Beşinci Bölüm- İsyanın Başlangıcı
İlk gelişlerinin üzerinden bir buçuk ay geçmişti. Mira’nın sağlığı biraz daha iyileşmiş, hatta Amelia ile birlikte antrenmanlar yapmaya bile başlamışlardı. Mira’nın uzun süreli uyku süreci, onun temel kas yapısını tamamen eritmişti, bu yüzden öncelikle bu yapıyı geri kazanması için çeşitli antrenmanlar yapmışlar, sonra da Mira’nın bedenini tekrardan dövüşe uygun bir hale getirmek için savaşlardan sonra uzun süre yatmak zorunda kalan Valkyrie askerlerinde kullandıkları bir tür hızlandırılmış Valkyrie tarzı yakın dövüş eğitim programını uygulamaya başladılar. Bu aslında Amelia için de iyi olmuştu, zira o da uzun süredir hiçbir antrenman yapmadığı ve dövüşmekten uzak olduğu için pek çok şeyi unutmuştu.
Mustafa, yaptıkları antrenman çeşidinin ne olduğunu merak etmişti. Kısa süren askerlik tecrübelerinin hiçbirinde böyle estetik ve etkili bir yakın dövüş stili görmemişti. Bunun ne olduğunu sorduğunda, Amelia ona Valkyrie dövüş stilini öğretebileceklerini söyledi ve böylece bu üçlü beraber çalışmaya başladılar. Mira onunla birlikte temel hareketleri çalışırken, Amelia ise daha ayrıntılı ve dikkat gerektiren hareketleri öğretiyordu. Üçü de, birer Valkyrie ajanının seviyesine gelmeye başlıyordu.
Mira aynı zamanda uyuduğu dönemde neleri kaçırdığına da bakıyordu. Avrupa Birliği olarak bıraktığı bu topraklar, şimdi çok kötü bir duruma gelmişti. Amerikalılar, planlarının tamamen işler olması için Avrupa’dan ayrılıp Afrika içerisindeki sömürgelere yerleşen milletlerin birbirlerinden ayrı kalmasını sağlayarak oradaki kaynaklara çökmeyi başarmış, hatta Atlantropa antlaşması gereğince İber Yarımadası ve onun karşısında olan toprakların bir kısmını kendi toprakları olarak almışlardı. Bu sayede, hem Atlantik Okyanusu’nun içerisinde tamamen hüküm sağlamayı başarmışlar, hem de Atlantropa’nın suya kavuşmasını tamamen engellemişlerdi. Evet, Atlantropa içerisinde bir şeyler yapabilirlerdi, ancak suyun geri gelmesi için daha fazlasına ihtiyaçları olacaktı.
Bunun dışında, Mathilda ve Mustafa, beraber İstanbul’un altını üstüne getirmeye başlamışlardı beraber. Özellikle İstanbul içerisinde kümelenmiş isyancı gruplarla anlaşmalar yapıyor, onları büyük bir isyana hazırlıyorlardı. İsyancılar içerisinde, özellikle orada yaşayan Türklerle içli dışlı olmayı başarabilen Mustafa’nın sayesinde, sadece İstanbul’daki isyancıları değil, Bursa, Zonguldak, Samsun, Trabzon, Ankara, Yalova gibi pek çok şehirdeki isyancıları da bayrakları altına toplamışlardı. Özellikle Ankara’dakiler, kendilerinden olan bu etkileyici ve genç komutanın emrinde olmayı seve seve kabul etmişlerdi. Bu isyancılara maddi destek veriyorlar, onlara güvenli toplama alanları sağlıyorlardı. Zaman geçtikçe, isyancı grupların nüfusu çoğaldı, sadece İstanbul içerisinde bile yirmi bin kişilik bir ordu vardı artık.
Bunun dışında, kıtanın diğer taraflarıyla da iletişime geçiyorlardı elbette. Paris, Bilbao, Amsterdam gibi kentlerde de isyancı grupların kendini göstermeye başlaması, onların işine yaramış ve planı hızlandırmıştı. Şimdilik İstanbul içerisindekilere ve Anadolu’daki isyancılara odaklanmış olmalarına rağmen, Atlantropa’nın diğer taraflarındaki isyancılar da işbirliğinde olduklarını ve olacaklarını açıklamışlardı. Amelia’nın planına göre hareket etmeye başlayacaklardı, böylece Venedik konfederasyonunun dikkatini dağıtıp, onları güçsüzleştirecekti. Mira ve Amelia ise, Amerikalıları bu isyanın sayesinde ikna edip Atlantropa Barajı’nın kontrolünü uluslararası bir federasyona devrederek suyun geri gelmesini sağlayacaktı.
Elbette bu isyan faaliyetlerinin karşılığı, Venedik’te de görülmeye başlamıştı. Kuzeydeki komşuları olan Birleşik Krallık, İsveç ve Slav Federasyonu, ülke güvenliği açısından tehdit oluşturmaya başlamıştı. Elbette Birleşik Krallık ve İsveç’in gerçekten bir tehdit oluşturduğu yoktu, hatta iki devlet de Atlantropa ile iyi geçinmeye çalışıyordu, fakat topraklarının büyük bir kısmı kullanışsız olan bu çöl devleti, verimli topraklara ulaşmasına engel olan bu devletleri de ortadan kaldırmak için gizlice hazırlıklar ve planlar yapıyordu. Açık düşmanları olan Slav Federasyonu ise, Atlantropa’nın Karadeniz kıyısındaki topraklarını da alıp, kendi deniz güvenliğini iyice sağlama almaya çalışıyordu. Bunlara bir de iç isyanların eklenmesi, Atlantropa’yı gerçekten zor bir duruma sokmuştu. Dört aile arasında, aslında uzun süredir soğuk bir biçimde süren bir savaş alevlendi.
Önce Motz ailesinin büyükleri, Mathilda Motz’un da isyanlarda rol alması bahane edilerek koalisyondan çekilmeye zorlandı. Motz ailesinin koalisyondan çekilmesinin ardından üç aile birbirine girmeye başladı. O karışıklıktan ve çatışmadan sağ çıkan hiçbir aile olmadı, bir kişi hariç. Pala Gabriel, her nasıl olduysa, kendi ailesinin başına gelen her şeyden kurtulup, bunların intikamını almak bahanesiyle, Lever ve Daimler ailelerini, hem resmi ordusuyla, hem de yeraltındaki dostlarının yardımıyla temizlemişti. Medici’lerin kış sarayına giderken geçirdikleri kazayla da kalan tek varis olmuş ve bu sayede, isyanın başladığı 13 Aralık 2312 tarihinde, Pala Gabriel, veya resmi ismiyle Gabriel Figlio Adottivo Medici, Atlantropa Kralı olarak taç giymişti. Koronasyon konuşmasında şunları söyledi halkına:
“Ailelere, evlere bölünmüş olan halkımız, artık hak ettiği şekilde birleşecek ve özgürleşecektir! Bugünden itibaren, tarihimizde hiç olmadığımız kadar yükseleceğiz ve hiç kimse bizi durduramayacak! Yabancı kuvvetler, eski koalisyondan kalan oligarkların arkasını kollayıp, isyanlar çıkarıyorlar! Bu isyanların hiçbiri, sizi temin ederim ki başarıya ulaşamayacak, Atlantropa’nın bölünmesine artık izin verilmeyecektir! Gün, birleşme ve dünyaya karşı hareket etme günüdür!”
Ancak, bu kendinden emin konuşmaya rağmen, işler Pala Gabriel için hiç de iyi gitmiyordu. Aksine, Amelia’nın başlatmış olduğu bu yerel isyanlar, krallığın bir arada kalmasına büyük bir tehditti. Ordu, bütün isyanları bastıracak derecede güçlü değildi maalesef ve uzun bir süre de öyle olamayacaktı. Bu yüzden, bu isyanların kaynağında olan kişi veya kişileri bulup, onları isyancılara karşı bir koz olarak kullanmalıydı. Bunu başarmak için de, Atlantropa’nın en iyi beş istihbaratçısını topladı, onlara bu isyanların arkasındaki kişiyi bulmaları gerektiğini emretti.
Bundan haberi olmayan Mira, Amelia, Mathilda ve Mustafa, isyanın başlangıcını fırsat bilerek, Atlantropa Barajı’na doğru yolculuklarını planlamaya başlamışlardı. Planlarına göre, Mustafa Venedik’e geri dönecek, orada son isyanı çıkarıp kralı devirecek, Amelia ve Mira ise Atlantropa Barajı’na gidip kapıları açarak suyun akışını sağlamaya başlayacaktı. Bu yolculuğu, planladıkları tarih olan 31 Aralık 2312 gecesinde başlattılar. Mira ve Amelia, Mathilda’nın onlara sunduğu araçla birlikte Atlantropa Barajı’na doğru yola çıkarken, Mustafa da Mathilda’nın özel kuvvetleriyle birlikte, yoldaki isyancıları da toparlayarak Venedik’e gidecekti.
Elbette isyancıların arasında fark etmedikleri casuslar, kralları Pala Gabriel’e gidip, Mustafa’nın aracının Venedik’e gideceğini ilettiler ve ona kendisini korumasını tavsiye ettiler. Pala Gabriel, planının son aşamasına geldiğini anlamıştı, bugüne dek yaptığı her hamle tam olarak buna çıkmaktaydı işte. “Pekala” dedi sakince, “ne için gelebileceğini tahmin ediyorum ve buna hazırlıklıyım.” Tahtında bir süre daha oturdu ve düşünmeye devam etti.
Şimdi her şey yerine oturuyordu. Mustafa, kendisine olması gerektiği gibi geri dönüyordu, hem de isyancıları da yanında getiriyordu. Bugüne dek onu uzak tuttuğu her şeyi yok etmeyi başarıp onu hükümdarlığa giden bu yolda tamamen temiz bir sayfa ile karşılayacaktı işte. Bu adımdan sonra ona adaletsiz davranmasının gereği kalmamıştı artık. Ne o fettan, pislik, tacizci, istismarcı “ailesi” vardı, ne de onu arkadan vuracak suçlu “arkadaşları”. Mustafa ve isyancıları, Venedik içerisindeki çeteleri temizleyecek, sonra da Mustafa ile son düellosunu yapıp, hem kendisini, hem onu, hem de ülkesini kurtaracaktı. ABD denilen o zorba devletle Atlantropa arasındaki son bağlantı kendisiydi. Bunun böyle olmasını, Medici ailesinin onu kardeşinden ayırdığı ilk günden beri planlamıştı. En sonunda küçük kardeşi, ona geri dönüyordu.
Ankara’nın yıkık dökük sokaklarında, harabelerinde kalmıştı bir buçuk yaşındaki kardeşiyle. Her nasılsa, altı yaşında bir çocuk olmasına rağmen, ne kendisini, ne de kardeşini aç ve soğukta bırakmıyordu. Ne iş bulursa yapıyor, gerekirse çalıp çırpıyordu. Kardeşinin üzerine fazlasıyla titriyordu resmen, onu her şeye karşı korumaya çalışıyordu. Yakınlarında olan ve onları tanıyan insanlar da ellerinden geldiği kadar yardım ediyorlar, hatta gerekli olursa ona yapması için işler verip beraber yaşamlarını iyileştirmeye çalışıyorlardı. Hatta beraber kaldıkları evi bile mahallelerindekilerin yardımıyla yıkık dökük bir harabeden gerçek bir eve çevirmişleridi. Bu durum kardeşi üç yaşına gelene dek böyle sürüp gitmişti.
Bir gün, kardeşini beraber kaldıkları evde bulamadı. Onun kendisi olmadan bir yerlere gidemeyeceğinden emindi, bu yüzden onu birinin kaçırdığını düşünerek endişelendi. Evden çıkıp etrafa bakacaktı ki, kapıyı açtığı gibi beyaz takım elbiseli, şık görünüşlü yabancı bir adam tarafından yolu kesildi. Adam ona doğru eğildi, yanağını okşadı ve “Merhaba ufaklık. Kardeşini arıyorsan, onu güvenli bir yere götürdük, merak etme.” dedi, sonra biraz arkalarındaki lüks, limuzine benzer arazi aracını göstererek “Onun yanına gitmek ister misin? Seni götürebilirim.” dedi. Bu adamın kim olduğunu anlamamıştı ama muhtemelen kardeşini bulabilmesi için en iyi şansı oydu. Adamın teklifini kabul edip araca binmiş ve oradan gitmişlerdi.
Yolculuk ederken, adama daha dikkatle baktı. Omzuna gelen uzun, kıvırcık siyah saçları, beyaz bir fötr şapka ile kapanmıştı. Yüzünün hatları çok fazla belli oluyordu, ağzında estetikten yana hiçbir şey yoktu, bu ağız tipine Habsburg çenesi dendiğini ve bunun nesiller boyu akraba evliliğinden kaynaklandığını öğrenecekti sonradan ve bundan ne kadar korktuğunu hatırlayacaktı hep. Fakat o gün hiçbir şey bilmiyordu ki bu adam hakkında, yine de onun verdiği suyu içti ve içindeki ilacın etkisiyle bayıldı.
Adam onu kardeşine götürmedi hiçbir zaman, hatta kardeşini görme fırsatı dahi olmadı. Sonraki senelerini, bu adamın ve kocaman sülalesinin evlatlık oğlu olarak geçirdi. Hatta adına bile kondu o evlatlık sıfatı: Gabriel “Figlio Adottivo” Medici. “Evlatlık olan” manasına geliyordu orta adı, daha oradan başlamıştı diğer çocuklarla arasındaki ayrım. Medici ailesinin yeni çocuğuydu, onların bu berbat genetik havuzunu kurtaracaktı, bunun için sokaklardan çekilip alınmıştı o. Ev içerisinde de bu sıfatından dolayı çokça hor görülen biriydi zaten. Fakat sadece bununla sınırlı değildi derdi, ayrıca babalığı da ona sulanıyor, hatta taciz ediyordu. Dokuz yaşında ise, o tacizler tecavüze dönüşmüştü. Bunu kimseye anlatamayacağını biliyordu artık, anlatmadı da, içinde tuttu. Yıllar geçtikçe, bu yeni ailenin saygısını ve belki de tartışılabilir bir şekilde “sevgisini” kazanmıştı.
Ancak asıl sevgi ve saygı kazandığı yerler oralar değildi. On beş yaşına basmasından bir gün sonra, dışarı çıktığı bir günde korumalarından ayrı düşüp, daha önce hiç girmediği bir ara sokağa saptı. O ara sokağa dek onu takip eden beş hırsız, onu çıkmaz sokakta yakaladı ve parasını vermesini emretti. Hırsızlara baktı. Her birinin elinde bıçak, muşta gibi şeyler vardı. Sırtını artık çıkmaz olduğunu anladığı sokağın sonundaki duvara dayadı ve o şekilde üzerine çullanan beş hırsızı da yere serdi. İlk başta onları öldürmeyi ve bu sayede intikamını almayı düşündü, fakat sonra bunları kullanmanın daha mantıklı olabileceğine karar verip onları sorgulayarak liderlerine ulaştı. Çete lideri, bu ufak çocuğun beş kişiyi böyle dövebilmiş olmasına şaşırmış, hatta aile adını duyunca ne olduğunu anlayamayıp o çocuğun önünde eğilerek saygısını dile getirmişti. Gabriel, o anı beynine kazımıştı işte. O an, planı tam olarak şekil almaya başlamıştı. Sonrasında, yavaş yavaş güç kazanmıştı. Venedik içerisindeki suçlularla zaman içerisinde dostluk kurmuş, hatta onlarla iş bile tutmuştu. Yakalanıp halka açılan kısım, o işlerin ufacık bir bölümüydü sadece.
Mustafa’nın onun planına müdahale etmesi onu asıl sinirlendiren şey olmuştu. Başkası olsa onu kolaylıkla öldürüp bundan tamamen kurtulabilirdi, ancak söz konusu kişi, senelerdir görmediği küçük kardeşiydi. Onu kırması ve uzaklaştırması gerekiyordu ve bunun için önce dedikoduları yayıp, sonra da düelloda onu yenerek sonsuza dek sürgün edilmesini sağlamıştı. İstediği sonsuza dek kırılması değildi elbette, hatta doğru ana dek onun intikam sebebi olmak istiyordu. Bu sayede onun gerektiği vakitte ilerlemesini sağlayabilecekti.
Her şeyin planı dahilinde hazır ve nazır olduğunu hissettiğinde ilk hamlesini yapıp, elindeki bir çeteyi kullanarak Motzları temizlemişti. Sonrasında Lever ve Daimler ailelerinin de başlarına aynı şeyler gelmesini sağlamıştı ve kimse bunları kazadan öte göremedi. En sonunda, ailesiyle birlikte kışlık köşke taşınırlarken arabanın kaza yapmasını sağladı. Oradan sağ çıktı, kendisine acılar içinde bakan bütün aile üyelerini teker teker vurdu. Sıra babalığına gelince bir anlığına durdu. Ona baktı, psikopatça ve korkutucu bir şekilde gülümsedi ve “Bana verdikleriniz için teşekkür ederim. Aslında sana kısasa kısas olarak verecektim cezanı, ancak bu da iyidir.” dedi ve onu da vurdu. Daha sonrasında ise, onları vurduğu silahı bir çete üyesinin üzerine yıktı ve onun cezalandırılmasını sağladı. Diğer olaylardaki gibi, yine ondan şüphelenen olmamış, hatta sağ kurtuluşunu mucize olarak yorumlamışlardı. Ayrıca kendisi haricindeki tek varis olan Mathilda Motz da resmen terörist ilan edildiği için bu hakkını kaybetmiş, o da elindeki yasal hakkı kullanıp kral olmuştu.
Şimdi ise, isyancılar Venedik’e gelip, onun önünde duran son engeli kaldıracak ve suçluları savaşarak yok edecekti. Bunu yaparlarken de kardeşini yanlarında getiriyorlardı.
Mustafa Akkoyunlu. Bugüne dek bu Pala Gabriel kimliğinin ardına gizlenmesinin yegane sebebi. Şimdi onun sayesinde, kendisi olarak, Cebrail Akkoyunlu olarak ölecekti. Hayatında olmasa da, ölümünde kendisi olabilecekti.
“Selam sana gerçek kral.” dedi dudaklarının arasından fısıldayarak, gözleri Venedik duvarlarının dışındaki çöllere dalmıştı. Şehrin çeşitli yerlerinde karmaşa kendini göstermeye başlamıştı bile. Çeteler birbirleriyle kavga etmeye ve bunu yaparken de şehre zarar vermeye başlamışlardı. Fakat bu önemli değildi artık, çeteler ölecek, kendisi ölecek ama kardeşi ve onun efsanesi sonsuza dek hayatta kalacaktı. Önemli olan buydu.
“Bir haber aldım Bay Mosley.”
“Nedir?”
“Sanırım Amelia Earheart Jr. sizin yanınıza geliyor. Görenlerin anlattıklarına göre yanında kızıl saçlı, soluk, zayıf bir kadın da varmış. Ne yapmamızı istersiniz?”
“Hiçbir şey yapmayın, bırakın gelsinler. Uzun bir süredir gelmelerini bekliyordum zaten. Geldiklerinde bana haber verin yeter, ona göre onları karşılayayım. Peki bu üstteki yeni kral sizinle konuştu mu? Ona güvenebilir miyim?”
“Hiç kimseyle konuşmuyor. Kendisini saraya kapamış vaziyette, onu oradan çıkarabilmek de imkansız. Sanki bir şeyleri bekliyormuş gibi. Şehrine isyancıların girmesi an meselesiyken yine de çıkıp bir şeyler yapmıyor. Sanki bunu istiyormuş gibi bir hali var.”
“O çocukta bir şeyler olduğu belliydi zaten. Siz yine de yakınında durun ve bana ne olup bitiyor haber verin. Ona göre onunla bizzat konuşabilirim.”
“Pekala Bay Mosley, emrettiğiniz gibi yapacağız.”
İlginizi Çekebilir
S.Volkan Gün'den, Galaktik Günceler: Nareed-2
Valkyrie Evreni Hikayeleri-4: Kabul Edilemez ...
Fantastik Bir Dizi Öykü – Kutsal Bilge Bölüm ...
Bir Yuva Hikayesi: Orta Yaşlı Beyaz Yakalı Bo...
Bilim Kurgu Öykü: Mucize, Her Açıdan…
Berdan Sarıgöl’den Saga'nın İkinci Kitabı – U...
Hayatını bir şeyler anlatmakla geçiren, utangaç bir insanım sadece. Müzik, resim, öykü, ne gerekirse onunla anlatırım. Beni The Writer olarak da bulmanız mümkündür.