Öykü Serisi: Tarihin Kayıp Renkleri 1 – Bir Acayip Yeniçeri: Altı Okka Cafer Ağa

Bunu Paylaşın

“Okudun mu Galip’in son yazısını?” dedi Ozan ve bilgisayar ekranındaki sayfayı gösterdi: “Şarki Anadolu’nun Kökenleri-Galip Çalba”

“Yok,” dedi ayakta duran Murat. Gülümsedi ve kanepeye oturdu. “Gene neler yumurtlamış?”

“Ya saçmalamış aslında,” dedi Ozan ve döner koltuğunu yüz seksen derece çevirdi. Ayak ayaküstüne atıp ellerini göbeğinin üzerinde kenetledi. “Söylediklerinin bilimsel dayanağı yok. Yok efendim neymiş, Gazianteplilerin kökeni Göktürklere dayanıyormuş.”

“Nasıl yani?”

“Ya bilirsin işte Antep’in yerlileri biraz şiveli konuşurlar. Mesela geliyoruma geliyim, gidiyoruma gidiyim, seviyoruma seviyim, istemiyoruma istemiyim derler. İşte bu şivenin kökenleri Göktürklere dayanıyormuş. Göktürklerin ünlü kağanlarından İstemi Yabgu’nun asıl adı Bukan’mış. Gözü tok cengâver adammış. Bir yere sefere çıksa para, ganimet ya da kadın istemezmiş. Böyle teklifleri reddeder, “İstemiyim!” dermiş. Hal böyle olunca, Bukan Kağan’a dünya nimetlerinde gözü olmayan, bunları istemeyen anlamında İstemi denmeye başlanmış. Sonunda adı İstemi Yabgu kalmış. İşte Antepliler de onun soyundan geliyormuş.”

Murat gülerek sağ elini savurdu ve “Ya bırak Allah’ını seversen, bu herif milletle kafa buluyor,” dedikten sonra oturduğu kanepeye iyice yayıldı. “Sen onu bırak da beni dinle. Dün çok ilginç bir araştırma yazısı okudum. Sen ‘Adamda altı okka ta..k var!’ sözünün nereden çıktığını biliyor musun?”

Ozan dudağını büküp kafasını salladı ve “Yooo,” dedi, “Nereden çıkmış?”

Murat bilgisayarı işaret etti ve “Yaz Arama motoruna,” dedi, “Bir Acayip Yeniçeri: Altı Okka Cafer Ağa.”

Ozan söyleneni yaptı ve karşısına çıkan sayfalardan en üsttekine tıkladı:

BİR ACAYİP YENİÇERİ: ALTI OKKA CAFER AĞA

Tarihe mal olmuş ilginç şahsiyetlerden Altı Okka Cafer Ağa’nın ismi, benzer dönemlerde yaşamalarına rağmen ne Peçevi ne de Naima tarihinde geçer. Aslında bu durum bile, başlı başına araştırmaya değer bir konudur. Bu renkli zatın adı sadece Baltacızade Müderris Yahya Efendi’nin El-Eşhasul Uceba (Acayip Şahsiyetler) adlı, tarihe ışık tutan başucu kitabında geçmektedir. Cafer Ağa, namını borçlu olduğu vakadan sonra malulen emekliye ayrılmış bir yeniçeri eskisidir.

Yahya Efendi’nin tarifine göre uzun boyu, çatık kaşları, kemerli burnu, gür bıyıkları, kürek gibi el ve ayaklarıyla bastığı yeri titreten bir âdem ejderhası olan bu zatın soyu sopu hakkındaki söylentiler çeşitlidir. Yahya Efendi bu konu hakkında şöyle malumat verir:

“Cafer Ağa, Arnavut kökenli bir devşirme olup eşkâl defterine henüz on yaşındayken kaydedilmiş olmalıdır. Ancak onun, Bosna’ya oğlan devşirmeye giden Turnacıbaşı Mahbubperest Dalyan Ağa’nın nazarını çeken bir veledi zina olduğunu iddia edenler de vardır. Babası belli olmayan bir çocuğun devşirilmesi yasak olsa da Dalyan Ağa’nın bu on yaşındaki nevcivanın atletik vücut yapısıyla ay yüzünden etkilendiği ve güzel yüz güzel ahlakın aynasıdır düsturuna sarılarak kendi inisiyatifi ile onu devşirme oğlan kafilesine dâhil ettiği bu iddianın devamıdır…”

Her ne kadar Yahya Efendi Cafer Ağa’nın Arnavut bir devşirme olduğuna inansa da hayat hikâyesine baktığımızda onun bir veledi zina olması daha muhtemeldir.

Acemi oğlanlığı sırasında Yedikule dışında, Etmeydanına taşınan sığır etlerinin hazırlandığı bir salhanede kasap yamağı olarak görev yaptı. Kapıya çıkıp ocağa acemi nefer yazıldığındaysa, Yedikule dışındaki bu salhanelerde kesilen sığırları tırıs giden beygirlere yükleyip Aksaray’daki Yeni Odalara koşturarak taşıyan kafilenin bir parçası oldu. Yeniçeri ocağının etlerini taşıyan bu kafilenin önünden geçmek ocağın kısmetini kesmek anlamına gelip uğursuzluk sayıldığından, kafilenin başındaki seğirdim ustasının “Savulun bre savulun!” uyarılarına rağmen bu gafleti gösteren bedbahtların kıyasıya dövülmesinde de büyük hizmetler verdi. Başkarakollukçu olduğunda bu işi başkasına devretti. Ancak bir oturduğunda iki okka eti mideye indiren bu âdem ejderhası, ete olan düşkünlüğünden midir nedir Etmeydanından elini çekemedi. Yahya Efendi kitabında bu duruma şöyle yer verir:

“Ocağa sığır eti verilirdi. Her sabah Etmeydanına getirilen etler, buradaki kefere kasaplar tarafından işlenerek okkası iki akçeye satılırdı. Ayrıca adet olduğu üzere her gün bir tane de semiz koyun kesilirdi. Bu koyun meydanın girişindeki bir kasap tarafından kucaklanırdı. Meydanın diğer ucunda ise her ortanın en iyi koşucuları hazır bulunur ve işaret verildiğinde bir sel gibi kasaba doğru akarlardı. Herkim kasabın kucağındaki davara ilk el vurursa, o koyun o neferin ortasının mutfağına girerdi. İşte Cafer Ağa ocağın en iyi koşucularındandı ve sayısız kez mensubu olduğu 43. cemaat ortasına fazladan koyun eti kazandırmıştı…”

Cafer Ağa’nın ocak içerisinde yükselişi aklı, pazu gücü ve şehbazlığı sayesinde hızlı oldu. Kısa süre sonra ortasının başeskisiydi. Çorbacı olmasına kesin gözüyle bakılırken Safevilere karşı düzenlenen Revan seferi çıktı. Cafer Ağa da Orduyu Hümayunun neferleri arasındaki yerini aldı. Bağdat Fatihi Dördüncü Murat Han, 1635 tarihinde Revan kuşatmasından sonra kaleyi zapt etti ve Revan kalesine 12.000 asker bıraktı. Cafer Ağa da bu askerlerin arasında yer alıyordu. Ancak ertesi yıl, Safevi kuvvetlerinin kaleyi işgaliyle düşmana esir düştü. Bu esaret hayatı, kaçana dek bir yıl sürdü. Bu süre içerisinde Revan zindanlarında çok eza çekti. Altı okka namını da burada gördüğü bir işkence sonunda kazandı. Safevilerin Çin illerinden öğrendiği bu işkence şeklini Yahya Efendi şöyle nakleder:

“Öncelikle yapılan sorguda kurbanın hangi yemekleri sevdiği öğrenilirdi. Ardından işkenceci, gözleri tellerle açılmış kurbanın karşısına geçip bu yemekleri işkembesine indirirdi. Bir vakit sonra kurbanın husyeleri şişmeye başlardı. Şişen bu husyeler, cesareti artırdığı inancıyla, kesildikten sonra kızılbaş suikastçılarına yedirilirdi. Cafer Ağa’nın en sevdiği yemekler büryan kebabı, un çorbası, soğan yahnisi ve bol şerbetli kaymaklı kadayıftı. Bu yemekler günlerce karşısında yenildi. Tayın olaraksa sadece su ve kuru ekmek verildi. İşkencenin sekizinci gününün ikindi vaktinde Cafer Ağa’nın husyeleri şişmeye başladı. Üç gün sonra Cafer Ağa’nın husyeleri birer kolomborna topu güllesi gibi oldu. Husyeleri kesilerek telef edilmek üzereyken, suikastçıların şahı Mirza Hüseyin Hemedani’nin zenci bir esirin husyesini bütün olarak mideye indirmeye çalışıp da lokmasının boğazına takılıp can vermesiyle kurtuldu. Bu vaka üzerinedir ki şah emriyle insan husyesi yemek uğursuzluk sayılarak yasak edildi…”

Cafer Ağa esaretinin yıldönümünde Cezayirli bir arkadaşıyla, bir şölende eğlenceyi fazla kaçıran nöbetçilerin gafletinden faydalanarak firar etti. Üç aylık eziyetli bir yolculuk sonunda İstanbul’a ulaştı. Yurduna ayak basar basmaz ilk işi husyelerini tarttırmak oldu. Bu iş için esnaftan oldukça geveze olan bir manava gitti, manav kantara koyduğu husyelerin altı okka çektiğini söyledi. Ertesi gün Cafer Ağa esnaf taifesinin diline düştü ve namı altı okkaya çıktı. Ancak bu vakadan kısa süre sonra müşterilerin şikâyeti üzerine manavın tartıda hile yaptığı anlaşıldı, kantarı eline verilip el bileğinden dükkânının kapısına çivilendi. Bunun üzerine Cafer Ağa’nın husyeleri kasap tarafından düzgün bir tartıyla tekrar tartıldı ve üç okka iki yüz dirhem geldi. Ancak namı bir defa altı okkaya çıkmıştı.

Cafer Ağa ocağa vardığında oradaki kaydının düşürüldüğünü öğrendi. Tekrar kayda geçirilse de ocakta tutunamadı. Etmeydanındaki koşularda bacaklarına dolaşan koca husyeleri nedeniyle varlık gösteremedi. Bu haliyle savaş meydanında da faydalı olamayacağı düşünülerek malulen emekliye sevk edildi. Bununla birlikte, zaten cesur olduğu bilinen Cafer Ağa, büyük husyelerindeki guddelerden fazlaca erkelik hormonu salgılandığından iyice gözü kara bir adam olup çıktı. Bunu anlamak için Yahya Efendi’nin şu misalini okumak yeterlidir:

“Tütün yasağının kıyasıya uygulandığı o dönemde, ibreti âlem olsun diye yasağa muhalefet eden bedbaht ve gafillerin kelleleri kesilip koltuklarının altına verilerek sokaklarda teşhir ediliyordu. Kesik başların ağızlarına da niye telef edildikleri bilinsin diye tütün çubukları yerleştiriliyordu. Cafer Ağa bir gün yolunun üzerinde rastladığı, kesim şekline bakıldığında cellatların piri Kara Ali’nin usturasından çıktığı belli olan kesik bir başın ağzındaki lüle çubuğu beğenerek almış ve içindeki tütününü yakarak tüttüre tüttüre gitmişti…”

Askerlikten başka yol bilmeyen Cafer Ağa ocaktan ayrıldıktan sonra çok sıkıntı çekti. Önce hamamda tellaklık yapmaya başladı ancak siyah peştamalının altından sarkan büyük husyeleri müşterileri rahatsız edince bu işi bırakmak zorunda kaldı. Esas işini, Dördüncü Murat Han’ın ölümüyle buldu. Siroz illetinden genç yaşta hakkın rahmetine kavuşan büyük hükümdarın terki dünya etmesiyle birlikte kahvehane yasakları ortadan kalkınca, yeniçeri Urun Söyletmen Mustafa Beşe’nin Haliç kıyısında açtığı kahvehanede işe başladı. Kahvehanede özellikle kanaryaların bakımı ve üremesiyle ilgilendi.

Mustafa Beşe namlı kabadayılardan olup “Urun Söyletmen” adını, kıyam ve ihtilaller sırasında nasihate gelen devlet erkânının konuşmasına fırsat vermeden “Urun söyletmen!” diye bağırmasıyla almıştı. Bahtsız padişah İkinci Osman’a karşı düzenlenen ihtilal sırasında, Orta Camii’nde toplanmış yeniçerilere nasihatçi olarak gönderilen ve sultanın nefer başı elli altın ihsan dağıtacağını bildirmeyi planlayan Yeniçeri Ağası Ali Ağa da Mustafa Beşe sayesinde bertaraf edildi. Taş merdivene çıkıp duasını bitiren Ali Ağa, “Yoldaşlar…” diye söze başladığında Mustafa Beşe’nin o gür sedası duyuldu: “Urun, söyletmen…” Bunun üzerine eteğinden tutulup alaşağı edilen Ali Ağa, kılıç üşürülüp anında paramparça edildi. Kaderin cilvesidir ki Mustafa Beşe, kahvehanenin üst katında kurdukları bir akşam meclisinde, mahbubu olduğu ay yüzlü Kıpti köçek Zümrütpare raks ederken, afyonu ve şarabı çok kaçırmış olacak ki, köçeğin “Ağam gönlünüz hoş mudur?” demesiyle “Urun Söyletmen!” diye naralanmış, bunu üzerine de yanındaki yeniçeri ve sipahi tayfası köçeği palalarla lokma lokma eylemişti…

Altı Okka Cafer Ağa yenilikçi adamdı. İstanbul’da yeni moda akımları başlatmıştı. Ona Türk tarihinin ilk modacısı derler. Esaret altındayken beraber kaçtıkları Cezayirli arkadaşı, bir gün İstanbul’a kendisini ziyarete geldiğinde Cafer Ağa’ya bir kat hediye esvap getirdi: Beyaz çuhadan paçaları dizkapağının bir karış üstünde biten kısa diz çakşırı, bele sarmak için kırmızı şal kuşak, narçiçeğinden bürümcük gömlek… Cafer Ağa bu esvapları sırtına geçirip ayağına kırmızı bir Galata yemenisi çekti, sarığını üstüne de işlemeli renkli bir yazma taktı, gömleğinin düğmelerini iliklemeyerek sinesini üryan etti, Revan’da gördüğü gibi gür göğüs kıllarını usturayla tıraş edip sadece bir tutam kıl bıraktı, kılların uçlarına da inci ve nazar boncukları dizdi. Kısa süre sonra Cafer Ağa’nın giyimi “Cezayir kesimi esvap” diye ünlü oldu, hem giyimi hem de göğsünde bıraktığı sine perçemi zamanın modası olup hızla yayıldı. Ayrıca önceden neferi olduğu, 43. Cemaat ortasının nişanı olan fil resmini baldırının alt kısmına dövdürerek yeniçeriler arasında dövme akımını başlattı. Artık yeniçeriler kol ve pazularına, baldır ve bacaklarına kendi ortalarının nişanlarını dövdürtmeye başladılar.

1648 yılında, Sultan İbrahim’in tahttan indirilmesiyle neticelenen ihtilalde, Sultan İbrahim’in son sadrazamı Tezkereci Ahmet Paşa’nın Hezarpare* yani bin parça namının almasını da o sağladı. Vakayı Yahya Efendi şöyle nakleder:

“Saray ahırında cellat Kara Ali ve onun şakirdi Hamal Ali tarafından, kelime-i şehadet getirmesine bile müsaade edilmeden kement atılıp boğulduktan sonra, şişman cesedi anadan üryan şekilde bir hamal beygirinin sırtına çaprazlama vurulup gece vakti Atmeydanındaki çınar ağaçlarının dibine atılan Ahmet Paşa, sabah yürüyüşüne çıkan Cafer Ağa’nın nazarını çekti. Cafer Ağa, kızılbaş elinde esir iken şişe takılıp kebap edilen bir Özbek casusun altına odun atmakla görevlendirilmişti. Harlansın diye ateşe odun attığı sırada, ağrıyan omzuna kurbanın yağları damlamış ve bir saat geçmeden de omzundaki ağrıların dindiğini hayret ve sevinçle karşılamıştı. Bu sayede insan yağının mafsal ağrılarına iyi geldiğini keşfetmişti. Böyle olunca Ahmet Paşa’nın oldukça şişman ve yağlı cesedinin çürümesine gönlü razı olmadı, yaklaşık yüzer dirhemlik parçalara böldüğü cesedi mafsal ağrısından mustarip fakir fukara ve garip gurebaya sadece kasaplık ücreti karşılığında ikişer akçeye dağıttı. Karın duvarından çıkan gömlek yağını kendine ayırdı. Kellesini de yanında götürüp, on yaşındaki çocuğu konuşma güçlüğü çeken komşusuna verdi. Annesinin yaptığı kelle paça çorbasını içen ve özellikle dilini yiyen çocuk, üç gün sonra bülbül gibi şakımaya başladı. İşte bu çocuk 1730 Patrona Halil İsyanının önde gelen simalarından hatip Tuti İsmail Efendi oldu. Sonuçta Cafer Ağa ve Ahmet Paşa sayesinde insanlar şifa buldu. Mafsal ağrısından kıvranıp da şifa bulan birçok yaşlı, hayır duasında bulundu. Ahmet Paşa’nın adı da Hezarpare’ye çıktı…”

Cafer Ağa hayatının son yıllarını, dizginleyemediği fazla erkeklik hormonundan ötürü haytalıkla geçirdi. Kâh balta astı, kâh hamamdan avrat ve oğlan kaldırdı, kâh Galata kalesindeki büyük hendekte kanlı dövüşlere katıldı… Ayrıca Bahçekapı’daki halk arasında Melekgirmez Sokağı diye anılmaya başlayan yere de dostunu görmek maksadıyla sık uğrardı. Burası sırayla dizilmiş börekçi, fırıncı, simitçi, kasap, helvacı, manav gibi esnaf dükkânlarıyla bu dükkânların üzerindeki bekâr odalarından oluşuyordu. Yahya Efendi, Cafer Ağa’nın bu sokaktaki serüvenini çok latif tarif eder:

“Önce sokağa yakın bir arastada, aylık on akçeye anlaştığı bir aynedarın perdesini indirdiği aynada üzerine çeki düzen verip bıyığını burar ve sine perçemini düzeltirdi. Sokağa vardığında, Cafer Ağa’nın sağ omzundaki sevap defterini tutan melek hicabından sokağa giremezdi. Cafer Ağa’nın omuzundan iner, kuytu bir köşede onun sokaktan çıkmasını beklerdi. Sol omuzdaki melekse işlenecek günahların kaydını tutmak için yerinden ayrılmazdı. Akşamın yeni düşmeye başlayan karanlığında zil ve def sesleri, şuh kahkahalar ve naralar eşliğinde sokağa giren Cafer Ağa, soldan dokuzuncu dükkânın üzerindeki odaya gider ve birkaç saat sonra geri dönerdi. Günah defterini tutan melek, yazmaktan ağrıyan bilek ve omuzunu ovalardı, bazen Cafer Ağa’nın günah işleme hızına yetişemediği olurdu. Her satırını dikkatlice kullanmasına ve harfleri ufacık yazmasına rağmen neredeyse her ay bir defter bitirirdi ve bu yüzden azar bile işitirdi. Çünkü dünyada günah defterleri hızlı tüketildiğinden, defter sıkıntısı yaşandığı olurdu. Bazen, çıkışta bekleyen ve hiç yorulmadığı için gıpta ettiği diğer meleğe sevap defterine geçmesi için birkaç şey söylerdi: Cafer bir veledi zinanın başını okşadı ve ona akide şekeri verdi, bir fahişeye gülümsedi, köpeğin birine su verdi…”

Cafer Ağa’nın ölümü de bu sokakta oldu. Dostunun evinde, ağzındaki lüle tütün çubuğuyla uyuya kalınca yangın çıktı. Ahşap oda çıra gibi tutuştu. Yangın tüm sokağı kül etmeden söndürülse de Cafer Ağa ve dostu kurtulamadı. Cafer Ağa’nın yanan vücudu husyelerinden teşhis edildi. Cenazesinde büyük kalabalık vardı. Namazdan sonra imam efendi “Merhumu nasıl bilirdiniz?” diye sordu. Çoğunluk “İyi bilirdik!” derken birkaç kişiden de şu sesler duyuldu:

“Allah rahmet eylesin yiğit adamdı, altı okka husyesi vardı…”

NOT:

* Aslında Ahmet Paşa’nın hezar pareye, yani bin parçaya ayrıldığı mübalağa olsa gerekir. Şişman bir adam olduğu muhakkaktır. Yüz yirmi okka (yaklaşık 160 kg) olduğu kabul edilse ve bunun on okkası kemiklere, on okkası da ciğer yürek gibi sakatatlarla bağırsak ve işkembeye çıkılsa, geriye yüz okka kalır. Yüz okka da dört bin dirhem ettiğine göre, yüzer dirhemlik parçalardan ancak dört yüz parça elde edilebilir.

SÖZLÜK:

Arasta: Çarşı, Pazar

Başeski: Yeniçeri ortasının en kıdemli neferi

Başkarakollukçu: Yeniçeri ortasında aşçı muavini

Bukan: Güçlü, yenilmez

Bürümcük: İpekli bir kumaş

Çakşır: Bir tür şalvar

Çorbacı: Yeniçeri ortasının kumandanı, zabit

Düstur: Kural, ilke

Esvap: Giysi, elbise

Eşkâl Defteri: Acemi oğlanların kaydedildiği kütük

Gudde: Bez, beze

Husye: Erbezi, testis

Kefere: Müslüman olmayan

Kıpti: Çingene

Kolomborna: Demir gülle atan bir top

Mafsal: Eklem

Mahbup: Sevgili, sevilen, dost

Malul: Vücutça sakat

Mürekkep: Birkaç şeyden oluşan, birleşik

Nevcivan: Taze, genç, delikanlı

Orduyu Hümayun: Padişah ordusu

Orta: Yeniçeri taburu (Toplam 196 tanedir)

Salhane: Mezbaha, kesimhane

Semiz: Besili, semirmiş

Seğirdim Ustası: Ocak için kesilen etleri getirmekle görevli yeniçeri

Şehbaz: Yiğit, kahraman, cesur, becerikli

Şuh: Neşeli, işveli

Tayın: Azık, öğün

Üryan: Çıplak

Veledi Zina: Zina mahsulü çocuk, piç

Yeni Odalar: Aksaray’daki yeniçeri kışlası

***

“Nasıl buldun?” diye sordu Murat.

Ozan ellerini yana açıp dudağını büktü, “Valla ne bileyim yazılanlar gerçek mi değil mi karar veremedim. Absürt bir şeyler var. Sanki adam bizimle dalga geçiyor,” dedi ve duraksadı. “Ama hoşuma da gitti açıkçası. Dili ağır, biraz da uzun olmuş ama tekrar okuyabilirim.”Murat gülümsedi, mahlas kullanarak kaleme aldığı yazının arkadaşı tarafından beğenilmesi hoşuna gitti. Kafasında yeni bir kahraman büyütüyordu: Dalkavuk Hüseyin Efendi…”

Yazıyı beğendiniz mi?

Ortalama puan 4.3 / 5. Oylama sayısı: 15

Bunu oylayan ilk kişi olun

RSS
Follow by Email
Twitter
Visit Us
Follow Me
YouTube
YouTube
Instagram

Cevap Yaz

Oturum aç:

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir