“Her şey bir gün sona erecek. Yok oluş kaçınılmaz bir gerçek! Lakin asıl soru şu; bu yok oluşta önemli olan yolculuk mudur yoksa hedef mi? Bu konuda insanları takdir ediyorum. Çünkü onlar eninde sonunda toprak olacaklarını bilseler bile şu kısacık ömürleri için mücadele etmeye devam ediyorlar.”
Dramoalı Maceracı İllithein Kaelen, Yolculuğum ve Hayat Hakkında Birkaç Şey adlı eserinden, 5. Ahit 2384
Salzaran, demirkabuğu fark ettiğinde iş işten geçmişti. Yaratık, dört ayağı üzerinde duruyordu ve sırtına rahatlıkla üç ev sığabilirdi. Keskin hatlara sahip vücudunu saran doğal ve kalın bir zırhı vardı. Sekiz pörtlek gözü fıldır fıldır dönüyordu. Yaratık, kanatsız bir ejderhayla dört bacaklı dev bir örümceğin yasak aşklarının bir ürünü gibi duruyordu. Bu düşüncesi komik olduğu kadar iğrençti de.
Yaratık, üzerindeki tozu silkindikten sonra konuştu. Sesi birbirine sürten metal parçalarını andırıyordu. “Demek savaşacaksınız.” dedi demirkabuk.
Elen, pelerininden sarkan altın sarısı saçlarını yana atarak muzip bir tavırla iki elini kaldırdı. “Bizi yanlış anladın. Biz sadece-“
Salzaran, uzun kılıcını çekti. “Zevkle!” diye haykırdı.
Elen gözlerini devirdi. “Başından beri amacın buydu değil mi?”
“Pek sayılmaz tatlım.” Elen’e göz kırptı. “Ama beni bilirsin, bir savaşa asla hayır demem.”
“Ah, evet. Sen ve senin o ilginç tanrın.” diye homurdandı Elen. Daha sonra iki ucu keskin bir yakut çıkardı. Yükseltecinden çıkan saf enerji tüm mağarayı aydınlatıyordu. Altın sarısı saçları yıkımın kırmızısına boyandı. Yükseltecindeki tüm enerjiyi bir ışın halinde demirkabuğa yolladı. Muazzam bir patlama tüm mağarayı inletti. Oluşan toz bulutunun arasından yaratığın acı çığlıkları yankılanıyordu.
Salzaran, öksürürken Elen’e sırıttı. “İtiraf et, o kadar da kötü değildi.”
Elen kıvırtarak yanına yaklaştı ve kollarını omzuna sardı. Orman yeşili gözlerinde her zaman olduğu gibi muziplik vardı. Tarçın kokulu parfümü teriyle karışmıştı. Ama bu bile Salzaran’ın başını döndürmeye yetiyordu. Elen dudaklarını onunkine yaklaştırdı. Arada sadece bir parmak boşluk kalmıştı. “Belki. Ama bir dahaki sefere bütün işi bana bırakma.” Salzaran hamle yaptığında geri çekildi. “Önce ödülünü kazanman gerek.” diye bir çocuk edasıyla gülümsedi. Ardından yüzü düştü. Kollarını ondan kurtardı. Titriyordu.
Salzaran önce gülümsedi. Ancak üç kalp atışı sonra gülümsemesinden eser kalmamıştı. Bu seviştikleri zamankiyle aynı şey değildi. Bu yüz ifadesini nerede görse tanırdı. Savaş meydanından dehşet içinde kaçmaya çalışan acemilerde çokça görürdü bunu. Elen korkuyor muydu yani? Hani şu krallara diz çöktüren Cesur Elen mi? Bu güneşin batıdan doğması gibi bir şeydi. İmkânsızdı. “Elen?” diye sordu endişeli bir tavırla.
Salzaran’ın arkasını işaret etti. “A-ama bu imkânsız.” dedi kekeleyerek.
Salzaran kafasını çevirdiğinde demirkabuğun meymenetsiz yüzünden yayılan kahkahalarıyla karşılaştı. Üzerinde tek bir çizik bile yoktu. Artık sekiz gözü de Salzaran ve Elen’in üzerindeydi. Ve bu hiç de iyi bir şey değildi. Eğer bir şey tek bir güçlü darbede ölmüyorsa başın büyük belada demekti. Özellikle de o darbeyi gönderen Elen ise. Demirkabuk dikenli kuyruğunu sallayarak derin hırıltılar çıkardı. Bu kaçmak için son şanslarıydı.
Salzaran başını iki yana salladı. Kaçmak gibi bir korkaklığı düşündüğü için kendine kızıyordu. Kutsal sembolünü sıktı. “Yüce Ruth…” diye fısıldadı.
“İnsanları kandırmak da korkutmak da çok kolay!” Gülmeye devam ederek gerindi. “Siz aptallar tanrılardan medet uman dilencilersiniz. Kendinizi avcı zanneden zavallılarsınız. İşte bu yüzden kendi çobanınız olamıyorsunuz.”
Demirkabuk kükredi ve Salzaran’a doğru atılarak altı tırnaklı pençesini salladı. Salzaran, yana atlayarak yaratığın kocaman pençesinden kaçındı. Lakin bir sonraki saldırı takip edemeyeceği kadar hızlıydı. Göğsüne yediği dikenli kuyruk darbesiyle yere öyle bir çarptı ki plaka zırhı tüm vücudunu titretti. Kemikleri çatırdayarak kırıldı. Beyninin kafatasının içinde gidip gelmesiyle bir anlığına gözleri karardı. Bu yenilgi aldığı bütün kılıç yaralarından daha küçük düşürücüydü.
“Lanet olsun!” diye haykırdı kan kusarken.
Elen gözlerinden yaşlar süzülürken çığlık attı. “Salzaran!” Dehşetle etrafına bakındı. Yükselteci enerji patlamasından sonra sönmüştü. Savunmasızdı.
Salzaran zorla doğrulmaya çalıştıysa da başaramadı. Zırhı içe doğru bükülmüştü ve hareket etmesini engelliyordu. “Elen.” dedi öksürerek. “Kaç!” Bu sözcüğü gerçekten de söylemiş miydi? Ruth’un bir müridi gerçekten de kaçmayı mı öğütlemişti?
Beni bağışla, diye düşündü.
Demirkabuk çatallı diliyle dudaklarını yaladı. “Ah! Ne kadar da dokunaklı! Önce kadınını yiyeyim en iyisi!” diye pis pis güldü.
Elen donakalmıştı. Duvara sarılarak ölmeyi bekliyordu. Bu âşık olduğu kadın mıydı? Cesur Elen’e ne olmuştu? Korku insanı gerçekten de bu kadar tanınmaz, bu kadar aciz yapabilir miydi? Böyle bitmemeliydi. O, kırılmış kemiklerle yerde yatarken hiçbir şey yapamayacaktı. Kadınının canlı canlı katledilmesini seyredecekti. Bu hiç adil değildi!
Neden, diye düşündü. Ruth, ona bu ölümü nasıl layık görebilirdi? Oysaki savaşçılara yaraşır bir şekilde meydanda şehit düşmeyi dilemişti. Daha fethedeceği çok yer, katılacağı çok savaş vardı. Onca şanlı zafer, onca anı, onca ölüm; hepsi basit bir keşif görevi yüzünden bitmemeliydi. Belki de kendini çimdiklemeli ve bu kâbustan uyanmalıydı. Ama artık kelimeler bile ağzından çıkamıyordu. Sadece iniltiler… Böyle bitecekti işte.
Elen demirkabuğun dişleri arasında çatırdarken öylece izliyordu. Tüm bedenini saran acıya rağmen yanaklarının ıslandığını hissedebiliyordu. Bir savaşçı ağlar mıydı? En son ne zaman ağlamıştı? Yaratık kadının bacaklarını da hüplettiğinde sekiz gözünü ona çevirdi. Eceli yaklaşıyordu. Salzaran’ın kulaklarında savaş borazanları yankılanıyordu. Eve döndüğünde karşılanmayı hayal ettiği kadar şanlıydılar. Kozmik ve ulu. Ecelin sesi… Naelmilsus’un sesi…
Hayatı boyunca tanrısına sorgusuz sualsiz tapmıştı. Onu ilk sorgulayacağı anın ölümü olacağı aklının ucundan dahi geçmezdi. Daha iki gün önce Ruth, onu Naelmilsus’a davet etmişti. Ecel gerçekten de onu bu kadar çabuk mu bulmuştu? Ama belki de ölmek o kadar kötü değildi. Tanrıların arenası Naelmilsus’ta sonsuza kadar savaşarak tanrıçasını onurlandırmak… İşte bu herkese nasip olan bir şey değildi.
Demirkabuk onu ağzının içine tıkmaya başlamıştı. Sivri dişlerinin arasında ikiye ayrılırken burnunda hâlâ Elen’in kokusu vardı. Keşke bu kadar onursuz bir şekilde ölmeseydim, diye düşündü.
DEVAM EDECEK…
-o-
Sayın Çetin Gözen’e bu güzel öyküsü için teşekkür ediyor, kurgusal.net’e hoşgeldiniz diyoruz.
İlginizi Çekebilir
Bilim Kurgu Dizi Öykü: Sarius Nava’nın Soğuk ...
Berdan Sarıgöl'den Yeni Saga: Atlantropa - İl...
Araf (8.Bölüm ve Final)
Berdan Sarıgöl’den Saga'nın İkinci Kitabı – U...
S.Volkan Gün’den Karanlık Bir Fantastik Macer...
90’lar Estetiğinde Bir Polisiye Senaryo: Gece...
1999 yılında İstanbul’da açtım gözlerimi. Küçüklüğümden beri bilime, uzaya ve fantastik evrenlere merakım olmuştur. Bu süreçte Yüzüklerin Efendisi, Matrix ve Yıldız Savaşları bana epey etki eden eserlerdendir. Kendimi keşfetmem ve yazmaya başlamam uzun sürdü. Kalemi elime alsam yazabileceğimi biliyordum ama işte mesele kalemi elime almaktı. Yazmaya masaüstü rol yapma oyunlarında (D&D) “Dungeon Master” olduğumda başladım. Sıfırdan, tamamen bana ait bir dünya yaratma fikri çok hoşuma gitmişti. Ayrıca bu dünyalar sadece benle sınırlı kalmayıp oyuncularıma da ulaşıyordu. O zamandan beri de bırakamadım yazmayı zaten. Fantastik evrenlerde sıradan ya da olağanüstü kişilerin ruh hallerini anlatan hikâyelerin yanı sıra uçuk kaçık bilimkurgu hikâyeleri de yazıyorum. Şu an fantastik bir roman yazmak üzerine çalışıyorum. Kendi okur kitlemi bulup eserlerimi onlarla buluşturmak istiyorum.