Postmodern Bir İnsan Hikayesi: Citius, Altius, Fortius

Bunu Paylaşın

Herşey ne zaman başladı? Bilmiyorum, ama bildiğim bir şey var, o da “Bildiğim tek şey hiçbir şey bilmediğimdir” sözünün Socrates tarafından söylenmiş olduğu, en azından biliyorum benden önce birilerinin bu kalıpta bir cümleye başlamış olduğunu. Zaten öyle olmuş olmasaydı ben de bu kalıba başlayamazdım değil mi? Belki de başlardım kim bilir?

Herşey nerede başladı? Bilmiyorum… Seni yalancı seni…

BÖLÜM 1: ALLAH’IM GÖRÜYORUM!.. UM DUM DA DUM UM…

“Mehmet! Şu teybin sesini açsana,”

Kirpikler birleşti, hadi yola çıkalım, ben neredeyim şu an, inanılmaz… Allah’ım görüyorum! Ben neredeydim şimdiye kadar? Bu teyp ne kadar da yüksek bir yerde duruyor. Kararan ışıklar, kırmızı, yeşil baklava dilimleri… Ve işte uzandım.

“Dikkatli tırman koltuğa, Bahar yardım et şuna…”

Daha hızlı olmalıyım, aaah, işte tamam.

“Aferin Memomaaaa”

Artık ben de varım, görmek mi daha önemli yoksa kütüphaneye çıkmak mı? Bunu şimdi biliyorum ama bilmiyorum ve de biliyorum ama bilmiyorum, um, dum da dum, um.

“Güneş ışıkları açılsın, ışıl ışıl saçılsın, güneş ışıkları kapansın -sıkıldım bundan- güneş ışıkları açılsın, güneş ışıkları kapansın… Yeter bu kadar sihirbazlık oyunu, yaramazlığa bir dur demek lazım.

“Nasıl yani babaanne, yaramazlık yapanları mı yiyormuş?”

“Evet Zeus bacada bekler, yaramazlık yapanları yer”

Ne de olsa Yunan…

“Mehmet! Sen de geliyor musun bizimle?”

“Eveeeet”

Çaydanlıklar, bakır kazanlar ve semaverler gece lamba altında ışıl ışıl. Uslu durmaya ne kadar katlanabilirim ve Scout Finch karakterinden nasıl sıyrılabilirim? Kendimi gerçekleştirince veya yazınca diyelim, buna izin vermeli miyim, o zaman ayrılır mıyız? On iki, on üç yaşlarında bayağı koptuk, tuk da caz, caz da tuk. Büyü bu olsa gerek.

“Sadrazam babana söyle artık rahatsız etmeyeceğim seni…”

“Ama neden, yoksa sen de?..”

“Evet, ben de jön türküm!”

Böyle bir film vardı eski, siyah beyaz. Ayhan Işık mıydı başrolde? Doğrusu hatırlamıyorum, hatta o zaman tanımadığım için aslında (X*0); tanımsız bir durum.

İnsan belirleyici anları algılayamıyor yaşarken, ben de böyleyim. “Anlamaya çalışma, hisset.” demişti bir dostum. Ama hisler de düşünceler kadar subjektif değil mi? Öyle ama yine de “Anlamak mı hissetmek mi?” diye sorsalar, hissetmek derdim. Anlamak şeytanidir çünkü ve şeytan tüm parlaklığına rağmen beyaz değildir ve beyaz karşılar insanı her doğuşta, Nereden mi biliyorum? Bilmiyorum, o halde? Tahmin et…

Kızma, seninle konuşuyorum, cevabımı duymana artık gerek yok çünkü anladın zaten. Anlamadıysan tertemizsindir anladıysan şeytana bulaştın bile… Saçmalık mı? Tabi ki benden ne bekliyorsun hayatın sırrını mı? Zaten felsefe iyidir ama hep felsefe yapmak iyi değildir. Deneme yanılma, dene yanıl… Saygılar ilettim bir Fransız’a ama İrlandalı’ya dönmeyelim açık olalım. Dört yaşındaki bir çocuğun saçmalıklarına dayanabilirsin değil mi? Bana sevgiyle bak eğleneceğiz, rrrrrrr, işte bu şeytaniydi ama bir şey olmaz ben aldım tedbirimi henüz daha görmeden…

BÖLÜM 2: LA SOL FA SOL…

Hüzün… Bu müziğin bana hatırlattığı şey tam bir hüzün. Telefonda Irish Tune olarak geçiyor. Melodi hakkında tek bildiğim bu, -ortaokuldayken flüt çalardım-. Hepimiz çalardık ama ben bayağı bir bağlanmıştım flüte. İlk olarak çıkardığım şarkı Kim Basinger’ın muhtemelen bir film için söylediği aptalca bir tekerlemeydi. Ama daha sonra Rodrigo’nun Gitar Konçertosu’ndan -ki gitar için bestelenmiş olsa da tarafımdan flüte gayet güzel bir şekilde adapte edilmişti- Queen’in I Want It All’ına kadar geniş bir repertuar edinmiştim. O kadar ustalaşmıştım ki, bir şarkıyı ilk kez dinlediğimde ikinci nakaratına şarkı ile beraber girebiliyordum. Bununla birlikte bugün bile hala aynı olan bir özelliğim vardı; çalarken hangi notaları bastığıma dair hiçbir fikrim yoktu.

Aslında sabahları yeni kalktığımda bu kadar konuşkan olmam ama şimdi kendimi size beğendirmek zorundayım ve evet; ben küçük bir müzisyendim bir zamanlar. Şu anda beni nasıl hayal ediyorsunuz bilmiyorum ve size fiziksel olarak nasıl biri olduğum hakkında pek de fazla ipucu vermeyeceğim. Ama bu konuşmayı yaparken aslında sadece yatağıma oturmuş ve sol dizime yaslanmış sol dirseğimden uzanan sol elimle desteklediğim başımdaki -bu tür tanımlamalar sırasında ben okuduğum kitaplardan hep koparım- sağ ve sol gözümü -bir değişiklik olarak- kapatmış şekilde düşünüyorum.

Etraf aydınlanmış ama benim renklerim sönük. Bu, ekonomiyle ilgili bir şey; son derece derin boyutları olan hayat ve ruhun kesişmesi ile oluşur “renkler” ve eğer üzerlerine bir gölge düşerse o zaman hayatın sığ bir yer olur. Bu gölgenin derin veya önemli olması gerekmez ve bu gölge kişiden kişiye değişebilir. Bunlar sadece benim için doğru olan düşüncelerdi ve benim gölgem ekonomiydi, engellediği şeyin küfü bile olamazdı ama gölgeydi işte. Arghh… İsveç çelik sanayisine katkıda bulunun. Benim yaşımdaki gemileri jilet yapıyorlar, 27 yaşındayım, jilet değil tıraş bıçağı… Tıraş bıçağı sakal keser -ve bıyık eğer farklı değerlendiriyorsanız- jilet ise sadece iyi görünmektir…

Sabahlar soğuk olur, kuzey yarımkürede ve ılıman kuşakta nemli bir yerde yaşıyorsanız bile sabahlar yine de soğuk olur. Bir güne daha başlamak apartman kapısına çıktıktan sonra daha kolaydır. Sürekli bir grilik, ıslaklık, yolları paylaşamadığın arabalar ve köpekler. Bir de insanlar… Ama yine de kolaydır bir kere o kapıdan çıkınca… Bir keresinde kaldırımda yürürken bir araba beni baştan aşağı ıslatmıştı. “Metropolde Sabah” adlı bir hikâye yazmaya karar verip fikrimi yeteri derecede beğendikten sonra, hikâyeyi kafamda yazmış, oynamış, takdir edilmiş ve rafa kaldırmıştım.

Ben her sabah evimle otobüs durağı arasındaki yolu aynı şekilde giderim, bu bir verim meselesidir; en kısa zamanda en çok işi yapmak. Burada gösterişe, hayale, sanata yer yoktur. Gölge karanlıktır bu yolda, ben hareketli bir tepsi içindeki tembel bir pirinç tanesiyimdir o yolda; hızlı aşılır o yol, hızlı ve menfaat peşinde geçer o yol ve nedense hep kırmızı bir ışıkla biter o yol…

BÖLÜM 3: LET’S MEET WHERE THE CONTINENTS MET

Hayır sağ olun, inanın yalnız başıma tüm dikkatimi vermişken bile zor baş ediyorum bu akreditiflerle, CAD’lar ile… Bir de siz gelirseniz gerçekten baş edemem. Hem sonra kıtaların birleşmesi sizin zannettiğiniz gibi kolay ve güzel olmuyor ne yazık ki. Bir köprüde karşılaşmış iki inatçı keçi… Üzerlerindeki kimi pireler ticaretten dertli, kimi pireler savaşla derbeder, keçiler sinirlenir bazen debelenir, pireler korkuverir.

Çok şükür henüz keçiler o debdebeli debelenmeye girmedi ama pireler keçilere inat -ki bu kayda değer bir olgu bence- keçiler yerine korkutup, mutsuz ediveriyorlar birbirlerini. Yalnız takdir etmek lazım ki saf keçilere göre daha bilinçlidir bu pireler, en azından keçinin aksine keçiden haberdarlardır. Bereket, henüz onu kontrol edemiyorlar. Yine de hadi buluşalım keçilerin tokuştuğu yere diyerek onları kontrol ediyormuş gibi de görünüyorlar, sevimliler ama değil mi?

Aslında pek de değil. Öncelikle pireler çok unutkandırlar keza çok da bencil… Hepsi bundan şikâyet ederler ancak büyük bir kısmı bu şikâyeti daha ziyade daha üst seviyede bencil olamadıklarından dolayı bir nevi kendini kınama şeklinde yaparlar. Aslına bakarsanız her pire evrenin kendisine referansla anlaşılabileceğine dair saplantılı bir ruh hali içindedir. Ama gitgide derinlere düştüğümüz uçurumu şimdilik bırakarak konu başlığımıza dönmekte fayda görüyorum.

Bir pirenin bir yerden diğerine gitmek için kullanacağı yöntem zıplamaktır. Ve zıplama konusunda sadece varoluşsal değil -ki varoluşsal olarak aslında iyi zıplayamazlar- ruhen de isteklidirler. Acı olan zıplamaktan keyif almıyor olmalarıdır; onlar daha yükseğe zıplamak isterler ve işte tam bu da debelenmelerinin esas sebebidir. Ve işte yine tam da bu onları keçilerden daha tehlikeli yapar…

Evet ne demiştik? Citius, Altius, Fortius… Tamam da neden “Citius, Altius, Fortius”? Aslında bu derin bir konu ve ben bu konuda şimdilik daha fazla şey söylemek istemiyorum. Aklınıza gelen sebepler temelde doğru; ister istemez biyolojik yapımız bizi biraz buna itiyor ama can sıkıcı olan bunun yüzeysel kalması. Açayım;

Pire keçinin üstünde ama keçinin rolünden haberi yok. Eğer pire sadece keçinin üzerinde zıplasaydı problem yoktu ama o daha yükseğe sıçramak istedi. Sonra daha, daha, daha… Öyle ki artık pire kendi türdaşlarını değil her şeyi geçmek istiyordu. Bağımlı olmuştu ama haberi yoktu. Keçiyi tamamen unutmuştu, keçinin üzerinde olduğu köprüyü unutmuştu, köprünün bağladığı karaları ve onu kaplayan gökyüzünü… Aslında her şeyi unutmuştu. Sonra bir pire zıplarken fark etti; artık o bir “Post” olmuştu. Dört yılda bir hayatını adadığı gereksiz bir yarış kadar alışılmış ve eski… Ama daima ileriye de bakan bir yeni. Ruhen pire, fiziken karınca, sosyal olarak arı olmuştu. Ve şöyle dedi:

“Bütün hayatı kendi sahnesinde -bunu açıkça söylemeyeceğim- tanımlamaya çalışırsam lafı kısa kesemem ve helyuma dönüşürüm; uzamsız, sınırsız…”

Sonra da ekledi;

“Gerçi bu helyum olayını da bir çizgi filmde görmüştüm. Ama en azından eski sevimliliğimi kazanmış oldum.”

Yazıyı beğendiniz mi?

Ortalama puan 5 / 5. Oylama sayısı: 1

Bunu oylayan ilk kişi olun

RSS
Follow by Email
Twitter
Visit Us
Follow Me
YouTube
YouTube
Instagram

2 Yorum

Cevap Yaz

Oturum aç:

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir