniz mi?

Ortalama puan 5 / 5. Oylama sayısı: 3

Bunu oylayan ilk kişi olun

RSS
Follow by Email
Twitter
Visit Us
Follow Me
YouTube
YouTube
Instagram

Cevap Yaz

Oturum aç:

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir