Bir Film, Bir Olay, Bir Tarih; İmparator

Bunu Paylaşın

Bugün, tarihe uzanan bir başka sinema filmi ile hem sanatsal hem de tarihsel bir sohbet yapacağız sizlerle. Daha önce, Uzay Savaş Gemisi Yamato ile değindiğimiz ve merkezine, Japonya ile Japonya’nın İkinci Dünya Savaşı tecrübesini koyduğumuz dosyamızdan bir süre sonra tekrar Japonya’ya dönüyoruz bugün; İmparator’a…

İmparator, yönetmen koltuğunda özellikle İnci Küpeli Kız filminden tanıdığımız Peter Weber’in oturduğu ve başrollerini duayen aktör Tommy Lee Jones, Matthew Fox ve Eriko Hatsune’nin paylaştığı 2012 tarihli bir biyografik yapım. Yapımın konusu da, efsanevi Amerikan generali Douglas McArthur’un, Japonya’nın “Suppreme Commander/Genel Valisi” olarak atanması akabinde İmparator Hirohito’nun akıbetine dair yaptırdığı bir çalışma.

Şöyle ki; Japonya’nın İkinci Dünya Savaşı’nda mağlup olması akabinde, Japonya’yı hem bir müttefik olarak ayağa kaldırmak hem de Japon düşünce sistemini değiştirmek için alınması gereken büyük bir karar vardır; Japon halkının tanrısal bir figür olarak gördüğü imparatora ne olacaktır? İmparatorun savaşın başlangıcı ve yürütülmesi sürecindeki rolünü sorgulayan bu araştırma, bir yönüyle halkın tanrısal değerlendirmesine mazhar olan imparatorun gücünün sınırlarını tartışmaya açtığı kadar, imparatorun olaylarda merkez bir rolü olup olması halinde, idealler ile pratik gereksinimlerin çatışmasının nasıl sonuçlandırılması gerektiğine dair de bir soru koyar ortaya…

Douglas McArthur (Tommy Lee Jones), bu görevi bir Japonya uzmanı olan Tuğgeneral Bonner Fellers’a (Matthew Fox) delege ettiğinde, siyasi olan bu araştırmanın içine aşk, gerilim ve espiyonaj da girer. Zira General Fellers’ın gerçek aşkı, kendisi de bir Japon generalin yeğeni olan olan Aya Shimada’dır (Eriko Hatssune). Aya ve Fellers savaşın başlangıcı ile ayrı düşmüşlerdir ve dört yıl sonra General Fellers’ın tek görevi imparator ile ilgili araştırma yapmak olarak görünmemektedir. Fellers, Aya’yı aramaktadır. Bununla birlikte gizli ajandası ve bu uğurda, savaş boyunca gerçekleştirdiği eylemler Amerikan genelkurmayına o kadar da “gizli” değildir…

Fellers ve Aya; aşkın savaştan bile güçlü olduğuna dair metaforun cisim buluş halleri…

Japon kültürüne ve diline hakimiyetini saklayan Fellers bu sebeple bir rehber olan Takahashi (Masayoshi Hanada) ile eşleştirilir. Takahashi’ye güvenen Fellers ondan sadece politik meselelerde değil Aya arayışında da yardım alır. Takahashi bu güven boşa çıkartmaması ile göz doldurduğu kadar tüm ailesini Amerikan bombardımanında kaybettiğini açık ederek savaşın tek kurbanının Fellers olmadığını da takdire şayan bir naiflik ve başarı ile izleyiciye hissettirir.

Geçmişe yönelik flashbacklerle desteklenen Aya arayışı Fellers’ın dengesini yer yer bozsa da, son derece tehlikeli ve kırılgan görevinde ilerleyen Fellers Japon mevkidaşlarından önemli bilgiler alır. Özellikle Prens Konoe (Masatoshi Nakamura) ile yaptığı konuşmada filmin seyri değişir. Konoe, Fellers’a, Fellers’ın pek de hoşlanmadığı bir tarih dersi verse ve  atom bombasındna dolayı ahlaki olarak onu köşeye sıkışırsa da araştırmanın boyutunu değiştirir ve onu İmparator’un başmabeyncisi Teizaburo Sekiya’ya (Isao Natssuuyagi) ulaştırır. Sekiya’ya ulaşmak dolambaçlı bir yoldur, tehlikelidir de… Ancak Felllers ona ulaşmayı başarır.

Fellers’ın karşılaştığı tablo temelde iki başlı bir Japon yönetimi olduğudur. Militarist kanat ve sivil kanat. İmparator aslında sivil kanada yakın görünmekte olmakla birlikte, ya militarist kanada güç yetirememiştir ya da özellikle sivil kanat ve hatta askeri kanat tarafından soruşturma sırasında korunmaktadır. Öyle ki, imparatorun savaşa karşı çıktığına dair şiir okumasından, Japon imparatorluk Sarayı’na ordu saldırısı düzenlenmiş olmasına kadar çok sayıda bilgiye ulaşır. Ancak bunların hiçbiri kanıtlanabilir bilgiler değildir.

Fellers ve Takahashi, zoraki ikili…

Ne zaman ki Fellers, Aya’nın bir Amerikan bombardımanında öldüğünü öğrenir, o noktada umutsuzluk ve gerçeğin kendisinden itinayla gizlenmesine dayanarak imparatorun sorumlu olduğuna ve idam edilmesi gerektiğine dair bir rapor hazırlar. Ancak Sekiya ve Takahashi ile yaptığı görüşmelerle dengesini tekrar bularak, gerçeğin asla öğrenilemeyeceğine dair raporunu McArthur’a sunar. Rapor, ayrıca kendisinin savaş sırasında, Aya’nın bulunabileceği lokasyonları özellikle bombardıman programından uzak tuttuğuna dair bir itirafnameyi de içerir. McArthur bunu zaten bildiğini sadece ima ederek ve bu saldırılarda Amerikan hayatının zayi olmamasından dolayı raporu sümen altı ederek, imparatorla yüz yüze konuşmak istediğini bildirir. Bu çok zor görünen görev artık gözünü karartmış Fellers ve militarist kanattan kurtulmaya kararlı Sekiya’nın kilit hamleleri ile göründüğünden daha büyük bir kolaylıkla başarılır ve film, McArthur’la buluşan imparatorun “Cezalandıracaksanız beni cezalandırın, Japonya’yı değil…” etkileyici repliğine karşılık McArthur’un “Bu bir ceza değil, yeniden başlama sorunu…” cevabıyla sona erer.

İmparator, yer yer konuyu dramatize ve hatta romantize etse de, gerçeğin asla bilinemeyeceğine dair güçlü mesajı ile sınıfı geçiyor. Peki paradoksal olarak gerçekte ne oldu?

Olay bazında ne olduğu tabi pek de açık değil, ancak Japon kültürünün özellikle bir öğesi öyle sanıyoruz ki Amerikan kararında etkili oldu. O da şuydu; her ne kadar imparator halk nezdinde tanrısal bir makamda olsa da ve Japonlar son derece geleneksel olarak tanınsalar da, Japon kültürünün güç ve gücün kaynağı ekonomi ile ilişkisi işlerin pek de öyle olmadığını gösteriyordu.

Japonya temelde bir derebeylik kültürü olarak gelişti. Efsanevi Shogun Tokugawa’nın deyimi ile de “Ekonimik temeli olmayan hiçbir aksiyon esaslı değildir” şiarıyla da güç üzerinde yürüdü… Bir başka deyişle, Japonya’da dış dünyaya “saygı” olarak yansıyan toplumsal kodun temeli, “Güç”e dayanıyordu. Örneğin, Tom Cruise’ın Son Samuray filminde romantize edilen savaşa kısaca değinelim. Bu savaş –Boshin Savaşı-, İmparator Meiji ile derebeyleri arasında yaşanmıştır ve Meiji bu savaşı kazanarak derebeyleri üzerinde mutlak kotrolü sağlaması akabinde Meiji Restorasyonu’nu gerçekleştirmiştir. Bir başka deyişle, “Güneşin Oğlu”, hükmünü uyruklarına mutlak güç yoluyla benimsetmeyi başarabilmiştir.

İmparator Meiji

Meiji’nin Restorasyonu’nda temel noktalardan biri de eski Shogunların önce topraklarından edilmesi daha sonra boyun eğen Shogunlara toprakların geri verilmesidir. Ancak bir fark vardır. Sadece topraklar değil ekonomik tüm imtiyazlların bu yeniden dağılışı bir danışma meclisi altında ve merkezi bir kurul olarak yeniden tanımlanmıştır. Kazoku adı verilen bu meclis sisteminin üyeleri, Meiji kadar güçlü olamayacak bir İmprator’a karşı ittifaklar kurabilecek güce sahiptir ve militarist Japonya’da bu güç Kazoku soylularının eline geçmiştir…

Amerika başta olmak üzere müttefiklerin durumu bu şekilde görmesi, 1947’de Kazoku sisteminin lağvı ile başlayan ve günümüz Japonya’sını kuran süreçle devam etmiştir. Bununla birlikte Japon toplumunda özellikle sendikal düzen, güç ve saygı aslında köklerini hala antik Japonya’dan alan bir kast sisteminden almaktadır.

Son olarak Japon, Amerikan ilişkilerinin özellikle Japonya tarafını son derece meşgul eden Atom Bombası’ndan bahsedelim.

Atom Bombası’nın kullanımı ve süreci aslında bir noktaya kadar karanlıktır. Sadece insani ve siyasi yönü değil bilimsel olarak da şüpheyle yaklaşılan projenin –Manhattan Projesi– dünyanın atmosferinde zincirleme bir reaksiyona yol açabileceği ve dolayısıyla atmosferi yakabileceğine dair rezervler, ekibin kafasını meşgul ediyordu. Ancak, buna rağmen bomba kullanıldı.

Fat Man/Şişman Adam; Nagasaki’ye atılan atom bombası.

Standart bir mantık yürütme ile bomba kullanımının biri taktik biri stratejik olmak üzere iki sebebi var gibi görünmektedir. Taktik sebep, militarist ve fanatik düzeyinde gözü kara bir düşmanın –ki bunun sebebi bir başka Japon felsefesinde yatmaktadır. Bushido adı verilen bu Samuray felsefesi özellikle savaşa ve savaşın kaybına dair fanatik esaslar içermekteydi.- ana vatanını korumak söz konusu olduğunda Amerikan birliklerine yüzbinlerle ifade dilen bir ölüm faturası keseceğine dair tahmindi. Bu tahminin ne derece doğru çıkacağını bilemeyiz ancak bir noktaya değinmekte fayda var.

Ne Hiroshima ve ne de Nagasaki bombardımanlarından hayatını kaybedenlerin sayısı Büyük Tokyo Bombardımanında hayatını kaybedenlerden fazla değildir.  Yani bu korkunç silah ve getirdiği “anlık” yıkımın müttefiklerin nazarında bir değeri var gibi görünmemektedir. Bu konsepte dair bir başka ünlü örnek Avrupa Savaşı’ndaki Dresden bombardımanıdır. Tahminen seksen bin kişinin hayatını kaybettiği bu bombardımana konu olan kentin, taktik, stratejik, askeri veya lojistik hiçbir kıymeti yoktur. Konu Amerikan kamuoyunda da savaşın ateşi söndükten sonra uzun süre tartışılmıştır.

Bu bombardımanlar o kadar programlıdırlar ki, kayıpların büyük çoğunluğu; yıkım veya yangınlar sebebiyle değil, şehrin bir bölümünün bombardıman vasıtasıyla yakılması neticesinde, diğer kısımların oksijeninin tükenmesi dolayısıyla boğulma sonucunda meydana gelmektedir.

Bu gözlemler bizi saldırının özel niteliğine ve dolayısıyla stratejik sebebine getiriyor. Bu sebep göründüğü kadarıyla, henüz başlamamış ancak başlaması olası olan soğuk savaşta Sovyetler’e bir uyarı vermek ve insiyatifi ele geçirerek savaş sonrası dünyayı şekillendirmektir. Ancak bu gözlem de siyah ve beyaz kesinliği ile sağlaması yapılamayan bir gözlemdir. Örneğin, Churchill’in tüm ısrarına rağmen –ki Churchill, Normandiya Çıkartması yerine büyük çıkartmanın  bile Balkanlar’a yapılması gerektiğinde bastıran ve Sovyetlerin çökmekte olan Almanya’dan daha büyük bir tehdit olduğuna inan bir politikacıdır. Zaman Churchill’i haklı çıkartmıştır ama yönettiği güç artık bu insiyatifere karar verecek güçten uzaktır. Ve bir not olarak, Churchill’in atom bombasının kullanımını teşvik ettiğini de ima etmiyoruz.- müttefikler Avrupa’da insiyatif almamışlardır.

Müttefikler Yalta’da; Churchill, Roosevelt ve Stalin.

Aslında bunun temel sebebi de, galip devletler ve özellikle Amerikan kamuoyundaki görüş ayrılıklarıdır. O döneme kadar Amerika’nın dünyaya bakışı çoğunlukla uzak bir koloni bakışıdır ve kendi içinde, pratik kadar idealleri de içeren bir vizyondur. Bu konsept tartışmak için bugünkü konumuzu aşıyor ancak bunda bir gerçeklik payı da yok değildir. İngiltere ise daha önce belirttiğimiz gibi artık bir dünya gücü değildir. Dolayısıyla bombanın kullanımı, Truman’ın bir toplantıda kenara çektiği Stalin’e bombadan bahsetmesinden, ve ondan, “Tabi, Almanya’ya atın bombayı…” iğneli cevabını almasından daha fazla etkilemez yeni dönemi…

Kısaca bu konuda da kesin gerçek tam olarak bilinemez. Hem Japon İmparatorunun savaştaki dahli konusundaki, hem de Amerika’nın Atom Bombası kullanımının arkasındaki bu “Kesin Gerçek”in bizlere kapalı olması, aslında bu olayların iç yüzünün şeytani bir planla gizlenmesinden ziyade, her iki olaydaki kararların, çok aktörlü ve çok boyutlu komplike gelişmelerin sonucu alınmasından dolayıdır.

Tekrar görüşmek dileğiyle, hoşça kalın.

Yazıyı beğendiniz mi?

Ortalama puan 5 / 5. Oylama sayısı: 1

Bunu oylayan ilk kişi olun

RSS
Follow by Email
Twitter
Visit Us
Follow Me
YouTube
YouTube
Instagram

Cevap Yaz

Oturum aç:

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir