Fantastik Öykü: Bozgun

Bunu Paylaşın

Gökyüzü kırmızı bulutlarıyla aydınlanırken, yeşil sisli gecenin küflü perdesi ayaklarını hızla çekiyordu. Rondum galaksisindeki Krono gezegeninin sıradan gün doğumlarından biriydi. Üzerlerindeki perdenin yeniden yeşile dönmesi için, üç saatleri vardı. Tüm günün yedi saat olduğu düşünülürse, bu, hiç de az sayılmazdı.

Krono’daki doğal işleyiş büyük bir karmaşa obağıydı. Kendi türlerinin güçsüzlerini yiyebilen canlılar olduğu gibi, sadece yerkürenin tozları ile beslenenlere de rastlamak mümkündü. Bu yüzyıllardır olağanlaşan durum bile, çoğu zaman sürprizlere gebe olabiliyordu. Çünkü bu küçük evren, her yeni güne derisini değiştirerek uyanıyor ve kimi zaman kendi deri kalıntılarını yemekten geri durmuyordu. Bazen gezegenin midesi bu garipliği hazmedemiyor ve safralarını tüm kaya parçalarına kusuyordu. İşte bu değişimin mutlak bekçisi gezegende, değişmeyen tek şey; korkunç gövdesi ile yüzyıllardır onların başındaki tahtta oturan Simatrin’di.

Gezegen tamamen kırmızıya döndüğünde; Simatrin, siyah pelerinini uçurarak ayağa kalktı. Yüzünün iki yanında uzanan sakallarını sıvazlayıp, seyrelmiş saçlarını iki yana ayırdı. Buna mecburdu. Tek gövdesi, tek kafatası olan bu adamın, kafasının iki tarafında iki yüzü vardı. Bu iki yüzden biri ileriye, geleceğe bakarken; bir diğeri onun henüz geçtiği yerlerin üzerine süzülen geçmişin ışığını izliyordu. Bu yüzden; kendini ondan daima geride, daima geç kalmış hissediyordu.

Simatrin, gezegendeki herkese diz çöktürebilecekken, iflah olmaz düşmanının da yine kendi bedeninde yaşadığını biliyordu. Çünkü her söylediği cümlenin aksini iddia eden, tahta her oturuşunda yüzünü soğuk mermere dönen, derin uykularını çığlıkları ile bölen kişi; aynı bedenin onulmaz yolcusuydu.

Kral, tüm bedenine akorvasi hormonu salgılayarak kendisini mutsuz bir ruha bürüyen diğer parçasını unutmaya çalıştı. Uğraşması gereken çok daha karmaşık işler vardı. Asker Kronoluların dediğine göre, gecenin yeşilliğinde, bugüne dek görmedikleri bir yaratık gezegenin ortasında belirmişti. Üç kolu olan yerlilerin aksine iki kolu vardı. Teninin rengi, onlarınki gibi nefti değil, kaya tozlarına yakın bir tondaydı. Azınlığın ve farklılığın her daim kötü görüldüğü inanış çemberi burada da aynı hızla işliyordu. Farklıysa kötüydü. Başka bir izahı yoktu. Gecenin bir vakti, avuçlarının arasında tuttuğu ve bugüne dek hiçbir Kronolunun görmediği bir cisimle, çiftleşme ayinlerinin ortasına düşmüş ve tüm ritüeli bozarak doğacak bebeklerinin sonunu getirmişti.

            Tüm öfkesiyle; hırpani bir başın ortasında ince bir sis gibi beliren ve kendisine kenetlenen gözlere baktı Kral. Adamın, yarısı kırlaşmış ve çirkinlikle kabarmış saçlarını izledi. Üstündeki giysiler tamamen yırtılmış olan bu ucube, kendilerine benzemeyen birini daha önce görmeyen Kronolular için; tam anlamıyla büyük bir sürprizdi. Gezegendeki dengeleri alt üst ettiği yetmiyormuş gibi, bakışlarıyla onlara meydan okuyor ve hepsinin ruhuna görünmez mızraklar saplıyordu. Simatrin, göbeğinin ortasındaki elini havaya kaldırıp, kafasının iki yanında uzanan antenleri salladı. Antenlerinin ucunu aralayarak, aralarına karışan ucubenin kokusunu içine çekti. O zaman kafasının arkasındaki dudaklar aralandı ve delice bir çığlık koptu.

“O kim! Göster bana onu! Bana onu hemen göster! Seni pis mahlukat! Hemen bana onu ver! Kokusunu ver, tadını ver, onu bana ver!!!”

Simatrin dişlerini sıktı. Elleriyle kendi başına defalarca vurdu; ama verdiği acı, sesi daha çok yükseltmekten başka bir şeye yaramıyor ve her an daha güçlü darbeler indirmesinin önünü alamıyordu. Tam bir kısır döngünün ortasında, çizgisinde boşluğu olmayan çember hattında yürüyordu. Takati kalmayıp, nihayet antenlerini kapattığında, kokuyu gönderdi ve böylece sesin yalnızca ölgün yankısını duydu. “Ver… Çok açım… Ver onu bana…”

Kral, tüm bu karmaşaya eklenen can yangısıyla ileri atıldı. Onu bu hale, dolaylı da olsa, getiren ucubeyi öldürmeliydi. Ellerini adamın boğazına kenetlemek üzereyken, kırmızı bulutlar üzerlerine büyük bir gaz yağmuru bıraktı. Kronolu askerler, miğferlerinin hizasında tuttukları kayadan bozma koruyucularını havaya kaldırıp, Simatrin’i ve kendilerini el yapımı bir mağaranın içine sakladılar. Birkaç dakika sonra gaz yağmuru yerini sert bir rüzgâra bıraktı. Simatrin kayadan oyulan kalkanları aralayıp, yağmurun altında kalan adama baktı. Herhangi bir Kronolu için mutlak bir yok oluş olan bu yağmur, adamın gözlerindeki maviliği derinleştirmekten fazlasını yapmamıştı. Kral, askerleri sağa sola savurarak iri gövdesini adamın yanına hızla götürdü. Ellerini adamın boğazına geçirmek için yeni bir hamle yaptı. Bu kez, yerkürenin her bir hattı hızla sallanmaya, kayaların arasındaki oyuklar büyümeye başladı. Askerlerden bazıları oyuklara düştü, bazılarının farklı uzuvları sıkıştı; kaçabilenler Simatrin’in etrafında yeni bir koruyucu kalkan kurdu. Simatrin nihayet bakışlarını adamın gözlerinden dudaklarına indirdi. O zaman, onun bir şeyler mırıldandığını ve tüm bu kıyımın sebebinin ağzının ortasından saçılan tükürüklerin nihai sonucu olduğunu anladı.

***

            Krono seksen geceyi yeşilliğe gömmüş, seksen birinci günü kırmızılıkla karşılıyordu. Bir Kronolu için sıradan sayılacak bu zaman dilimi, sadece onların ayinlerinin ortasına zamklanan adam için aynı hızda akmıyordu.

Saçları tamamen kırlaşmış, derisi alacalı bir karmaşanın ortasına atılmıştı. Titreyen ellerinin arasında tuttuğu cisim, metalik renginden arınmış, çirkin siyaha dönüşmüştü. İlk geldiği gün ile aynı olan tek şey, birkaç gün önce gri perdeler inen gözbebeklerindeki alaycı ve hırçın başkaldırıydı.

            O günden bugüne aynı yerde duruyor ve ona yaklaşacak olan biri olduğunda, kurumuş dudaklarını kıpırdatmaya başlıyordu. Bu; bazen kum fırtınalarına, bazen önü alınmaz rüzgârlara, bazen de kırıcı bir soğuğa sebep oluyordu. Bu yüzden, Simatrin, askerler ya da halktan herhangi biri, onun yakınına yanaşmaya cesaret edemiyordu.

Gezegendeki canlılar sadece bunlar sayılmazdı elbette; ama onlardan çok da fazlası değildi. Bir de Kraliçe vardı. Krononun en iyi mağarasında, Simatrin’in himayesinde yaşıyordu. Seksen gün önce, mutlak döllenmesi bir ucube tarafından engellenince, kendini inzivaya çekmiş ve açlıktan çırpınan midesinin sesini duymamak için ara vermeden uyumuştu. Ta ki Simatrin, yeniden doğru zamanın geldiğini ona söyleyene dek.

 Henüz ayan Kraliçe Avange, kırmızı gökyüzüne heyecanla bakarak, üç kolunu salladı. Islık çalarak, sadece onun için uçan ve yine sadece kendisinin görebildiği hayvanını çağırdı. Sert derisi biçimsiz deliklerle bezeli bu iri yaratık, sırtının iki yanında uzanan nefti yeşili kanatlarını çırparak Avange’nin sesine uçtu. Yerkürenin çirkin tozlarını savurarak, görkemli mağaranın girişinde durdu. Simatrin dahil herkes, sadece etrafa saçılan kaya parçalarını ve toprağın zayıf tozlarını gördüler. Kraliçe, çıplak bedenindeki her uzvu ustaca örten uzun, siyah saçlarını savurarak; hayvanın sırtına oturdu. Kanatlar yeniden iki yana açıldığında, sıradan halkın sakinleri koşarak ayin alanına vardılar. Avange, görünmez hayvanı eşliğinde Krononun etrafında turladıktan sonra, hepsinin ortasındaki yerini alacaktı. Bu, çiftleşme ritüellerinin pürüzsüz başlangıcıydı.

Avange’nin hayvanı, gezegenin ortasındaki oyuğa indiğinde, Kronolular antenlerini havaya kaldırıp, birbirinden yüksek sesler çıkarmaya girişti. Yaptıkları bu serenadın sebebi, Kraliçe’nin seçtiği ilk erkek olma telaşıydı. Yüz altmış gündür, bu anı bekleyen zavallılar için, bıçak kemiğin sınırlarını çoktan aşmıştı.

Simatrin için ise durum bundan farklıydı. İlk kez kaçırdığı ayinde, Kronunun ortasında bakımsız bir bitki gibi beliren adam her şeyi alt üst etmişti. Bu yüzden, tahtını en yüksek kayaya oturtup, üzerindeki yerini aldı. İri gövdesini, dengede tutmak epey zordu; ama etrafında duran askerler bunu onun yerine yapıyor, yalpalayan tahtı titizlikle kayanın üzerinde konuşlandırıyorlardı.

Kraliçe, Kral’a bakıp, yüzyıllardır birlikte yaşadığı kocasına tebessüm etti. İri bedenini, görünmez hayvanın sırtından indirip, Kronoluların çığlıkları arasında, saçlarını sırtına gönderdi. Şimdi, tüm bedeni nefti rengiyle apaçık ortadaydı.

Avange ve Simatrin’in bu gezegendeki mutlak hükmeden olmalarının sebebi, diğerlerinin erişemediği heybetleri ve Avange’nin doğurganlığıydı. Boyları en az üç metreydi. Oysa askerlerinki en fazla iki metre, sıradan halkın ise onlardan elli santimetre daha kısaydı. Bu durum, hiyerarşik bir denge yaratıyor ve kurbanlar doğumlarından kısa bir süre sonra, güçsüz bedenleriyle kendilerini ele veriyorlardı.

Simatrin bedeninin iki yanındaki ellerini havaya kaldırıp, antenlerini yattıkları yerden çıkardı; “Şimdi!” dedi. Avange, gelen emirle beraber kayaya sırtüstü uzanıp, bacaklarını araladı. Başını sallayıp, halktan birini işaret etti. Seçilen adam, kendisinden iki kat iri olan Kraliçe’ye doğru yürürken, Simatrin’in bedeninden gelen başka bir ses duyuldu. “Beni oraya döndür seni ahmak! Avange’yi izlemek istiyorum. Benim gözlerimi oraya döndür! O benim, onu izlemek benim hakkım! Seni pis ucube! Beni hemen oraya döndür!”

Simatrin yeniden kendi kafasına vurmaya başlayınca, kayanın ortasında, askerlerin desteği ile duran taht, bir sağa bir sola sallanmaya başladı. Kral’ın laneti durmadan, susmadan bağırıyordu. Avange, gözlerini Kral’a bakmaktan alamadı. Genç Kronolu, nasırlı ellerini onun iri gövdesine değdirinceye dek, kendini ayine bırakamadı. Nihayet bedenini teslim ederken, Simatrin’in kayanın üzerindeki benlik kavgası hararetlendi. Kronolu halkın çığlıkları, onları bastırmak istercesine daha da yükseldi. Hepsi, sıralarını beklemeden Kraliçe’nin etrafındaki yerlerini aldılar. Askerler ise, Kral’larını çılgına çeviren herhangi bir şeyi gözlerini kırpmadan öldürebilecekken, onunla aynı bedeni paylaşan siyamı için çaresiz kalıyorlardı. Dakikalar sonra Kral’ın tahtı, kayaların oyuklarından düşerken, Avange, yedinci kez bir Kronolunun döllerini kendi bedenine kabul ediyordu.

Yeşil gece yeniden çökmeye başladığında ayin sona erdi. Tahttan düşen Simatri’nin mavi kanlarla bezeli bedeni, ayin alanının tam ortasında yatıyordu. Ölüm ve dirilik arasında bir yerde, bir çizgi gibi duran gözbebekleri ile etrafa bakıyordu.

Askerlerden bazıları alanın çevresine kendi gövdeleriyle etten duvarlar örerek, alandan çıkmaya çalışan sıradan halka engel oluyor; bazıları Kral’ın yaralarını temizleyerek yeniden ayağa kalkması için çaba sarf ediyordu.

Avange’in bitkin bedeni, ilk yattığı kayanın üzerindeydi. Kraliçe etrafındaki koşturmayı yok sayarak, kalan son gücüyle, belli belirsiz bir ıslık çaldı. Görünmez hayvanının kanatları hareketlendi ve ayin alanının ortasına sert bir iniş yaptı. Askerlerden birkaçı, Avange’in ayağa kalkmasına yardım etti. Kraliçe, yorgun bedenini sert derili hayvanın üzerine bırakırken; “Başlayabilirsiniz,” dedi, “karnınızı iyice doyurun. Simatrin’in ve benim payıma düşen yemeği, mağaraya getirin.”

İşte o zaman, günlerdir bekledikleri anın geldiğini anlayan askerlerin gözlerini, az sonra emecekleri mavi kanlar bürüdü. Dört bir yandan kuşattıkları halkı aralarına alıp, en yabani yüzlerini giyindiler.

Onların arasında kalan ve son döllerini, doğacak yeni kurbanlar için Kraliçe’nin rahmine bırakan zavallılar; olacakları henüz sezmenin telaşıyla sağa sola kaçışmaya çalıştı. Ama artık çok geçti. Bugüne dek toprak yiyerek yaşamayı başaran adamları; askerler kalkanlarıyla yere indirmeye, mızraklarının uçlarını zayıf derilerine saplamaya başladılar. Çığlıklar, kemiklerinin ağrılı kırıklarından çıkan çıtırdamalar, kanları fışkırırken oluşan sesler birbirine karıştı. Hepsinin bedeni sükunete büründüğünde; askerler, ölenlerin derilerini soyup, yeni kıyafetler yapılmak üzere, mağaralara doluşturdu. Midelerini, onların çiğ etleriyle doldurup, kemiklerini yeni silahlara çevrilmek üzere, toprağa gömdüler. Çünkü kraliçenin gebeliği sonlanınca yiyecekleri yemeğe kadar, onları tok tutacak olan şey buydu.

Simatrin, etrafında olup bitene bakarken, ileride duran yaşlı ucubenin gözlerindeki gri perdelerin kalktığını ve durmadan kıpırdattığı dudaklarından dökülen sözcüklerle, bedeninin yavaş yavaş yükseldiğini fark etti. Etrafındaki kanlı ziyafet alanından çıkıp, soluğu yeniden onun yanında aldı.

Yaşlı adam, karşısına büyük bir cesaret kuşanıp gelen Kral’a, yükseldiği yerden, tam göz hizasından baktı.

Kral, günlerdir sormak istediği soruyu sordu. “Sen kimsin? Bizim aramızda ne işin var?”

Adam, parmaklarının arasındaki cismi okşayarak, gözlerini kapatıp açtı. Gri perdeler yeniden gözbebeklerinin ortasındaki yerini aldı. Az sonra söyleyeceklerinin, Simatrin’in zihnindeki tüm dengeyi alaşağı edeceğini sezerek gülümsedi ve aynı dilden cevap verdi.

“Sizin aranızda değilim Simatrin. Sadece sen ve bu ölü halkın öyle sanıyorsunuz.”

***

Aradan yine seksen kırmızı gündüz ve seksen yeşil gece geçti. Avange’nin gebeliği iyice belirginleşip memeleri içlerinde biriken sütle kaskatı oldu. Son doğumunda on iki Kronolu dünyaya getiren Kraliçe, bu kez karnının daha da büyüdüğünü ve nefti rengi derisinin bir kaya parçası misali çatladığını fark edince, rahminde daha çok bebeğin doğumunu beklediğini anladı.

Simatrin, halkın ve askerlerinin üremesini sağlayacak olan Kraliçe’nin yanından bir an olsun ayrılmadan doğumun gerçekleşeceği anı heyecanla bekliyordu. Bu hem soy devamı hem de kadim açlıklarının kısa bir molasıydı.

Birkaç kırmızı gün sonra, gökyüzü turuncu renge büründüğünde, tüm Kronolular gibi o da yeni bir değişimin çıkageldiğini ve Kronodaki gecelerin artık bu renkle üzerlerini örteceğini anladı. Tam da bu yenilikle beraber, Avange’nin sancıları başladı. Asker Kronoluların midelerine de benzer bir sancı oturarak, uykudaki açlıklarını sarsarak uyandırdı.

Yaşlı ucubenin ise derisi tamamen kemiklerine yapışmış, saçlarının büyük bir kısmı dökülmüş, ağzında dişe dair hiçbir şey kalmamıştı. Yine de büyük bir ihtiyatla elindeki cismi okşuyor ve kurumuş dudaklarında bir şeyler mırıldanıp duruyordu. Bedeni bazen yükseliyor, bazen ayakları büsbütün yere değiyordu. Onun ne olduğunu, nereden geldiğini, neyi beklediğini hiçbir Kronolu çözemiyordu. Kraliçe ona nefretle bakıyor ve gezegenlerinden bir an önce gitmesi için, Simatrin’e yalvarıyordu. Çünkü, bildiği tek Tanrı oydu.

Doğum başladığında Avange yaşlı adamı büsbütün unutup, kendine döndü. Büyük bir iniltiyle bebekleri bacak aralığından itmeye başladı. Tüm Kronoluların beklediği gibi, mağaranın ortasında mavi bir kan gölü birikti. Askerler miğferlerini soyup, kemikten silahlarını bırakıp, kayadan oyulan kalkanlarını fırlattılar. Doğumun keyfiyle yere eğilip, üç ellerinin avuçlarını araladılar ve Avange’nın rahminden süzülen mavi kanları yutaklarına doldurdular.

İlk bebek zayıf bir erkekti. Diğer üçü daha gelişmiş oğlanlardı. Sonraki yedi bebeğin de kemikleri onları halk olmaktan alıkoymayacak şekilde gelişmişti. En son beş bebek tam olarak askerdi. Avange, sekiz bebeği sol memesine; siyah sütünü içmek için yatırdı. Diğer sekiz bebeği sağ memesine aldı; onlar sarı sütle büyüyecekti.

Doğumun kanlarını emen askerlerin hemen arkasından Simatrin’in ilk yüzü gözüktü. Günlerdir açlıktan çukurlaşan midesini tutuyor ve yiyecek bir şeylerin doğup doğmadığını soruyordu. Avange, yorgun gözlerini ona çevirdi. “Yok,” dedi, “hiç kız çocuk doğmadı.”

Simatrin, durduğu yerde dişsiz ağzını açarak gülümseyen yaşlı ucubeye baktı. Gözlerindeki koyu renk perdelerin ardında gizlenen keyfi ayrımsadı. Nefretle ona doğru yürüdü.

“Sen yaptın,” dedi, “sen dengemizi bozmaya geldin. Soyumuzu kurutmaya, bizi açlıktan sefil bırakmaya geldin.”

Yaşlı adam, bir şeyler mırıldanıp, sakil bir kahkaha attı. “Amacım bunlardan hiçbiri değildi Simatrin. Ben sadece onu istedim ve nihayet senden alacağım.”

Simatrin iki elliyle adamın ellerini tutmaya, göbeğinden uzanan diğer koluyla boğazına uzanmaya çabaladı. Ancak adamın silueti, dokunmayacağı kadar saydamdı. Bu, girişecekleri herhangi bir mücadelede kaybedecek olanın kendisi olduğu gerçeğini sertçe yüzüne vurdu.  İşte o zaman, bugüne dek Krono’da hiç gerçekleşmemiş bir şey oldu. Kral’ın iki yüzü, ilk kez aynı cümleleri haykırmaya, tek tondan ucubeye sövmeye başladılar. Yüzlerce yıllık savaşın, ilk akıl birliğiydi bu.

Askerler neler olduğunu anlamak için, dudaklarından süzülen kanları yeşil derilerine silerek ayaklandılar. Simatrin’in etrafında, etten kemikten fazlası olmayan yaratıklar olarak yerlerini aldılar. Yaşlı ucube, gri perdeli gözbebeklerini onların yüzünde gezdirdi. Sonra fısıldamaya, ardından elindeki cismi hızla okşamaya ve Kronoluların hiç duymadığı dilde bir şeyler söylemeye başladı.

Avange meme uçlarını sırayla ve iştahla emen bebeklerin, avuçlarından kaydığını hissetti. Bedeninde onları tutabilecek takat kalmamıştı. Gücü çekilen kollarını yeniden diriltmeye, toprağa bulanan bebekleri, yeniden kucağına almaya çabaladı. Anlamsızdı. Gövdesi, bir kaya parçasından daha ihtiyatlı değildi. Yaşlı ucube yerden biraz daha yükselerek, katarakt oturan gözlerini ona çevirdi. Avange, bedenindeki her bir zerrenin şiddetle titrediğini ve direnemeyeceği bir yolculuğa çıkmak üzere olduğunu anladı. Yaşlı adam, elindeki metal kürenin kapağını açtı ve Avange’nin bedenini, onun içindeki karanlığa doğru çekmeye başladı. Kraliçe’nin üç metrelik bedeni küçüldükçe küçüldü. Çığlıkları kendi kulağının duyamayacağı tınılara dönüştü. Kürenin içindeki dar, siyah karanlığa düştü. Avange’nin yok oluşundan sadece bir saniye sonra, ucubenin çirkin gövdesi Krono’dan çekildi. Şimdi onun günlerdir var olduğu yerde, yemyeşil bir bitki duruyordu ve bu, Kronoda görünen ilk yeşillikti.

Simatrin, daha önce hiç görmediği ağacı öfkeyle ellerinin arasına aldı. Sağa sola çekmeye, yaşlı ucubenin intikamını ondan almaya çalıştı. Ancak çektikçe, topraktaki kökleri sağlamlaşıyor ve ağaç hız kesmeden büyüyordu. Askerlerin hepsi, Kral’larına eşlik etmeye, ağacın dallarını bir uçtan bir uca çekmeye başladılar. Hepsinin güçleri tükeninceye dek çabaladılar; ama bu, hiçbir işe yaramadı. Ağacın kökleri daha derine inmeye, yapraklar daha yükseğe uzanmaya devam etti.

Simatrin çıldırmıştı. Simatrin’in iki yüzü de çıldırmıştı. Kraliçelerini, mutlak besleyicilerini, tek dişilerini kaybetmişlerdi. Her şeyden önemlisi, onu nasıl geri getireceklerini bilmiyorlardı.

Sonra… Yapabileceği tek bir şey olduğuna karar verdi. Ellerini havaya kaldırdı ve kafasının arkasında durmadan konuşan diğer Simatrin’den intikam almanın zamanı geldiğini düşündü. Avuçlarını kendi boğazına götürüp, ölümün tadını alana dek sıktı. Siyamı öksürüyor, cümlelerinin aralığında boğuluyordu. “Avange yoksa biz de yokuz,” dedi, “onsuz hiçiz!”

Birkaç dakika sonra turuncu gökyüzü soyunmaya başladı ve yerini açık mor gündönümü aldı. Simatrin, ağacın daha da büyüdüğünü ve yapraklarını mor bulutlara uzattığını gördü. Elleri boğazını daha sıkı kavradı. Askerler yavaş yavaş yanından çekilip, mağaranın toprağına bulanmış son yemeklerine gittiler.

Yalnız onlar kalmıştı. Simatrin ve ardındaki diğer yüzü. Bedenlerindeki güç çekilmeye, dirençleri kırılmaya başladı. Dizlerinin üzerine düşüp, ellerindeki kemikler kırılana kadar sıktı.

Ölüm, içine işlerken üzerinde yükselen rüzgârı, birbiri ardına çırpan kanatları ve toprağın uğultusunu duydu. Avange’nin görünmez hayvanı, yerdeki kayalara çarparak durdu. Onu göremiyordu; ama kimin geldiğini biliyordu. Ellerini boğazından ayırıp, etrafındaki bilinmezliğe baktı. Hayvan, onu sırtına alıp, kalın derisinin üzerine oturttu ve o zaman, Simatrin onu gördü. Düşündüğünden çok daha çirkindi. Beş gözü, üç kulağı, ikisi küçük, ikisi büyük dört kanadı vardı. Umursamadı. Kollarını gövdesine yaslayıp, kendini bıraktı. Gidecekleri yeri seziyordu. Yolun sonu, onu Avange’ye ulaştıracaktı.

-o-

Bu zengin fantastik öykü ile sitemize katılan Sn.Gaye Keskin’e teşekkür ediyor, aramıza hoş geldiniz diyoruz.

Yazıyı beğendiniz mi?

Ortalama puan 5 / 5. Oylama sayısı: 17

Bunu oylayan ilk kişi olun

RSS
Follow by Email
Twitter
Visit Us
Follow Me
YouTube
YouTube
Instagram

Bir Yorum

Cevap Yaz

Oturum aç:

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir