Sebt Günü Batıya Doğru Yola Çıkanlara – Bir Yol Hikayesi Bölüm 1

Bunu Paylaşın

I.Bölüm

Tüm yetmişlik rakılar ve onu susuz içen nineler anısına 
sonu olmayan bir yol hikayesi…

*Tanrı dünyayı altı günde yarattı… 1. Gün ışığı yarattı. Cenneti ve yeryüzünü de yarattı. 2. Gün gökyüzünü yarattı. 3. Gün deniz ve karaları, otlarla ağaçları yarattı. 4. Gün gökyüzüne güneş , ay ve yıldızları koydu. 5. Gün balıkları ve kuşları yarattı.6. Gün hayvanları ve adem ile havva’yı yarattı. Yedinci gün, Tanrı dinlendi… 

Bense, üzerimde mutfak önlüğüm, elimde çorba pişirdiğim tahta kaşık “demo” için seçilenlerden biriydim.  Hikâyenin adını “Cuma günbatımından pazar günbatımına” koydum. Yıkanacak bir düzine kirli çamaşır, ütülenecek bir sepet dolusu don-fanila, pası alınacak bin dokuz yüz doksan dokuz model bir ocak, kesilecek on tırnak, okunacak katı meyve sıkacağı kullanım rehberi, dindirilecek bir mide ağrısı, yumuşatılacak kalın bağırsak, şefkat gösterilecek üç buçuk insan, çubukla temizlenecek iki kulak, tamir edilecek akıtan bir sifon ve tüketilecek bir paket sigara vardı.

Manzaraya baktım, pek iç açıcı görünmüyordu. Zor bir görevdi Tanrının dinlendiği yedinci günde tüm bunları yapmak. **“The best is the west, fuck the rest” dedim, her şeyi siktiredip bir öğlen vakti kapıyı çarptım ve batıya doğru yola çıktım.

Biri demişti; “Kırmızı tişört giyen bir adamla asla konuşma.” Yolda tanıştım böyle biriyle, nar kırmızısı parlak bir gömlek vardı üstünde. Saçları geriye doğru taranmış ve jöleliydi. Otostop çektim, durdu, beni çelik jantlı, deri koltuklu, içi vanilya kokulu seksi Mercedes arabasına aldı. Düzgün kasları, güneş yanığı teni ve kolunda bir Rolexi vardı. Yol boyunca, master-visa kredi kartlarından, hisse senetlerinin borsada tavan yaptığından, Givenchy (ya da böyle bir şeydi) takım elbiselerinden birinin dikişi ikinci gün söküldüğü için tüketici hakları derneğine başvurduğundan,  zeytinli ekmeğin besin değerinin yüksek olduğundan bahsetti.

Otuzbeş yıldızlı, jakuzili, uydu televizyonlu, 4×4 oda servisli, otomatik loş ışıklı, 7/24 bilgisayar donanımlı bir odada kaldık o gece. Sabah kalktığımda yanıma baktım; başı sert bir yastığın üstünde, sırtüstü uyuyordu, gözlerinde dinlendirici siyah bir maske vardı, kaşmir hırkasını, calvin klein boxer’ını, tek çizgi ütülü pantolonunu gece katlayıp başucundaki sandalyenin üzerine koymuştu. Dudaklarında, beşyüzyirmibirmilyarlık gülümsemesi hala duruyordu.

Yanlış adamdı.
Ama ben çok tatlıydım.
“too good to be true” ise bir dondurma markasıydı…

***

Sebt gününde batıya doğru yola çıkanlar,
ıssız bir tren istasyonunun 
yalnız ve soğuk rayları üzerine kafalarını koyup,
***2:19 treninin gelmesini beklerler
TCDD hep rötarlıdır ama… 


Nehrin dibine doğru gitmeyi planlarlarken,
sallanan sandalyelerini de alırlar yanlarına.
Ama sular kuraklıktan dolayı çekilmiştir
ve nehrin dibinde Süleyman’ın hazineleri yerine 
“boş içki şişeleri ile dolu tekel bayileri ve 
etrafa saçılmış patlak şişme bebekler”
onları beklemektedir…

***

Kırk beş derece sıcağın altında yürüdüm bir süre, leş gibi terlemiştim ve  soğuk bir duş için vermeyeceğim şey yoktu. Erimeye yüz tutmuş asfaltın dumanları yükseliyordu havaya, yolun ortasında bir kaplumbağa duruyordu ve gittikçe yaklaşan motor gürültüsünden haberi yoktu.

Olsa da ne değişecekti ki zaten, kabuğunun içine sığınmaktan başka bir çaresi var mıydı? 

Sırtından tutup, yolun karşısına koydum onu, çıkıp takdir eden gözlerle bana baksın diye bekledim. Kaşlarını çattı, tısladı, yakası açılmadık bir dolu küfür etti ve yüzüme tükürdü. 

Planlı bir intiharın içine etmiştim…

Söylene söylene kıçını döndü, kâğıdını, kalemini çıkardı, gözlüklerini taktı ve yaklaşık on beş günde bir geçen kamyonun altında kalmak için, saate kaç kilometre hızla yol kat etmesi gerektiğini hesaplamaya başladı tekrar.

İlerde lacivert çatılı bir motel gördüm, doğal dengeyi bozmamak gerek dedim. Son kalan suyu tepeme diktim ve yürümeye devam ettim. Tüm istediğim sıcak bir yatak ve soğuk bir duştu.

Cennet çok uzak değildi…

Verandasındaki sallanan koltukta oturan yaşlı adamdan başka pek kimseler gözükmüyordu ortada. Motelin kapısına yaklaşırken, bir adam çıktı arkadan; üstü çıplaktı, saçları hala ıslak. Eski yunan tanrılarına benziyordu, bir elini saçlarının arasına daldırdı ve yanıma geldi. 15 odalı motelinin her odasının emrime amade olduğunu söyledi. 

Elini omzuma atıp beni uzaktaki dağlara doğru çevirerek “Bak” dedi, “oralar, şuralar ve tüm buralar benim.” Konuşurken, altın kaplama köpek dişlerinden yansıyan güneş ışığı gözümü aldı. Başımı öne eğdim, ayaklarına takıldım. 

Şeritinde “i luv madonna” yazan iki naylon terlik giymişti…

Sıcak bir yatak ve soğuk bir duş hayalimi, naylon terlikli bir adama kaptırma riskini göze alamazdım. Akşam yemeği için bol pastırmalı kuru fasulye, on diş sarımsak, üç baş soğanı hazır etmelerini istedim.

Yemek enfesti, yatak sıcaktı, adam tüm gece ortalıkta gözükmedi. Ertesi gün, yola çıkarken arkama baktım, kaldığım odanın tüm pencerelerini sonuna dek açmışlardı.

Son durağım değildi bu lacivert çatılı “olmayan motel”…

-kaygısız, kurgusal, kuralsız-

*’Tevrat- Tekvin’

Dinleme Şarkıları

**’The End-Jim Morrison

***“Trouble in Mind – Janis Joplin

Yazıyı beğendiniz mi?

Ortalama puan 4.6 / 5. Oylama sayısı: 10

Bunu oylayan ilk kişi olun

RSS
Follow by Email
Twitter
Visit Us
Follow Me
YouTube
YouTube
Instagram

Bir Yorum

Cevap Yaz

Oturum aç:

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir