Büyükada’nın Küçükandonyadis’i – Lefter: Bir Ordinaryüs Hikayesi

Bunu Paylaşın

Cuma günü Netflix kütüphanesinde yerini alan, Türk futbolu ve Fenerbahçe‘nin efsanesi Lefter Küçükandonyadis‘in hayatını anlatan Lefter: Bir Ordinaryüs Hikayesi filmine dair bir sinematik ve tarihsel bir inceleme ile karşınızdayız bugün.

Yapım perdesini gerçekten de ordinaryüs hikayesi ile açıyor. Babası Hristofis’in, okumasınan çok umutlu olduğu ve profesör olabileceğine inandığı Lefter’in top peşinde koşması yüzünden aralarında baş gösteren gerilim, Lefter’in ordinaryüs lakabını aynı toptan kazanması sürecine eklemlenerek yapımın ilk ve ana hareket noktası oluyor.

Yapım iki sac ayağını da bu tarihçe ekleyerek çatısını oldukça tutarlı bir şekilde kuruyor; Lefter’in aşk hayatı ve bir azınlık mensubu vatandaş olarak yaşadıkları. Bu çatının arka planındaki görsellikte emek ve para harcanmış olduğundan yapım eli yüzü düzgün bir iş olarak tanımlanmayı hak ediyor. Bunlara tek tek değineceğiz.

Lefter’in çocukluğu ve ilk gençliğinin geçtiği Büyükada sekansları, mekanın çok da değişmeyen görselliği ile harmanlanarak bize Lefter’in ailesini, aşkı Stavrini’yi ve can yoldaşı Hasan’ı tanıtıyor. Büyükada, gerek dış ve gerek iç mekanlardaki ışık kullanımı ile dikkat çekerken, Lefter’in futbol macerasının başladığı Taksim-Pera bölgesindeki nostaljik öğeler dikkat çekiyor. Baba Hakkı‘dan İstanbul’un kozmopolit yapısına ve dönem inanlarının konuşma tarzlarına kadar belki biraz tiyatral ve sete dair ama yine de keyifli bir İstanbul nostaljisi yaşıyor seyirci.

Ne zaman olursa olsun baba babadır, oğul da oğul. Halit Ergenç Lefter’in babası Hristofis rolünde çok başarılı.

Yapım, bu noktada İkinci Dünya Savaşı‘nın zorlukları ve varlık vergisine geçerken biz de konunun tarihsel boyutuna bir geçiş yapalım. Varlık vergisi 1942-43 ve 44 yıllarında uygulanan bir servet vergisi olarak gayrimüslim vatandaşlardan alındı ve bu vergiyi veremeyen bin üç yüz kadar gayrimüslim vatandaşın da Erzurum Aşkale’de angarya çalışmaya gönderilmesi ile sonuçlandı.

Varlık vergisi insani açıdan savunulması pek mümkün olmayan bir uygulama olmakla birlikte uygulanmasında gerçekten de İkinci Dünya Savaşı’nın Dünya ve Türkiye üzerindeki yıkıcı etkilerini görmek gerekir. Çünkü Cumhuriyet’in ilk yıllarında ve hatta 1930 Dünya Ekonomik Buhranı‘nda bile sistem gayrimüslim ve Türk burjuvasının dengede gittiği bir işbirliği gözlemlenmektedir.

Konunun arka planını çok detaylı ve bizleri yapımdan koparacak kadar uzun olmamakla birlikte irdelemekte fayda var.

Osmanlı İmparatorluğu‘nun, gerileme döneminde bir tarih ve anlaşma ülkedeki Ermeni ve Rum sermayesinin kökeninin sebebi olmuştur: 1838 Baltalimanı Antlaşması. Antlaşma, Kavalalı Mehmet Ali Paşa‘nın İstanbul’u tehdit eden ayaklanmasına karşı İngilizlerden yardım isteyen Osmanlı Devleti‘nin İngilizlere maddi ve hukuk kapütilasyonlar vermesi ve daha da önemlisi Osmanlı Devleti’ndeki tüm hammadde ve mamul madde tüccarlarının İngiliz -bu haklar daha sonra tüm büyük batılı güçlere tanınacaktır- tüccarlar ile serbest ticaret yapabilmesi hakkını tanımasıyla Osmanlı Devleti’nin yaklaşık kırk sene içinde yarı sömürge durumuna gelmesine neden olacaktır.

1826’da II.Mahmut tarafından getirilen ve ülke içindeki her türlü dış ticaret işleminin devlet tarafından düzenlendiği tekel sistemi kaldırılınca, Osmanlı çiftçi ve tüccarı üstün üretim ve onun arakasındaki büyük askeri güce sahip sanayici batılı güçler karşısında tek kalmakla kalmamış, devlet de çok önemli bir gelir kaybına uğramıştır.

1839 Tanzimat Fermanı, 1856 Islahat Fermanı, ilk dış borçlar ve en sonunda da borçlarını ödeyemediği için yalnız kalıp kaybettiği 1877-78 Osmanlı Rus Savaşı‘nın akabinde kurulan paralel maliye Düyun-ı Umumiye (1881) ile tamamlanan döngü Osmanlı Devleti’ni ekonomik olarak bir egemen olmaktan çıkarmış ve tüm ülkeyi batının sanayi kapitalizmine bir hammadde deposu haline getirmiştir.

Bu noktada belirtmek gerekir ki amacımız Tanzimat ve Islahat Fermanları’nın gerek Osmanlı toplum düzeni, eşitlik ve kanunsallık ilkelerine karşı çıkmak değil. Ancak net bir şekilde ifade etmek gerekir ki, bu fermanların eşitlik anlayışı aynı zamanda pek de eşit olmayan bir ekonomik gerçeklik meydana getirmiştir.

Adalet ve ekonomide çok başlılık olarak tanımlanabilecek bu durumda, kapütilasyon sahibi güçler ve onların ülke içindeki acenta/aracıları farklı bir hukuki sistem ve vergilendirme rejimine tabi olmuşlardır. Bu da Osmanlı toplumunda müslümanlar ile gayrimüslimler arasında önemli bir gelir uçurumu doğmasına sebep olmuştur.

İşte İttihat ve Terakki‘nin I.Dünya Savaşı‘na girerek başarısız da olsa kaldırdığı kapütilasyonlar ve milli ekonomi hamleleri ile bu açık kapatılmaya çalışılacaktır. Birinci Dünya Savaşı‘nın karanlık günlerinde bu sermaye transferi ve özellikle Doğu’da Rus ilerleyişinin sonunda ortaya çıkan hazin tablo Kurtuluş Savaşı‘nın sonuna kadar tam olarak durulmayacak ve zaferden sonra yeni bir denge ortaya konacaktır.

Bu denge, kısaca şöyledir. Lozan’da kapütilasyonların ve dış borçların belli vadelerde kapatılması akabinde milli bir burjuvazinin yaratılmasına kararlı olan cumhuriyet rejimi ve artık yeni Türkiye’de ticaret fırsatları arayan batılı güçlerin ilişkisi gayri müslim aracı düzeninden karma bir düzene geçecektir. Bu düzen, o zaman komprador olarak tanımlanan İstanbul ile İzmir tüccarı, zaferin ekonomik mimarı Anadolu Eşrafı ve hem bağlantıları hem de iş tecrübeleri sebebiyle millileşmiş görünmekle birlikte kimliğini koruyan gayrimüslim sermaye arasındaki bir düzen olacaktır.

Bu üç sermaye birbiri ile ortak çalışmakta olduğu için özellikle ilk Türk – Yunan mübadelesinden sonra belki biraz bencil ve toplum açısından verimsiz ancak barışçıl ve kuralları belli bir düzen oturtmuş hatta bazı müstakil olaylara rağmen 1930 Dünya Ekonomik Buhranı ve İkinci Dünya Savaşı’nın ilk safhasını toplumsal barış içinde atlatmayı başarmıştır.

Yapıma tekrar dönersek Lefter’in de hayatının ilk kısmı Varlık Vergisi ve Lefter’in dört sene sürecek askerliği ile kapanmış olur.

Film, Lefter’in yükselişi ile yaşadığı aşk üçgenine geçtiği ikinci perdesinde çocukluk aşkı Stavrini ile evlenen Lefter’in önce Fiorentina’ya oradan da Nice gidip dönüşünü anlatırken Meri karakterini izleyiciye tanıtıyor. Yapım, Yunanistan – Türkiye maçında Lefter’in Atina’da gördüğü muamele ile Varlık Vergisi’nde fazla yüklendiğini düşündüğü Türk tarafının karşısında bir dengeleme unsuru olarak Yunan tarafını da eleştirdikten sonra uzunca bir süre izleyiciyi Lefter-Stavrini-Mary aşk üçgeninde tutuyor.

Oyuncu Erdem Küçükkaynarca’dan son derece başarılı bir “Ver Lefter’e yaz deftere” bakışı.

Yapım başarılı senaryo mimarisi gereği Meri’nin oyundan çıkışıyla da ikinci sosyal temasına geçiyor: 6-7 Eylül olayları. Bu sekans bir kreşendo olarak kullanılıyor ve gayet de başarıyla kullanılıyor. Zira Lefter’in Meri’yi ve aslında belki de Stavrini’yi aynı anda kaybıyla yaşadığı bunalıma çok büyük bir travma ekliyor.

İşler kötüye gittiğinde, Yunanistan’da Türk tohumu, Türkiye’de de Rum tohumu olarak adlandıranların eksik olmadığı Lefter, ailesini ve evini neredeyse aynı anda kaybediyor.

Çünkü Lefter bir Küçükandonyadis’dir, kendi ailesi vardır ve aslında olduğu gibi kabul gördüğü tek yer Büyükada’dır. O Büyükadalıdır. İşte Büyükada’nın Türk sakinlerinin de içinde bulunduğu saldırı Lefter’i baştan ayağı sarsar. Gerçekte de olduğu gibi kapının arkasında elinde av tüfeği ile evine girilmesini bekleyen Lefter, gerçeklik algısını kaybetmekle burun buruna kalır.

Lefter bu buhrandan, önce arkadaşlarının ve jandarmanın daha sonra da Fenerbahçe taraftarının olaya dahli ile hem fiziksel olarak hem de ruhen kurtulunca tekrar ilişkilerindeki bunalımla baş başa kalır ve orada da can dostu Hasan’ın desteğini bularak filmin climax sekansına ulaşır.

Bu noktada tekrar tarihsel bir parantez açmak gerekirse 6-7 Eylül 1955’de yaşanan ve temelde bir pogrom olan olaylar, Atatürk‘ün Selanik’teki ata evinin bombalandığına dair provokatif ve yalan bir haber sonucu gerçekleşen ve hiçbir şekilde legalize edilemeyecek bir mahiyettedir. Arka planda Kıbrıs sorunun ilk safhalarının olduğu ve büyük ihtimalle bilinçli olarak organize edilen olaylar İstanbul’daki gayrimüslim unsurların Türkiye’den son göçü ile sonuçlanır. Bununla birlikte Netflix yapımları özelinde buraya döneceğiz.

Filmin climax’i gerçekten de beklenilebileceği üzere 19 Şubat 1956’daki Macaristan maçıdır. Ferenc Puskas önderliğindeki dünyanın tartışmasız en iyi takımı Macaristan’ın, sorunlarından maç gecesi kurtulabilmiş Lefter’in iki ve bir başka efsane Metin Oktay‘ın tek golüyle 3-1 mağlup edildiği bu maç Türk Futbol tarihinin belki 2000’li yılların başına kadar ki en büyük zaferidir ve özellike o maçın futbolcuları tarafından seksenli yıllarda bile buluşulup kutlanmıştır.

Türk futbolunun iki süperstarı asrın zaferinden hemen önce seremonide.

Bu zaferle sona eren yapıma dair genel değerlendirmelerde bulunursak, set oldukları biraz belli olsa da özenli dış mekanlar, buna mukabil mükemmel iç mekanlar, oldukça başarılı bir sanat ve çok iyi bir ışık yönetimi uzantısında çok tatmin edici bir sinematografiden ilk sırada bahsetmemiz gerekir.

Yine bütün bu teknik özelliklerin işaret ettiği nostaljik duygunun ve figürlerin özenli şekilde perdeye yansıdığından da bahsetmekte fayda var. Birçok izleyicinin hatırlamadığı ve hatırlayanların çok yaşlı olarak hatırladığı birçok karakteri genç ve günümüzde değişik olduğu algılanabilen bir dille görmek gerçekten keyifliydi. Ancak bu noktaya da filmin neden çekildiğine dair bir başlıkla döneceğiz.

Senaryo mimarisinin tutarlı ve temponun çok dozunda olduğunu da ifade ettikten sonra Fahir Atakoğlu‘nun müziklerinin belki biraz büyük olduğundan küçük bir eleştiri olarak söz etmekte yine fayda görüyoruz.

Çok küçük bir eleştiride maç sekanslara dair olacak. Özellikle Macaristan maçının sahne zamanı uzatılarak ve duygusal yoğunluğu arttırılarak çok keyifli bir sekans kurmak mümkün olabilirmiş.

Oyunculuklara kötü diyemeyiz ancak genç oyuncuların yaşamadıkları bir döneme ait, yeniden üretilmiş bir geçmişi canlandırırken yapay kaldıklarını belirtmemiz gerekli. Kadın oyuncuların döneme dair dizilerde ve eski bazı filmlerde gördükleri, Sezen Aksu‘nun bazı şarkılarında izini sürdüğümüz levanten İstanbul’a dair simülatif performansları ile erkeklerin kibar didaktik performansları birleşince amacın içinde eriyen bir oyuncu performansından söz etmek çok da yanlış olmaz.

Yine de Lefter’i canlandıran Erdem Küçükkaynarca‘nın mimiklerine ve aksanına belki biraz mükkemeliyetçi ve suni olabilecek ancak çok özenli yaklaşımını, babası Hristofis rolündeki Halit Ergenç‘in doğallığını – bir baba 1550’de de 1950’de de, 5025’de de aynı babadır vizyonunu yansıtan oyuncu, denilebilir ki filmdeki tek doğal performansı sergilemiş- ve Edip Tepeli‘nin Lefter’in can dostu Hasan’ı, sadece Hasan yapan üç boyutlu yorumunu yine de ayırmak gerekli.

Kadın oyunculardan Meri rolündeki Aslıhan Malbora‘nın tutkulu ama belki biraz da rolünün de etkisiyle yüksek oynadığını – ancak oyuncu kesinlikle adanmış bir performans veriyor- Lefter’in eşi Stavrini rolündeki Deniz Işın‘ın ise çok küçük bazı nüansları daha doğal verdiği yine söylenebilir. Bununla birlikte bu fark bilinçli olarak iki farklı kadın arasındaki net karşıtlık olarak da kurgulanmış olabilir.

Küçük nüanslar büyük anlamlar – Stavrini (Deniz Işın) hayatnın aşkına bakarken.

Şimdi, döneceğimizi ifade ettiğimiz iki noktayla yapıma dair bir eleştiriden bahsedelim. Lefter Küçükandonyadis belki de Türk Futbol tarihinin en iyi oyuncusu olsa da bundan tam on üç yıl önce üstelik 88 yaşındayken vefat eden bir karakter olarak – Lefter’in 1982 yılında son kez teknik direktörlük yaptığını ve spor yazarlığı da yapmadığı düşünüldüğünde- filmi çekilecek bir popülariteye sahip mi bu tartışılır. Evet film evrensel denilebilecek iki boyutla güncel kalmayı başarıyor ve özellikle ilk boyutu olan aşk ile kadın izleyicileri ak ile radarına alıyor ancak ikinci boyut bir başka sorun içeriyor.

Bu boyut Lefter’in bir azınlık toplumu üyesi olması. Evet, film Yunan taraftarını da eleştiriyor, evet Varlık Vergisi Hristofis tarafından savaşın ürünü olarak tanımlanıyor, yine evet 6-7 Eylül sekansında Lefter’in yardımına devleti ve Fenerbahçe taraftarını da gerçeğe uygun olarak koşturuyor ancak bir Netflix yapımında seçilmesi gerçekten ticari anlamda bile riskli bir karakterin hayatının en önemli boyutlarından birinin 6-7 Eylül olayları olması gerçekten pek de hoş değil.

Yazının başlığını Büytükada’nın Küçükandonyadis’i seçen ve tek evinde uğradığı ihaneti böylece kınayan, Varlık vergisine dair belli bir arka plandan bahseden ancak 6-7 Eylül olaylarına hiçbir mazeret kabul etmediğini açıkça yazan bir kalem olmakla birlikte bu uluslararası seçimin anlamını çok da kavrayamıyoruz.

Yani bugün Türkiye’de, 70 yıl önce yaşanan 6-7 Eylül olaylarını inkar eden ve hatta tasvip eden bir çevre var mıdır, Türkiye’de bugün baskı altında olan/olabilecek bir gayrimüslim azınlık var mıdır, Lefter bugün Türkiye’de yeni neslin tanıdığı ve/veya her kuşak için politik bir sembol müdür? Bizce bu soruların yanıtları büyük oranda hayır olacaktır.

O zaman belki Lefter’i sinemada ele almak veya Netflix’te Türkiye’deki daha güncel bir politik sorunu konu etmek daha etik olabilir fikrindeyiz. Her şey sürekli komplo teorileri ile ele alınmak veya amaçlar illaki kötü niyetli bir ajandaya bağlanmak zorunda değil elbette. Kaldı ki, sorun bizce bu da değil.

Sorun, daha ziyade uluslararası bir platformda sosyal boyuta sahip bir yapımla yer almak için özür diler bir tavrın şart olduğuna dair algı olarak gözüküyor. Çünkü özür diler bir tavır da tıpkı günümüz ana akım tarihi dizileri gibi bir kompleksin farklı tarzdaki dışavurumudur.

Yazıyı beğendiniz mi?

Ortalama puan 0 / 5. Oylama sayısı: 0

Bunu oylayan ilk kişi olun

RSS
Follow by Email
Twitter
Visit Us
Follow Me
YouTube
YouTube
Instagram

Cevap Yaz

Oturum aç:

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir