Netflix’in Beklenen Animasyon Epiği Üçüncü Sezonu İle Karşımızda: Love, Death & Robots

Bunu Paylaşın

Netflix’in marka başlıklarından olup, yapımcılığını David Fincher’in, Tim Miller‘la paylaştığı Love, Death & Robots geçtiğimiz hafta cuma günü Netflix kütüphanesinde yerini aldı ve elbette ki hak ettiği ilgiyi buldu. Biz izleyiciler açısından sevindirici olan ise yapımın beklentileri aynı başarıyla karşılaması oldu. Dilerseniz spoiler/sürprizbozan uyarımız ve yapımın fragmanı ile devam edelim.

Özellikle görsel anlamda birbirinden ayrılan ancak içerik olarak başlığın da belirttiği üzere ortaklıkların bulunduğu dokuz bölüme tek tek değinerek başlayacağımız incelememizi, yine yapıma dair genel fikirlerimizi belirterek nihayete erdireceğimizi şerh düşerek başlıyoruz.

THREE ROBOTS: EXIT STRATEGIES/ÜÇ ROBOT: ÇIKIŞ STRATEJİLERİ:

Yapımın ilk sezonunda da bizlere post apokaliptik dünyayı gezdirmiş olan ve karakterleri belki biraz stereotip bazda ama net bir şekilde ayrılmış olan üç robotun, insan ırkının kıyametten kaçmak için giriştiği başarısız eylemleri, sosyal sınıflar ve gelir dağılımı bazında anlattığı bu bölüm, her ne kadar sosyolojik anlamda anlamlı ve eğlenceli ise de, gereğinden biraz daha fazla didaktik yapısıyla yapımın zayıf parçalarından biri oluyor. Yine de, teknoloji milyarderlerinin içe dönük karakterlerinin insanlar yerine bilgisayarları seçmelerini ve bunun sonucu olarak bir robot isyanı ile karşı karşıya kalmalarını getirmesi ile Mars’a kaçanlar arasında sadece bencil kedilerin kurtulmuş olması gibi parlak anlar da yok değil.

BAD TRAVEL/KÖTÜ SEYİR:

Yönetmenliğini David Fincher’ın üstlendiği ve görsel tasarımı ile karakter animasyonlarının biricikliği ile izleyiciyi hemen etkisi altına alan bölüm, şahsen beni en çok düşüdüren bölüm oldu dersem yeridir. Her ne kadar metaforik bazda da olsa sosyal bir grup içindeki güç ilişkileri ve bunun sonucu olarak yönetme hakkının ele geçirilmesi konusunu hemen açık etse de, gücün zeka ve hayatta kalma ile olduğu kadar, idealler ve bunların hayatta kalma ile rekabetine dair motivasyonları da senaryosuna yedirerek önemli ve başarılı bir işe imza atıyor.

Moby Dick‘in sosyal zihinlerdeki yerinden aldığı ruhla donanmış bölüm, ön plana çıkardığı güç ilişkisini özellikle ilk başlarda çok göze sokuyorken -bir balinanın fok balığını yemesine kadar bir ayrıntı arka planla bile hatta-, sonrasında motivasyonlara getirdiği türev sorularla, anlatımını didaktik bir nutuktan, izleyiciyle özdeşleşen bir atmosfere konuk ediyor izleyicilerini. Zekanın öneminin net şekilde hissedildiği yapımın kahramanının bencil davrandığı tüm o anların, sadece hayatta kalmak üzere olmaması, ancak kendisinin mutlaka hayatta kalması üzerine kurulu olması da gerçekten yapıma dair bir başka çok katmanlı özellik olarak öne çıkıyor. Teknik anlamda ise özellikle ses ve seslendirmenin çok başarılı olduğu da ayrıca belirtilmeli.

THE VERY PULSE OF THE MACHINE/MAKİNENİN NABZI:

Daha çok klasik çizgi film animasyonları tarzını benimsemiş yapım, en azından benim için ilginç bir şekilde benim en sevdiğim en iyi iki bölümden biri iken -ilki bir üstteki bölümdür!..-, IMDB notu en düşük ikinci mini film olmuş. Jüpiter’in Io uydusunda görevli iki kadın astronottan biri olan Martha Kivelson’un ısrarının Juliet Burton’un ölümü ile sonuçlanması ardından bir tür, hayatta kalma ve suçluluk duygusundan kaynaklı arkadaşının naaşını onurlandırma mücadelesi olarak başlayıp, Io’nun manyetik alanları ile Jüpiter’e bağlı galaktik bir makina olduğunun ortaya çıkması ile başka bir yöne evrilen hikayeyi özel kılan nokta ise, bütün olan bitenin yaralı astronot Martha’nın aldığı ilaçların halüsinatif etkisinden kaynaklanmakta olduğu şüphesi… Bir başka deyişle olan bitenin gerçek mahiyetinin ne olduğu seyirciye kapalı bırakılıyor.

Bununla birlikte, süregiden hikayedeki görsel şölen, görkemli ve duygusal müzik ve en nihayetinde Martha’nın varoluşu ile ilgili vardığı ruhsal yükseliş hikayeyi bambaşka bir noktaya taşıyor. Bütün bunlara ek olarak Martha ve Io arasındaki iletişimin mahiyetinin şiir olması ve bütün hikayenin de aslında bir şiir olduğu gerçeği de ayrıca çok kalifiye ve ruhu olan bir hikayeyle karşı karşıya olduğunu hissettiriyor izleyiciye.

Yapısal anlamdaki detaylardan biri de her ne kadar hipotetik de olsa Martha’nın isminde cisim buluyor olabilir. Şöyle ki; şiir Amerikalı ünlü kadın şair Martha Collins’ten gelebileceği gibi, soyadının da, iletişim kurduğu ve manyetik alanı için gerekli elektromanyetizmayı çekirdeğindeki demir ve sülfürün sürtünmesi ile elde eden robot Io’nun teorisine benzer olan ve demir ile süper iletkenliğin ilişkisi konusunda önemli araştırmaları olan Steven Kivelson’dan gelebileceği fikrini uyandırıyor. Martha Kivelson da böylece, süper iletken bir gezegen ile kelimeler aracılığıyla ama esasen bir tür ani his transferi olan şiir vasıtasıyla iletişim kuran bir karaktere dönüşüyor. Esasen yapımın daha başarılı olduğu nokta, bu hipotez doğru veya yanlış olsa da izleyicide bunu araştırma isteği uyandırması.

Peki neden IMDB notu diğer yapımlara göre nispeten düşük. Yorumları bu safhada okumadığım için bilemesem de, öyle sanıyorum ki, arkadaşı Burton’un ölümündeki suçunun sıkıştırdığı ve halüsinatif ilaçlarla pekişen belirsizliğin, final ile gereksiz bir kesinliğe ulaştırılması.

Son bir not olarak, bazı an, sekans ve görsellerin Alfonso Cuaron‘un 2013 yılı yapımı filmi Gravity’ye benzediğini ifade edebiliriz.

NIGHT OF THE MINI DEAD/MİNİ ÖLÜLER GECESİ:

Belki tüm yapımın en iyisi olmayabilir ancak en eğlencelisi ve inanması güç bir şekilde ve muhtemelen de olaylara en geniş açıyla yaklaşan ve dolayısıyla hem en net hem de en umursamaz olanı.

Aşırı hızlı çekim ürünü ve çok eğlenceli başlangıcı ile bile hayatın temellerini anlatan bölüm, kız ile erkeğin konuşmalarındaki eğlenceli ve anlamsız bayağılıkla alay etmeyi de ihmal etmeden giriyor hikayesine. Bir şekilde zombi istilasını başlatan bu olayı takip eden sekanslar yine insan ilişkilerini çok başarılı temsil ediyorlar ama o kadar hızlı gelişiyor ki olaylar, aslında tüm yapım bir tür insanla dalga geçmeye dönüyor. Özellikle jogging yapan iki kız arkadaştan birinin diğerini itip zombiye yedirdikten birkaç saniye sonra yakalanıp aynı zombilerce yenilmesi izleyici kahkahaya boğuyor.

Shaolin kung-fu rahiplenin umutsuz dövüşlerinden, redneck amerikalıların ve psikopat insan örneklerinin zevkle ve kendi insiyatifleri ile savaşmalarına, düzenin tamamen alt üst olmasından, herkesin kendi için yaşamaya dönmesine, Amerikan ordusunun epik karşılığından ve nükleer atıklarla artık canavara dönüşen zombilere kadar her detay hem çok gerçekçi hem de çok eğlenceli.

Yapım, finalde tüm nükleer silahların bir intihar saldırısı olarak kullanılması ve dünyanın yok edilmesine, Lacrimosa‘nın görkemli melodisinin eşlik etmesi ve tüm olan bitenin galakside minicik bir toz bulutu bırakması ile sona eriyor. Sonuç olarak dünya ve evren çok küçük, hatta İlahi/göksel bir bakışla daha da küçük ve çok daha da hızlı. Yapımın bize verdiği mesaj bu.

Elbette, bir sinema eseri ile karşı karşıya olduğumuz için bölüme sinematografik olarak da bakmamız gerekir. Açıkçası sinematografi tanımı biraz büyük gelebilir ama animasyon, detay ve çekicilik açısından Henry Kupchak‘a taş çıkartacak olağanüstü bir sanat tasarımı ile karşı karşıya olduğumuzu belirtmeden de geçemeyiz.

KILL TEAM KILL/ÖLÜM TAKIMI:

Afganistan’daki bir görev gücünün, -ordu veya daha olası olarak contractor/özel şirket kaynaklı bir güç- bir hedefe ulaşmaya çalışırken farkına vardıkları bazı tersliklerin sonucunda karşılaştıkları bir CIA inisiyatifinin hayatlarına kast etmesini anlatan bölüm, her ne kadar bazı psikolojik alt metin öğeleri içerse de daha ziyade Amerika’nın Afganistan’dan çekilmesi üzerine yapılmış biraz daha yerel bir iş. Ve aynı sebeple de biraz daha zayıf.

CIA’in Afganistan’da gerçekleştirdiği bazı kanun dışı ölümcül deneyleri işleyen ama bunu son derece eğlenceli ve hatta gereğinden daha klişe bir şekilde yapan bölümün kalifiye olarak tanımlayabileceğimiz kısmı ise aslında erkek egemen bakış açısı ve bu bakışın silah ile cinselliği birleştiren genel algısı.

Çok net ejakülasyon ve güç tezahürleri olan mermi saçmalar ve aynı kaynaktan beslenen çok ölümcül bir düşmana karşı takındıkları ısrarlı basit çatışma mantığı ile temsil edilen bu tavır, sonunda düşmanın yani bir çeşit ayı tankının ve tüm ekibin yok olmasıyla sonuçlanıyor.

Politik anlamda ise ayının bir CIA inisiyatifi olması ve bölgedeki operatörlere dönmesi, yok olurken de tüm sığınağı yok etmesi gibi merkezden gelen bir halı altına süpürme fiili açık şekilde kendini gösteriyor. Bu anlamsız değil ama bir tık yerel bir konu. Yönetmenin senaryo ile bağı ne düzeyde bilemeyiz ancak izlerken bir kadın yönetmenin elinden çıktığını düşündüğüm bölümün yönetmeni de Jennifer Yuh Nelson…

SWARM/SÜRÜ:

Her ne kadar direkt çevirisi sürü de olsa swarm terimi daha ziyade böcekler için kullanılan ve oğul verme bazlı daha farklı, tek bir merkezden yönetilen ve çok sayıda üyeli bir topluluk anlamına gelir. İngilizce “swarm with” olarak da kullanılan terim “burası … kaynayacak” gibi baş edilemez ve istenmeyen bir durumu/kalabalığı anlatır.

Bu girişten sonra bahsedeceğimiz Swarm, aslında bilim kurgu öğelerinde görmeye alışık olmadığımız bir sahne ile açılıyor ve bu açılışla da aslında ana fikrini veriyor. Uzak bir gelecekte bir uzaylı gemisinde bulunan Dr.Afriel bir Swarm’ı incelemek için varış yerine ulaştığında, uzaylı kaptan ona, bu araştırmayı neden yaptığını sorar, Swarm sadece disiplinli bir hayvan topluluğudur. Bu basit yaklaşımın aslında bu uzaylıların insan türünden daha “olmuş” ve uzun yaşayacak bir tür olduğunu ilk başta hemen ele vermez.

Bu feromon akıntısındaki ortamda, aynı feromonlarla yönetilen ve kraliçeye bağlı görev dağılımının parçası olan üyelerle ilgili araştırmasını, orada onu bekleyen Dr.Galina Mirny ile yürüten karakter, asıl amacını, yani bu genetik yapıyı işçi ve asker üretimi için kopyalamayı açıkladığında, karşısındaki diğer insandan zihnen bir red ancak hormonel bir teyit alır. Zira Galina, her ne kadar insanların da bir feromon akıntısının etkisi altında olduğunu bilse de Afriel’e aşıktır ve ortamın alegorisi olarak onunla üremek istemektedir.

Bununla birlikte “nötr” Swarm bu eylemi, bir müdahale sayar ve müdahale edene müdahale eden olarak karşı koyar. O kadar ki milyonlarca yıllık bu yapı, aslında ne yapması gerektiğini bile bilmez. Tek bildiği bu durumlar için bir tür zihinsel kopyalayıcı üretmek ve bu şekilde işgalciye dair bir anlayış kazanıp, onun karşısına kendisinin genetik anlamda daha efektifini koymaktır. Şöyle der kopyalayıcı; Zeka hayatta kalmak için en iyi yol değil…

Bir başka deyişle insan uyumsuzdur ve ilk hükmedemeyeceği ortam tarafından yok edilecektir; Swarm tarafından…

İnsanın insan olması ve bunun doğal sonuçlarını anlatan, bu fonksiyonlara da hükmetme, araştırma ve sınırları zorlamanın sonucu olan bir agresyon ekleyen geniş çaplı bölümün, kontrol edilen Galina vasıtasıyla kandırmaya çalıştığı ve bunu bir meydan okuma sayan Afriel’in kabul ettiği son pazarlık sahnesi bile türe olduğu kadar Galina ve Afriel çiftinin bireysel motivasyonlarına dair bir ayrıntı ortaya koyar.

Görsel anlamda olağanüstü çekici denemeyecek olsa da, Afriel kadar Galina’nın da siyahi/esmer oluşu sebebiyle önce Avrupa kaynaklı bir eser sanılan hikaye, dünyanın bir şekilde ortalama ırklar arası renkte birleştiğine dair de bir spekülasyon atıyor ortaya.

MASON’S RATS/MASON’UN FARELERİ:

Yakın gelecekte ve her ne kadar İskoç bir çiftçinin çiftliğinde geçse de, karakterleri Ratatuille‘den, görsel dili de İkinci Dünya Savaşı Fransız direnişçilerinden esinlenen bu anti kapitalist sistem eleştirisi izleyenleri rahatsız ederken düşündürmeyi de biliyor.

Fare istilasını, delinip yere dökülen tohumlarıyla GDO fıçısından fark eden çiftçinin çağırdığı profesyonel ilaçlama firmasının, genetik anlamda değiştirilmiş besinlerin fare genetiğini de değiştirdiğini anlattığı sekanslara çok gerek olmasa da, adeta sürünen çiftçinin farelerin verdiği zarardan çok daha fazla ödediği savaşçı robot sistemleri satın alması, teknolojinin zararlarının ve bunların düzeltilmesinin, aynı merkeze parayı aktarmak anlamına gelişini çok güzel temsil ediyor. Çok kanlı resmedilen bir savaşın ardından da sınıf kardeşliğinden hareketle farelerin tarafına geçen çiftçi ile biten film, belli bir ana fikri yine belli bir düzeyin üzerindeki seviyeyle anlatmayı başarıyor.

Yine de ve belki de sınıfın sosyal değil sadece maddi bir altyapısı olduğuna dair kareler olan çiftçinin önce kedisi için indirim istemesi, finalde de çek iptali isteği izleyiciyi gülümsetmekten geri kalmıyor.

IN VAULTED HALLS ENTOMBED/TONOZLU SALONDA GÖMÜLÜ:

Kendisinden sonraki filmle birlikte çözünürlüğü son derece yüksek ve gerçeğe en yakın iki filmden biri olan bu bölüm, operasyonel anlamda askeri yapıyı çok iyi veriyorken, karakter ayrımlarını biraz klişeye kaydırabiliyor. Yine de ilk üç dakika içinde kimin neye nasıl tepki vereceğini anlamamıza yardımcı olacak böyle bir klişeye girişmek 15 dakikalık bir film için affedilmez değil.

Gerilim ve merakın son derece başarılı şekilde yedirildiği temposu ve kimin iyi kimin kötü taraf olduğuna dair izleyiciye sunduğu twistin ayrıca başarılı olduğu yapımda temel başarı, küçük birliğin komutanı olan sert ve lider çavuşun aslında son derece konvansiyonel, tek alternatifli ve zayıf sinirli hatta korkak ve sadece bununla savaşan bir adam olduğunun çok iyi hissettirilmesi oluyor. Kendini feda eden, şova dayalı bir teslimiyet çavuşun ruh hali… Ve bu hissettirilen karakter analizi filmin finalinde pivotal bir öneme sahip oluyor.

Esasen bir Lovecraft, türevi olan film, finaline kadar yaşattığı gerilim ve merakı, mutsuz, yabancı ve görsel olarak değilse de benliği rahatsız eden bir sekansla bitirerek, tüm yapımdaki yerini yükseklere taşımayı başarıyor. Bu da bir feda hikayesi oluyor ama kazanan bir feda oluyor.

JIBARO/HİBARO:

Orjinal adı elbetteki dilimizde de Jibaro olan eserin Türkçe adını okunuş olarak yazdık. Kelime, dağ köylüsü anlamına geliyor. Amerikaların İspanyol conquistador birlikleri tarafından yağmalandığı 15.yüzyılda geçen hikaye, kalp şeklindeki bir gölette ve esasen o topraklardaki tüm sularda aynı anda yaşayan bir sirenin işgalci İspanyolları, dişiliğin erkeklik üzerindeki kontrol etkisini sembolize eder bir şekilde ekstazik bir ruh haliyle kendine çekerek, ağır zırhlarının etkisiyle boğması ile açılıyor.

Bununla birlikte askerlerden biri sağır olduğu için siren çığlığını duymuyor. Sadece altın peşinde olmasına rağmen çığlığına cevap vermemesinin cazibe kattığı bu askere gönlünü kaptıran sirenin değerli madenler ve taşlarla bezeli vücudu ise korkusu geçtikten sonra askerin elde etmek istediği tek şey olunca olaylar varabileceği son, yani ilk noktaya dönmekte gecikmiyor.

Bir tür gerçekçi Pocahontas hikayesi ile kadın erkek ilişkilerine yukarıdan bir bakışı içeren yapım, tek taraflı ve yanlış motivasyonlarla ortaya çıkan aşkın, nefret ve intikamla aynı anda seyreden adalet hissini izleyiciye yaşatmakla kalmıyor, olağanüstü görselliği ve çok başarılı olmakla birlikte rahatsız edici dans/dans kaynaklı hareket koreografisi ile özel de bir iş koyuyor izleyicilerin önüne.

Özellikle sağır askerin dünya algısı ile izleyicinin algılarının üst üste bindirildiği sahnelerde bir tür hızlı çekim stop motion karakter edinen yapım, bu yapısını dans koreografisi ile çok başarılı harmanlıyor belirttiğimiz gibi. Ancak bütün bu olan biten, güzel bir ışığın gözümüze bir tutulup bir tutulmaması gibi bir rahatsız edici bir algı uyandırıyor.

Alegorik anlamda başarılı bir diğer nokta ise, sirenin melodisinin uyandırdığı duygunun, sağır askerin ilk duymaya başladığı anla eşleştirilmesi… Bir tür doğum travması ile ne yaptığını bilmeyen varlıklara dönüşen insanlar, eğer sirenin kendisine veya evine yönelik olarak yanlış bir tutum içindelerse, bunu bir başka doğumla karşılaşarak ödüyorlar… Yine de sirenin çektiği acı ve aldığı intikamın sebebinin “o”nun da herkes gibi olduğunu fark etmesi sebebiyle olması, bu çok stilize hikayeyi aslında zaman ve mekandan bağımsız olarak çok tanıdık kılıyor.

Love, Death & Robots’un bölüm bazındaki bu incelemesinden sonra bahsedilmeye değer bulduğumuz genel ve ortak yönlerine bakarsak; alt metin ve felsefik metaforlar açısından genelde yukarıdan bakan ve sadeleştiren ancak zanaat kısmında zenginleştirici detaylarla senaryolarına katman kattıklarından ve çoğunlukla bağımsız kısa öykülerden ilham alınarak çekildiklerinden bahsedebiliriz.

Eserlerin birbiri ile olan kalite farkları herkes için değişse de, mesajını çok belli eden ve didaktik forma yaklaşanların biraz daha zayıf, olay örgüsü içinde hissettirilen alt metinlere sahip bölümlerin ise daha kuvvetli olduğunu ayrıca ifade edebiliriz.

Son derece kaliteli olan yapımın zayıf noktalarına gelince, kişisel bir tercih olarak minimalizmin bu yapıma daha iyi gelebileceğini ve aynı başlığın uzantısı olarak, teknik bir başarı ve izleyiciyi şok etmekte de bir ayraç olan vahşetin ise yapımcılar nazarında ölümün tek temsili olduğuna dair bir fikre kapıldığımı da son bir not olarak eklemeliyim sanırım.

Tekrar görüşmek dileğiyle… Hoşça kalın.

Yazıyı beğendiniz mi?

Ortalama puan 0 / 5. Oylama sayısı: 0

Bunu oylayan ilk kişi olun

RSS
Follow by Email
Twitter
Visit Us
Follow Me
YouTube
YouTube
Instagram

Cevap Yaz

Oturum aç:

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir