Frankenstein – Gerçek Prometheus Kim?

Bunu Paylaşın

Bugün, Netflix‘in popüler, Mary Shelley‘in unutulmaz eseri Frankenstein’in Guillermo Del Toro imzalı son yorumunu inceliyor olacağız. Aslında ilk kez Ağustos ayında sınırlı salonda gösterime giren eser, Netflix kütüphanesine girince müthiş bir popülarite kazandı. Yapımın fragmanını izleyerek ve spoiler/sürprizboaz uyarımızı yaparak incelememize başlayalım.

Öncelikli olarak belirtmek gerekirse Frankenstein, fragmanda temsil edildiği kadar yüksek katarsis temaları ve tempo içeren bir yapım değil. Çok daha ayakları yere basan, sağlam, duygusal ve hayatın ritminde bir film.

Frankenstein için söylenebilecek ilk şey, özellikle yönetmeni Guillermo Del Toro’nun klasik çizgisinin bir yansıması olarak olağanüstü bir görselliğe sahip olduğu oluyor. Masalsı ve gerçekçi iki farklı karakteri aynı anda vermeyi başaran bu yapı, ne kadar ultra gerçekçi vahşet içerirse içersin yine de masalsı yanın ağır bastığı bir yapı. Ancak biraz fazla belli olan CGI öğelerine rağmen bu, yapımın görselliğin olağanüstü karakterini değiştirmiyor.

Del Toro’nun, The Shape of Water ve Pan’s Labyrinth filmleri başta olmak üzere tüm filmografisine yansıyan bu özellik Frankenstein için de geçerli. Bununla birlikte ışığın Kubrick‘in Barry Lyndon‘u kadar mükemmel kullanımı, sanat yönetimi, makyaj ve kostüm tasarımları da eklendiğinde izleyici büyülenmekle kalmıyor Mary Shelley’nin romanına adeta ışınlanıyor. Şöyle ifade etmek yerinde olacaktır ki bu film, bu alanlarda çalışan herkes için rüya bir proje. Yine de bir eleştiri değilse de -çünkü bu, yönetmenin tarzı- şiddetin ve sonuçlarının tüm açıklığı ile görünmesinin, atmosferdeki genel masalsı karakteri değiştirememesi dolayısıyla belki biraz azaltılmasının fena olmayacağı sonucuna varılabilir. Evet, Tim Burton‘un Corpse Bride filmi olmak istemiyor yapım ancak yine de karakteri birkaç vahşet sahnesi ile değişecek de değil.

Shelley’in eseri Frankenstein’ı okumamış olmakla birlikte iki farklı versiyonunu izlemiş bir kalem olarak filmin tretman daha doğrusu senaryosuna dair söylediklerimin ne kadarının materyalden ne kadarının yorumdan geldiğini bilemiyorum, dolayısıyla yargılarım esere veya yapıma özel olabilir.

Öncelikle Frankenstein’ın ne anlattığını anlamak için orjinal eserin tam adına bakmak yeterli Frankenstein: Or, The Modern Prometheus / Frankenstein veya Modern Prometheus. İnsanlığa ateşi ve dolayısıyla medeniyeti getiren mitolojik karakter, ateşin yapısı itibariyle de ruhu çağrıştırmasından da olacak, insanlığa bildiğimiz anlamda hayat getirirken yine insanın yıkıcı ve asi doğası sebebiyle tanrılar tarafından sonsuz bir cezaya uğrayacaktır.

Shelley’in 1818’de daha yirmi bir yaşındayken yayınladığı bu romanda ise sonsuz cezayı -veya yoruma göre lütfu- kimin yaşadığı konusu belki biraz daha net olabilir ancak yazımızın başlığında da belirttiğimiz gibi yönetmen Del Toro’nun aslında birden fazla Prometheus’u var.

Doktor Victor Frankenstein’dan başlayalım. Ödipal çatışmanın neredeyse vücut bulmuş hali olan karakter annesi ile sahip olduğu dünyası ve her ne kadar suçlasa da, kardeşi William’a karşı son derece sevecen olabilen dışladığı babasıyla, bir Prometheus’un tüm nüvesini içinde barındırmakla kalmıyor, bir cesede can vererek zaten romanın da adı üzere somut Prometheus’u oluyor.

Doktor Victor Frankenstein ile tanışın; tutkulu, öfkeli, kibirli ve nefret dolu.

Bunun uzantısı olarak, annesinin vakitsiz ve daha önemlisi doğum sırasında gerçekleşen ölümü nedeniyle başladığı ölümü fethetme tutkusu, babasız ve tehlikesizce dünyaya gelen bir canlı yaratma çabasına evriliyor ve sürecin sonunda bu babasız bir canlı, ilgisizlikle yalnız kalmaktan, kendi kelimeleriyle öfkesi için yaşamaya gidebilecek bir tehdidi de beraberinde getiriyor. Babasını asla kabul etmemiş ve örnek almamış Victor’un tıpkı babasının kendisine davrandığı gibi davrandığı -fark bir kızılcık sopasıyla, bir demir çubuk olsa da- yaratığın inanılmaz gücü ve bir bakıma ruhsuzluğu, doktorun onu öldürmeye karar vermesiyle sonuçlanıyor. Elbette tek sebep bu değil ancak Victor kendi yaratığına karşı o kadar da acımasız olmadığı için diğer sebep bir güçlendirici oluyor sadece.

Bir bakıma bu ruhsuzluk da işte bizi diğer Prometheus’lara götüren yol oluyor. Ruhu bu yaratığa veren iki karakter var. Doktorun yengesi yani kardeşi William’ın nişanlısı Elizabeth ve yaratığın doğaya çıktıktan sonra karşılaştığı ilk evin yaşlı ve gözleri görmeyen büyük babası.

Biz Elizabeth’ten başlayalım, çünkü gerçekten de yaratığa bir biyolojik bütünlük dışında bakan ilk karakter o. Ve yine Elizabeth bir yaratılış tutkunu fakat Victor’dan bir farkla ki, karakter, ilahi ve doğal bir yaratılışa tutkun. Zaten bu sebeple de Victor ile arasındaki aşk ve nefret arasında bir ilişki var. Yaratılış tutkusu ve sırf tutku onu cezbederken, kibir ve karanlık itiyor. Yine de Elizabeth’in yaratığa duyduğu duygu saf yaşama karşı bir aşk oluyor. Yaratık tamamen tertemiz bir bebek onun için -yaratık görsel olarak da aslında dev bir bebek-, dolayısıyla yaratılışı gördüğü bu varlıkta anneliği de ilk kez hissediyor.

Gerçek bir aşk, ama neye karşı?..

Michalangelo‘nun, Adem’e hayat veren Tanrı sahnesinin canlandırımı ile de parmakları ile yaratığa ilk kez hayat veriyor Elizabeth. O kadar ki, o ana kadar sadece Victor diyen yaratık Elizabeth de demeye başlıyor ve aslında bu da Victor’un kafasını netleştiren bir kıskançlığa yol açıyor. Annesini paylaşamayan Victor, Elizabeth’i de paylaşamıyor, kaldı ki Elizabeth aslında annesinden farklı olarak onun bile değil. Ama Victor annesinin imgesi kırmızı meleği bu kızıl kadında buluyor bir kere.

Üçüncü Prometheus olan kırsal ailenin gözleri görmeyen büyük babası ise çok daha ilginç bir karakter. Vicdan azabı ile, sevgiye ve iyiliğe adanmış karakterin gözlerinin görmüyor olması, görse yaratığa farklı mı davranırdı ya da yaratığın ruhunu görmek için gözlerinin görmemesi mi gerekir sorusunu sorduruyor izleyiciye. Ancak sonuçta yaratığın annesi Elizabeth ise babası da bu adam oluyor. Bu isimsiz adam, yaratığa konuşmayı , okumayı, iyiyi ve güzeli öğretiyor. Ama en önemlisi ona sevgi ve şefkat veriyor. Yaratığa edebiyatın en üst düzeyindeki ruha dokunan ifadeleri söyleten kitaplar değil bu sevgi ve şefkat oluyor aslında. Kısaca iyi bir baba veriyor yaratığa bu adam. Çünkü Victor kötü birisi, evet hiç uzatmadan belirtmek gerekir ki Victor kötü bir karakter.

Fakat enteresandır ki, Prometheus’ların filmde bir temsilcisi daha var. Ve bu temsilci her ne kadar sadece kendisini kurtarmak isteyen ve diğerlerinin ölümüne sebep olmaktan çekinmeyen bir tıynette olsa da farklı bir açıdan yeni bir hayat türünü kucaklayan bir karakter: Elizabeth’in amcası ve silah ticaretinden kazandığı servet ile doktorun çalışmasını fonlayan Harlander. Harlander, her ne kadar düşkün de olsa asalet ünvanı taşıyan doktoru baron olarak çağıran, kendi servetini her ne pahasına olursa olsun kendisi kazanmış olan, fotoğrafa resim karşısında büyük bir öncelik tanıyan, yeni sosyal düzen, yeni ekonomi ve yeni insana tutkun olan bir karakter.

Yeni baron o, fotoğraf hayatın simülasyonu olarak yeni resim ve yaratık bu düzenin yeni insanı Harlander için. Ve tüm projeyi de finanse ettiği için evet, Harlander da bir Prometheus. Harlander bugünün yapay zeka ile insanlık ilişkisini net bir şekilde temsil eden de bir karakter aynı zamanda.

Aslında tüm tretman da yaratığın bu Prometheus’larla ilişkisi oluyor ta ki final sekansına kadar. Final sekansı, Victor’un annesi kırmızı melekle özdeşleşen Elizabeth’in sahneden çekilmesi ile başlayıp, Victor’un belki de hak etmediği bir huzura ermesine kadar yan bir hikaye ama ortak bir tehlikeyi gösteriyor bize: Tutku hatta kibirli bir tutku. Çünkü önce yaratığı kovalayan sonra yaratığın kovaladığı doktor Frankenstein, sığınağı, kuzey kutbuna gitmek üzere cebelleşen ve asla beceremeyeceği belli olan Danimarka gemisi Horitson da buluyor.

Frankenstein’ın tutkusunun sonu, bu imkansız görve tutkuyla bağlı Moby Dick‘in kaptanı Ahab göndermesi kaptan Anderson’a ulaştığında onu yavaş yavaş değiştirmeye başlıyor ve geminin adı üzerine ufku hala görebileceği bir yerde -çünkü dünyanın sonunda ufuk yoktur- o tutkuyu kontrol altına almasını sağlıyor kaptanın. Böylece biz de mürettebattan altı kişiyi öldüren yaratığın diğer onlarcasını kurtarmasına şahit olabiliyoruz.

Her ne kadar kendi türünde bir eş ile bu tarz bir sevgiyi bulamasa da, babası Victor’dan bir nevi icazetle ve sevgi ile ayrılmayı başaran yaratığın doğan güneşe umutlu gözyaşlarıyla bakıp, aşk yerine öfkeye tutulmamasının coşkusunu hissedişi ile perdesini kapatan film, izleyicinin de yüreğinde bir iz bırakmayı başarıyor böylece.

Doktor Frankestein babalık bile yapamayacağı yaratığın Tanrısı olmaya çalışırken.

Yapım hakkındaki görüşlerimizi paylaşmaya oyunculuk ve diyaloglar bazında küçük birkaç noktayla devam edelim. Zira Prometheus’lar bazında karakterlere esasen değinmiştik.

Öncelikle yaratığı oynayan Jacob Elordi‘nin mükemmel bir performans sergilediğini ifade etmemiz gerekir. Karakterin sessiz veya sadece Victor diyerek verebildiği mimikler ya da vücut hareketleri yönetmen Del Toro’nun aklındaki yaratığı tam olarak izleyiciye yansıtmayı başarmış.

Yine Oscar Isaac de tıpkı farklı birçok ırktan karakteri oynamasına dayanan ününü, doktor Victor Frankenstein’ın çok farklı ruh hallerini başarıyla perdeye yansıtarak farklı bir boyutta perçinliyor. Yapımın başındaki tutkulu ve öfkeli Frankenstein ile ortasındaki aşık Frankenstein ve sonundaki çaresiz ve pişman Frankenstein karakterleri birbirinden tamamen farklı karakterler ve oyuncu bunun altından başarıyla kalkmayı başarmış.

Doktorun kardeşi William rolündeki Felix Kammerer İngilizcesi ile dikkat çekmekle kalmıyor -Alman oyuncuyu izleyiciler, 2022 yapımı Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok / All Quite on the Western Front‘un başrol karakteri Paul Baumer olarak hatırlayabilirler.- ilerleyen her dakikada derinleştirdiği karakteri ile sağlam, abartısız ve çok güçlü bir performans sergiliyor. Küçük kardeş sahneden çekilmesine çok az bir zaman kala yatakta poposu üzerine hoplayarak abisinin yanına sevgi dolu ve güvenen küçük kardeş olarak ilk kez geldiğinde ölümü daha da trajik oluyor izleyici için.

William ve Elizabeth. Yapım, dönemi çok başarılı şekilde yansıtan görselliği ile de elit bir karaktere sahip.

Elizabeth rolündeki Mia Goth ise birkaç handikapa sahip ve bunlar temelde oyuncudan kaynaklanmıyor. Genç bir kadının kaleme aldığı ve içinde yaratılış, üreme, annelik, aşk ve tutkuya dair birçok nüve içeren bir eserde aslında yazar Mary Shelley’i temsil eden karakteri ile Elizabeth, aynı anda çok güçlü, çok anaç, çok tutkulu, çok dindar, çok hayran ve çok net yargılara sahip olmak zorunda ve bu hiç kolay değil. Üstelik neredeyse herşeyi sebepsizce biliyor olmasını sağlayan senaryo da -çünkü o belirttiğimiz gibi Mary Shelley’nin kendisi- pek yardımcı olmuyor. Tutku ile oynanması gereken ancak doğal da olması gereken bu karakter, bir de kelebekler, yapraklar, aşk, bunların ömrünün kısalığı ve birbiri ile içinde bulundukları temsil ilişkileri gibi çok güzel ama yapay göndermeler de kendisine söyletilince… Oyuncu yine de iyi bir iş çıkartmış.

Çift Oscar’lı aktör Christopher Waltz ise biraz fazla Christopher Waltz. Oyuncunun özel hayatında yer yer karşımıza çıkan kara mizahı, canlandırdığı karakter Harlander’a yakışıyor ama Harlander’ın Christopher Waltz’a benzemesi dışında ortada pek de bir şey yok. Yine karakterin finalinde bağırta bağırta kendisine söyletilen, Prometheus ve ciğerini yiyen kartal hikayesi de tıpkı Elizabeth’de de olduğu gibi çok da yardımcı değil oyuncunun karakter derinliğine.

Son olarak, gözleri görmeyen büyük babayı oynayan David Bradley‘den de bahsedelim. Genelde kötü, pesimist ya da en azından huysuz bir kara mizahın beyazperdedeki temsilcisi olan aktör o kadar babacan, o kadar doğal ve ağdalı olmaktan uzak bir performans sergiliyor ki, asıl Prometheus’un kendisi olduğunu düşündürüyor izleyiciye.

Oyunculuklar ve senaryonun ortak eleştirilebilecek ve/veya övülebilecek yönü de aslında bu. Son derece bol göndermeli, herkesin her an cevaplar için hazır olduğu, çok kontrollü bir senaryo var ortada. Fakat göndermelerden ve sembolizmden zevk alan izleyici için bu aynı zamanda son derece de keyifli bir senaryo. Yine görsel olarak da masalsı bir mükemmelliği işin içine kattığımızda “doğal olmayanın” çok da göze batmaması gereken bir yapımla karşı karşıyayız denilebilir. Bir başka deyişle dev bir tiyatrodan bahsetmek daha anlamlı olacaktır.

Evet, tam olarak böyle; belki biraz fazla kanlı ve dehşet pornosu içeren ama onun dışında tüm öğeleriyle insanı gerek zihnen gerekse de kalben saran büyülü bir tiyatro eseri Guillermo Del Toro’nun Frankenstein’ı.

Filme dair son sözlerimiz bazen yaptığımız gibi esprili bir konuya dair olsun; umarız sizler bizim yazarken aldığımız keyiften daha fazlasını alırsınız incelememizi okurken, çünkü her ne kadar değinilmesi oldukça keyifli bir eser olsa da her Frankenstein yazımızda unutup, sonradan bir “n” eklemek zorunda kaldık ismin ortasına. Yoksa siz de benim gibi hep Frankestein / Frankeştayn olarak mı okumuştunuz tüm inceleme boyunca?

Yeni yapım ve konularda görüşmek dileğiyle, hoşça kalın.

Yazıyı beğendiniz mi?

Ortalama puan 0 / 5. Oylama sayısı: 0

Bunu oylayan ilk kişi olun

RSS
Follow by Email
Twitter
Visit Us
Follow Me
YouTube
YouTube
Instagram

Cevap Yaz

Oturum aç:

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir