Birinci Bölüm- Yolculuğun Başlangıcı
2 Ekim 2312 günü, saat dokuzda, Stockholm’ün kuzey tarafında bulunan bir villanın önünde, altı tekerlekli, modifiye edilmiş Volvo 2000 arabasıyla birlikte Mustafa Akkoyunlu duruyordu. Geçirdiği iki yıla rağmen, bu şehrin soğuk havasına hala uyum sağlayamamıştı, hala üşüyordu. Villa, yanında duran modern evlerin yanında farklı duran tek şeydi, belli ki en az bir asır kadar eskiydi. Siyahın özellikle hakim olduğu bu ev, büyük çatıları, ön girişinde duran iki güvenlik kulesiyle ve karmaşık, el yapımı sütunlarıyla eski zamanların saraylarını andırıyordu. O saraylardan tek farkı, onlar gibi beyaz ve altının bir senfonisi değil, siyahın tonlarının yarattığı bir yas şarkısı gibiydi. Mustafa soğuğun iyice içine işlediğini hissetti. Telefonunu çıkardı ve kendisini akşam arayan numarayı aradı. Telefon birkaç saniye çaldıktan sonra açıldı.
“Alo, buyurun Mustafa bey.” Dün konuştuğu hizmetçi telefonu açmıştı. “Şey, ben dediğiniz adresin önündeyim şu an, ne zaman geleceksiniz?” dedi sakince, villanın kapısından birilerinin çıktığını gördü. O sırada hizmetçi de “Şimdi çıkıyoruz, sizi gördük zaten. Bu arabayla mı yolculuğu gerçekleştireceksiniz?” diye cevapladı kendisini. Mustafa hizmetçinin bu iğnelemesinden hoşlanmamıştı, ancak bir şey diyip işini mahvetmek istemedi. “Evet, merak etmeyin, göründüğünden daha güvenlidir kendisi.” dedi sadece. Hizmetçiden sadece kısa ve soğuk bir cevap geldi:
“Peki, geliyoruz.”
Mustafa telefonu kapattı ve beklemeye devam etti. Bir süre daha bekledikten sonra kapının açıldığını gördü. Kapıdan iki kişi çıktı. Birisi, kısa boylu, yaşlı ve tıknaz bir hizmetçiydi ve ufak bir bavul taşıyordu. Diğeri ise, ortalama boylu, zayıf, yüzü peçeli, siyah elbiseli bir kadındı, sanırım Amelia Earheart Jr. oydu. Arabanın kilidini açtı, hizmetçinin elinden bavulu aldı ve arkadaki bagaja koydu, sonra bagajı kapatıp arka kapıyı açtı ve Amelia hanımın elinden tutup arabaya binmesini sağladı. Hizmetçiye dönüp “Her şey bu kadar mı?” diye sordu. Genelde bu tarz yolculuklarda yolculuğu ayarlayan kişi, plana uygun olacak şekilde erzak paketleri verirdi, en azından kendisinin son altı aydır uyguladığı plan buydu. Bu tarz erzak paketleri, hem kendisinin ve taşıdığı kişinin ihtiyaçlarını karşılıyor, hem de karşılaşabilecekleri herhangi bir yağmacı gruba yem atıp kaçmalarını sağlayabiliyordu. Hizmetçi, “Biraz bekleyin lütfen, size beş günlük erzak paketlerinizi getireceğiz.” dedi ve kapıya doğru gitti. Birkaç saniye sonra kapı tamamen açıldı ve büyükçe paketler taşıyan altı kişi çıktı. Paketlerin içinde, çöl ortamından geçerken hayatta kalmalarına yarayacak her şey vardı adeta; su, kuru yiyecekler, peksimetler, hatta havadaki nemi alıp kuru yiyecekleri normal hale getirmeye yarayan bir makine bile vardı, ki Mustafa’nın böyle bir şey almaya parası yetmezdi. Belli ki, bu işte hiçbir eksik düşünülmemişti. “Acaba bu makineyi de anlaşmaya katsa mıydım?” diye düşündü ama muhtemelen bu tarz bir lükse gerçekten ihtiyacı olmayacağını düşünüp vazgeçti.
Bagajı açıp paketlerin yerleştirilmesine yardım etti ve her şeyin yerli yerinde olduğundan emin oldu ve bagajı kapadı. Baş hizmetçiye “Her şeyimiz tamam sanırım, yolculuğa başlayabiliriz.” dedi. Baş hizmetçi de sessizce Amelia hanıma el salladı ve yanındaki adamlarla birlikte geri geri yürüyerek uzaklaştı. Villanın kapısı, onlar içeri girdiği gibi otomatik olarak kapandı. Mustafa da arabaya bindi, kapıları kapadı ve arabayı çalıştırıp sürmeye başladı. Navigasyonu açtı ve rotayı çizdi. Navigasyonun cinsiyetsiz, robotik sesi “Rotanız hesaplanmıştır.” diyip gideceği yolu ona tarif etmeye başladı. Amelia Earheart Jr. camdan manzaraya bakıyordu sadece, nedense hiç konuşmuyordu.
Stockholm şehir sınırından çıkana dek ikisi de birbirleriyle konuşmadılar. Mustafa bu yolculuğun bu şekilde sürmesinden endişe etmeye başlamıştı, özellikle birilerini taşırken onlarla belirli bir dereceye kadar da olsa konuşmayı severdi. En azından yalnız olmadığını hissetmek ve kendisiyle baş başa kalmamak muhteşem bir şeydi. Bir süre sonra Amelia, kafasını dahi kaldırmadan “Yolculuk ile ilgili ne biliyorsun?” diye sordu Mustafa’ya. Mustafa da dün kendisine anlatılan her şeyi anlattı ona. Bunun üzerine Amelia, yanındaki çantadan bir kulak içi kulaklık çıkarıp yavaşça Mustafa’ya uzattı ve “Tak.” dedi. Mustafa denileni yaptı ve Amelia’nın daha önceden kaydettiği anlaşılan bir ses konuşmaya başladı:
“Merhaba Mustafa Akkoyunlu. Adım Amelia Earheart Jr. Seni Venedik’ten kovulduğundan beri takip ediyorum, zira Medici ailesine karşı gelip hayatta kalabilen insan sayısı fazla değildir. Bu yüzden değerli bir kişi olduğunu düşünüyorum ve sana uzun süredir farkında olmadan içerisinde olduğun bazı tehlikelere karşı yardım etmek isterim.
Şimdi, arabanda senin bilmediğin beş güvenlik kamerası ve on iki adet dinleme cihazı var. Her biri, senin görüntünü ve sesini her şartta kaydedebilmek için özellikle seçilip özenle şu anda oldukları yerlerine yerleştirildi. Bunların geldiği yer ise seni Venedik’ten kovan Pala Gabriel. O şerefsizin bu ülkede para yedirdiği insan sayısı çoktur, bu yüzden güvenli olman için seni Stockholm’den uzaklaştırmam gerekiyordu. Seninle benim Venedik’in oradan geçeceğimizi düşünmeleri için bu sahte rotayı ayarladım. Bir saat sonra, Atlantropa Devleti’nin sınırına altı kilometre kala, aracını bir servis rampasına çek ve durdur, bu kulaklığı sana vereceğim bir kabloyla aracına bağla. Oradan sonra gerçek rotanı sana söyleyeceğim. Şimdilik kulaklığı kulağında tut.”
Mustafa nasıl bir işin içerisinde olduğunu anlamamıştı ancak işin içinde Pala Gabriel denen o kalleşin olduğunu bilmek bile onun tüylerini ürpertmişti. Demek ona seneler sonra dahi bu kadar yakın olmayı becerebilmişti ha? Sonuçta kovulmuştu artık, hatta resmen Atlantropa vatandaşı bile değildi, neden hala onu bu şekilde takip etmeye ve kontrol altında tutmaya çalışıyorlardı ki? Mustafa kesinlikle bilmediği bir oyunun içerisinde olduğunu hissetti ve gerildi.
Yolun geri kalanına da hiçbir şey demeden devam etti. Amelia’nın dediği gibi, sınıra altı kilometre kala otoban rampasına yöneldi ve aracı durdurdu. Amelia çantasından bir kablo çıkardı. Kulaklığın ufak soketine kablonun ince ucunu bağlayıp, diğer tarafını da arabaya taktı. Bir anda bütün arabanın ışıkları yanıp söndü, her şey bir anlığına da olsa bozulur gibi oldu ve araba çalışmayı durdurdu. Daha sonra araba tekrardan çalışmaya başladı, fakat bu sefer bir farklılık var gibiydi, aracın içi daha fazla şeyle donanmıştı sanki. Amelia kafasını kaldırdı, peçesini açtı ve üzerindeki siyah elbiseden kurtulup, basit bir tişört ve pantolonla kaldı. Şimdi bütün ifadeleri açık seçik görünebiliyordu. Uzun, siyah saçlı, sert mizaçlı, fakat güzel yüzlüydü. Büyük kahverengi gözleri, hokka gibi burnu ve ince dudaklı ağzı ile, fazlasıyla genç bir kadının yüzüydü bu, keza vücudu da aynı gençliği yansıtıyordu. Ancak gözlerine dikkatlice bakıldığında, bu genç yüzün bir aldatmaca olduğunu, bu kadının uzun bir ömür geçirdiğini rahatlıkla anlayabiliyordunuz.
“Bana bakman bittiyse aracı çalıştır da yolumuza devam edelim, daha buradan İstanbul’a gideceğiz.” dedi Amelia, ters bir ifadeyle. Mustafa duyduğu şeyle iyice şaşkına dönmüştü. “Nasıl yani?” dedi, “İstanbul’a mı gidiyoruz şimdi?” Amelia’nın yüzünde onu yargılayan bir ifade vardı sanki, en azından Mustafa’ya öyle gelmişti.
“Evet. Orada yapacağımız bir şey, bütün Atlantropa’nın, hatta dünyanın kaderini değiştirebilir nitelikte.” dedi Amelia, “Bu yüzden, önümüzdeki on gün boyunca beraberiz Mustafa. Merak etme, ona göre yüklendi bütün malzeme, senin tek yapman gereken, oraya doğru devam etmek.” Mustafa düşündü, demek bu yüzden bu kadar çok kurutulmuş yemek yüklenmişti. “Peki,” dedi Mustafa, rahatlamış bir sesle “en azından Venedik’ten geçmemize gerek kalmadı.” Rampadan çıkıp ana yola geri döndüler ve sınır kapısından rahatlıkla geçtiler. Mustafa yeniden başlayan navigasyonun rotasını değiştirdi ve İstanbul’a doğru sürmeye başladı.
Gece, çöle dönmüş topraklara serin bir yeniden başlangıç fırsatı sunuyordu adeta. E-5 denen bu eski otoyol, bütün Avrupa kıtasının eskiden nasıl bir birlik içerisinde olduğunu gösteren nadir bir hatıra gibiydi. Yirminci yüzyılın ortalarında yapılmış olduğuna dair işaretler kendilerini gösterse de, Atlantropa hükümeti ellerindeki yolları kaybetmek istemediği için bu otoyola çok iyi bakmıştı. Gecenin inmeye başlayan karanlığı ve otoyolun ışıkları, yolculara rahatlatıcı bir manzara sunuyordu.
“Venedik’e geri dönmekten korkuyor musun Mustafa?” diye sordu Amelia. Mustafa bu soru karşısında bocaladı, normalde oraya gitmemesi hakkında bahaneler uydurur veya mantıklı bir neden sunardı, ancak şimdi böyle bir neden yoktu elinde. “O lanet aileyle uğraşamıyorum artık, ne kadar uzak olursam o kadar iyi.” dedi sadece, “Onlardan bu şekilde kurtulurum sanıyordum ama bana öyle olmadığını gösterdin, teşekkür ederim.”
Amelia bu cevap karşısında ona ilk defa gülümsedi, sıcak bir sesle “Anlıyorum, peki bu iş bittikten sonra ne yapmak istersin? Nedir hayat hedefin?” diye sordu Mustafa’ya. Mustafa ise, aynı sıcaklıkla “Amerika’ya giderim herhalde, orada tanıdığım birkaç kişi var, onlarla beraber iş yaparım sanırım.” dedi Amelia’ya. Amelia hafif hüzünlü bir şekilde başını eğdi, sonra arkasına yaslandı, çantasından eski bir Nintendo Switch çıkardı ve oyuna daldı. Mira bunu ona, onun bu tarz oyun konsollarını sevdiğini bildiği için bir doğum günü sürprizi olarak almıştı. O zamandan beri, yaklaşık üç asırdır bu cihazı tutuyor ve iptal edilene dek çıkarılmış bütün oyunları oynuyordu.
Gece ilerledikçe Mustafa’nın uykusu da derinleşmişti. Amelia’dan onun yerine direksiyona geçmesini de isteyemezdi, bu yüzden ona dönüp “Şey, şu yakında eski bir bina var, arabayı oraya çekip uyuyacağım bir-iki saatliğine, sana da uygun olur mu?” diye sordu. Amelia, uykulu bir şekilde “İyi olur gerçekten de, ben de biraz dinlenirim.” dedi, bunun üzerine Mustafa arabayı sağdaki yol ayrımına döndürdü ve eski binanın açıkta kalmış bir yanına çekti, koltukları yatırdı ve öylece uykuya daldı.
Amelia gecenin ortasında birden uyandı. Önünde uyuyan Mustafa’ya baktı ve “Gerçekten doğru kişiyi seçtim.” diye düşündü, “O bunu kabul etmiyor ama maalesef yapması gerekeni yapacak.” Derin bir nefes alıp verdi ve tekrardan uykuya daldı. İlginç bir şekilde, uzun süredir uyuyamadığı kadar iyi uyuyordu bu araba koltuğunda. Kendisi tam olarak farkında olmasa da, uzun süredir ilk defa o yas evinden çıkmış olmasıydı onu bu kadar rahatlatan. Yıllardır Mira’nın yasını tuttuğu o kasvetli ev, az daha ona mezar olacaktı, ta ki kendisine Mira’nın nerede olduğunu bulmuş olduklarına dair bir mesaj gelene dek. Mesaj geldiğinde heyecanlanan Amelia, hemen oyun planını yapıp hem Mustafa’yı kurtarmayı, hem de her şeyi düzene sokmayı amaçlamıştı. Şimdiye dek bu planı da gayet iyi gidiyordu açıkçası.
Alarm çaldı ve Mustafa uyandı. Koltuğunu dikleştirdi, derin bir nefes alıp verdi, sonra da gerindi. Hala alacakaranlıktı hava, ancak şimdi enerjisi daha fazla olduğu için bir süre daha devam edebilirdi. Tekrar yola döndü ve sürmeye devam etti, bu sırada Amelia hala uyuyordu, anlaşılan uykusu fazlasıyla ağırdı. Arabanın ana sistemine bağlı bir kulaklığı daha vardı, onu taktı ve radyoyu açtı. Radyo bir süre cızırtılar eşliğinde çalışan bir istasyon aradıktan sonra, Top Pop Radio isimli bir istasyonda karar kıldı.
Her nasılsa, hayattan yoksun bu lanet çölde pek çok radyo hattı işler bir biçimde çalışıyordu, ancak pek yeni şarkılar çalmıyorlardı. Eğer zamanında yanlış okumadıysa, Atlantropa’nın oluşumuna sebep olan felaket gerçekleştiğinde, pek çok radyo istasyonu zaten yapay zekalar tarafından kontrol ediliyordu ve WRAN’in etkileri yüzünden bu yapay zekalı istasyonlara yeni müziklerin gelmesi de mümkün değildi, bu yüzden istasyonlar kapatılmamış, yüzyıllar boyunca öylece çalmaya devam etmişlerdi ve ediyorlardı. Şimdi, 23 Ekim 2312 sabahında, güneşin doğuşunu izlerken, E-5 otoyolunun üzerinde ilerliyor, kulağında ise eski yerel pop şarkıları çalıyordu.
Şimdi çalan şarkı, “Little Hopes, Big Dreams” isimli bir şarkıydı. Bu şarkıyı Venedik’teyken çocukların eski Avrupa Birliği tarihiyle dalga geçmek için söylediğini duyardı. Avrupa Birliği’nin son yılları olan 1990’lı yıllarda çıkan bu şarkı, Avrupa Birliği’nin etraflarındaki düşmanlara ve kötüleşen ekonomik durumuna rağmen hala dünya hakimiyeti hayallerinde oluşunu eleştiren bir punk rock şarkısıydı. Şimdi, bu şarkının çıktığı ülkenin ölüsünün üzerinde araba süren Mustafa’ya eskiden kalan gerçekleşmiş bir kehanet gibi geliyordu bu şarkının sözleri, ne anlatıldıysa yaşanmıştı işte. Avrupa kendi insanlarını aç bırakmış, kendisini savunmayı becerememiş ve en sonunda her şeyini kaybederek, acılar içinde ölmüştü. “Ne diyelim, olacağı varmış.” diye düşündü.
Üç saat sonra, Amelia’nın uyandığını fark etti. Amelia gerindi ve gözlerini kırpıştırdı, daha sonrasında çantasından ıslak mendil çıkarıp ellerini ve yüzünü sildi. Kulaklıklarını çıkardı, radyoyu kapattı ve “Günaydın Amelia hanım, umarım rahat uyumuşsunuzdur.” dedi. “Eh, bir arabada ne kadar rahat uyunabilirse o kadar rahat uyudum.” dedi Amelia, ona cevaben. Aslında uzun yıllardır uyuduğu en rahat uyku buydu, her nedense arabanın içerisinde uyuduğu bu uyku muhteşemdi. “Sanırım kafam uzun süredir ilk defa bu kadar rahattı ki böyle rahat uyuyabildim.” diye düşündü Amelia.
“Çok iyi, o zaman bana arkadan yiyecek bir şeyler verebilir misiniz lütfen? Ben şu anda ulaşamadığım için sizden istemek durumundayım maalesef.” dedi Mustafa, mahcup bir şekilde. Amelia, onun bu mahcupluğunu hafiften komik buldu, ancak gülmedi ve “Dur vereyim.” dedi sadece. Bagajla arka koltuk arasındaki ufak kapıyı açtı, hem kendisi, hem de Mustafa için birer hazır peynirli sandviç ve soğuk kahve kaptı. Ona sandviç ve kahvesini verirken, “Benden bir şeyler istemekten sakın çekinme, sen benim hizmetçim falan değilsin.” dedi. Mustafa teşekkür etti ve sandviçini yemeye başladı. “Olsun” dedi Amelia’ya, “İnsan bazen sadece insan olduğu için saygıyı hak eder.” Bu dediği şey Amelia’yı şaşırtmıştı.
Beraber yemek yerlerken, Amelia’ya hitaben “Gerçekten İstanbul’a gidiş amacınız nedir? Merakımdan soruyorum, isterseniz anlatmayabilirsiniz tabii ki.” dedi. Amelia önündeki bu orta yaşlı adama baktı. Gerçekten olan biteni anlayabilir miydi, emin değildi, ancak yine de bazı şeyleri bilmeye hakkı olduğunu düşündü ve “Tamam, sana asıl olayı anlatacağım, ancak bu bayağı bir uzun sürebilir.” dedi. Mustafa ise, gülümseyerek “Sanırım bunun için ikimizin de yeterince vakti var.” dedi.
Bu cevabın üzerine Amelia, “Tamam o zaman, şimdi bana iyice kulak kabart ve söylediklerimi aklında tutmaya çalış…” diyerek her şeyi anlatmaya başladı. Mustafa’nın hiçbir şekilde olduğu durumdan habersiz olmasına izin veremezdi, zira ona her türlü ihtiyacı olacaktı…
İlginizi Çekebilir
Berdan Sarıgöl’den Tefrika Bir Bilimkurgu Nov...
Kısa Öykü: Hafıza
İnteraktif Hikaye: Üç Geek-2 Final
Berdan Sarıgöl’den Yeni Saga: Atlantropa – İl...
Valkyrie Evreni Hikayeleri-4: Kabul Edilemez ...
Berdan Sarıgöl’den Üçlemenin Final Kitabı – U...
Hayatını bir şeyler anlatmakla geçiren, utangaç bir insanım sadece. Müzik, resim, öykü, ne gerekirse onunla anlatırım. Beni The Writer olarak da bulmanız mümkündür.