Uzun İnce ve Çok İniş Çıkışlı Bir Yol: One Battle After Another / Savaş Üstüne Savaş

Bunu Paylaşın

Bugün sinema salonlarından görece olarak sessiz sedasız geçmekte olan bir PTA / Paul Thomas Anderson filmini ağırlayacağız sitemizde; One Battle After Another / Savaş Üstüne Savaş. Filmi incelemeye geçmeden önce geleneksel spoiler / sürprizbozan uyarımızı yapalım ve fragmanı izleyelim.

Aslında fragman filmin adını ekrana yansıttığı sahnelerde mesajını filme gerek kalmayacak kadar net verse de, filmi izlemeden ilk etapta ne olduğunu anlamak yine de zor denilebilir. Filmin tretmanını kısaca ele alırsak;

2009 yılında French-75 -ibare I.Dünya Savaşı‘nda Fransa’nın Alman işgaline karşı temel dayanağı ve umudu olan 75 mm’lik topa gönderme yapmakta- adlı anarşist bir sol liberal grubun birbirinden tamamen farklı karakterdeki iki sevgilisinin – Perfidia Beverly Hills (Teyana Taylor) ve Ghetto Bob (Leonardo Di Caprio)- oldukça tempolu tarihçesiyle açılan yapım, onları yakalamaya kafaya koymakla kalmayan ve siyahi Perfidia’ya aynı zamanda aşık olan ırkçı asker Steven J.Lockjaw’ın da (Sean Penn) işe karışmasıyla bir çocuk, bir köstebek ve bir sürgün bırakır ikinci perdesine.

2009’da kararlı ve gergin gözlerle Ghetto Bob

Bu olay silsilesinden tam on altı yıl sonra, tüm dinamik idealizmini kaybetmiş Bob ile annesinin karakterini tamamen almış güçlü kızı Willa’nın (Chase Infiniti) paranoid ve ergen isyanıyla süslü yaşamına tekrar katılan -artık albay- Lockjaw, sebep olduğu karmaşayla on altı yıl öncesinin temposunu sadece bir gün ve geceye sığdırarak bir bir savaşı bitirecektir.

Bu noktada hemen belirtelim ki yapım göndermeler ve sembolizmin çok yüklü ve neredeyse kusursuz kullanımına dayanan bir senaryo mimarisine sahip. Örneğin çeviride savaş olarak geçen “Battle” kelimesi aslında muharebe anlamına geliyor ve filmin sonunda biten şey aslında sadece bir çok muharebesi olan bir savaş.

Öncelikli olarak belirtmek gerekirse Savaş Üstüne Savaş, sembolleri ile olduğu kadar sözleri ile de konuşan bir film. Semboller üzerinden gösterimler elbette sanatsal bir güce sahip ancak görsellik pek de fazla yer tutmuyor yapımda, en azından senaryoya dair yoksa retro ve doğal bir estetiği yansıtmakta son derece başarılı. Ancak özünde minimal olan bir yapımda bu tercih de çok yerinde oluyor. Bununla birlikte eğer yapım gelecekte bir başyapıt olarak anılmayacaksa -ki bence anılmayacak-bu, içerdiği sembolizm zanaati ve kusursuz senaryosunun hayatın rastgeleliğini atlayan mekanik kontrollülüğü sebebiyle olmayacak.

Yine de belirtmek gerekir ki bu kontrol auteur bir yönetmenin filminde son derece normal. Paul Thomas Anderson’un yazıp yönettiği bu film, bir senaryonun uyarlanması yerine senaryonun tam anlamıyla aktarılmasına dayanan auteur yönetim tarzını tamamıyla yansıtıyor.

Peki ne anlatıyor Savaş Üstüne Savaş? Temelde bir sosyal ve psikolojik eleştiri ile karşı karşıyayız. Bu eleştiriden de kurtulan kimse yok. Sağ, sol, liberal, muhafazakar herkes işin içinde ve herkes acımasızca eleştiriliyor. Fakat bu eleştiriye bir de çözüm öneriyor ve bu çözüm aslında hayatın ta kendisi. İşte bu noktada yapım elit statüsüne ulaşmış oluyor. Bir başka deyişle her bir tarafın diğerini eleştirdiği yerde film, somut hayatı daha da önemlisi akan hayatı alternatif olarak koyuyor izleyicinin önüne.

2025 Bob, Ghettosuz ve gözsüz…

Büyük resimde film Amerika’daki ırksal gerilimi kendine sahne ediniyor. Ancak bu karanlık bir çatışma ve kötülük o kadar güzel bir yerden yakalanıyor ki, özellikle beyaz bir tür ku klux klan grubu olan Noel Maceracıları’nın toplantılarını izlerken gerilmek yerine gülüyorsunuz. Çünkü yine akan hayatın dışında anlamsız bir oyun oynanıyor o toplantılarda.

Elbette beyaz ve zengin Amerika’lıların bu büyük güç merkezi, çok büyük bir kötülük kapasitesine sahip ve Albay Lockjaw gibi makbul mülteciler de bu yapıya dahil olmak için kan dökmekten çekinmiyorlar. Ancak varacakları hiçbir yer yok çünkü hayat onlardan çok daha zengin ve karmaşık.

Tabi uluslararası bir izleyici için bu yönü daha ağır basmakla birlikte Amerika’nın özellikle üst kademesinin farklı birtakım sosyal gruplar ve cemaatler şeklinde örgütlendiği Amerikan toplumu için bir vaka. Örneğin 2001 başkanlık yarışında farklı partilerden karşı karşıya gelen George W.Bush ile rakibi John Kerry aynı üniveristede aynı gruba -ki bunlar garip şekilde gizli gruplar olarak tanımlanıyor- mensuptular. Ancak burada amacımız siyasi bir vurgu değil, Amerikan liberal/solunda bu konunun önemine işaret etmek için değindik konuya.

Filmde, bir önceki paragraf kadar bağlam dışı bir siyaset mi görmek istiyorsunuz? Karşınızda Steven J.Lockjaw rolünde Sean Penn, büyük zanaat oyuncuya yakışmayan sığlık.

Peki neden? Çünkü terazinin diğer tarafında tam da işte bu sosyal tabakanın marjinal bir örgütü olan French-75 var. French-75’ın durumunu filmin çeşitli sahnelerinde yola çıkan arabalarla çok iyi anlatmış yönetmen. Öyle ki ne zaman yola çıksalar önce yol karşılıyor izleyiciyi ve yoldan bağımsız bir element olarak araç…

Filmin finalindeki kovalamaca sahnelerinde bu daha da net bir şekilde anlamını buluyor. Bob kızını kurtarmak için doğru kişileri kovalıyor ancak yolda her an bir şeyler ondan önce oluyor. Tek tek açıklamak filmi boşa düşürmek olacağı için şunu söylemekle yetinelim; French-75 tıpkı 1918’in eski toplarını refere eden adı gibi hayatın akışından uzak ve bağımsız bir zihin yapısında. Ne zaman ki Bob ısrarla kızını takip edip yolda ona kavuşuyor gerçek hayatı orada yakalıyor: Kızında, tek ve en önemli sorumluluğunda.

French-75 üyeleri bununla birlikte saf veya karakter anlamında renksiz değiller, sorun şu; bir sebep için devrim peşinde değiller, devrim yapmak istedikleri için sebep buluyorlar. Bir noktada Amerikan ırkçı sağının Noel Maceracıları olduğu sürece terazinin öbür tarafında, aynı oyunu farklı bir bakış açısından oynayanlar olmalı denilebilir. Ancak o oyunu oynayanlar onlar değil, güçlünün saçma oyunundan gerçek zarar gören ve Sensei (Benicio Del Toro) önderliğindeki Meksikalı göçmenler ve kasabaları…

Cesaret Bob, cesaret…

O kadar ki, Bob bile gerek 2009’da gerekse 2025’de coştuğu anlarda Viva La Revolucion diye İspanyolca nara atıyor. On altı yıl boyunca paranoyakça yaşayan ve bütün şifrelere ve gizli oyunlara rağmen o kasabada ellerinde molotof kokteylleriyle ırkçı polis ve askere kafa tutabiecek bir organizasyonu asla kuramayan bir örgütün üyesi olarak, bir gecede ayaklanmayı başaracak organizasyona ve gerçek/hayatın içinde mayalanan devrimcilere başka nasıl tepki verebilir ki?

Buna değinmişken izleyenler için keyifli bir hatırlatma olarak filmin sembolizminin ve kara mizahının etkileyici birkaç sahnesinden de bahsetmekte fayda var.

Örneğin Bob’un kızı Willa’yı satan arkadaşı bir non-binary, makyaj yapan, düzenin en karşısında olan görselliği sunan karakter, biri beyaz biri latin iki sıradan görünüşlü liseli çocuğun yapmadığı bir şeyi yaparak askerlere bilgi veriyor. Egonun sınırlarına dair izleyeyiciye baş sallatan bu sahneye eşlik eden bir başka sahne de Bob ve Sensei’nin görevlendirdiği adamlarının çatılarda polisten kaçtığı sahne oluyor.

Çatıdaki tüm engelleri doğal olarak atlayan bu Meksikalı çocuklara ayak uyduramayan Bob, çatının birinden düşüp polise yakalanıyor, çünkü o Meksikalı çocuklar her gün çatılardalar, ne yaptıkları düşünmeden, hayatlarının bir parçası olarak çatılardalar üstelik.

Yine, Willa bir tür marjinal rahibe komününde yakalanıp götürülürken, onu köstebek annesine benzeten başrahibenin mutlu suratı – karakter bu sırada elleri kelepçeli olarak duvara dayanmaktadır- bir anlık da olsa yakalıyor izleyiciyi.

Annesi…

Son olarak Meksikalı göçmen kasabasındaki direnişin kasabanın kilisesini merkez ve sığınak edinmesini de yönetmen Paul Thomas Anderson dine genelde mesafeli duruşuyla tanındığı için anlamlı buldum. Yapay Noel Maceracıları tarikatının karşısına herkese açık bir kilise konması yönetmenin dini hayatı da hayatın doğallığına dair öğelerine katması açısından dikkat çekiciydi.

Aslında ve özellikle yol ve finaldeki kovalamaca sekansı dahil filmde o kadar çok var ki buna benzer anlar, okuyucu, filmden büyülendiğimizi düşünebilir. Ancak daha ziyade çok eğlenip, çok takdir ettik, fakat hayatın doğallığını merkezine alırken bu kadar kontrollü ve “mükemmel” bir senaryodan büyülendiğimizi söyleyemeyiz.

Oyunculuklara ve karakterlere gelirsek, yer yer bu kontrollü senaryo içinde stereotip görevleri ağır basan oyunculuklardan bahsetmemiz gerekecektir. Herkes görevini mükemmelen yapıyor ancak herkesin çok net görevleri var. Bu noktada cast ekibini de kutlamak gerek çünkü karakterler ve oyuncular tam anlamıyla özdeşleşmiş durumdalar.

Bob rolündeki Leonardo Di Caprio filmin ana karakteri olarak hem görevini çok iyi yapıyor hem de kendisine tanınan üç boyutlu alanı doldurmayı başarıyor. Çok gerçek bir karakter olarak Bob, aslında sadece bir amaç arıyor. Kızının doğumu ile bunu karısı Perfidia’dan çok daha iyi hissediyor ancak tanımlayamıyor, fragmandaki ifadeyle çok kayıp bir karakter haline geliyor. Çünkü amacının düşündüğü kadar uzak ve büyük olmadığını seziyor fakat bunu kendisine kabul ettiremiyor: o bir devrimci değil. Kızına kavuşmaya kararlı olduğu ve geç de olsa bunu başardığı sekanslarda amacından emin olan Bob, kızını bir protestoya gönderirken artık o yolda hayatı yakalamış olmakla kalmıyor kendisi ile de barışıyor.

Bob, kızının/hayatın peşinde…

Karısı Perfidia ve Lockjaw biraz daha karışık karakterler, Sean Penn’in Lockjaw’ı -kelime kilitli çene anlamına geliyor esprili bir şekilde-çene hareketlerinden Vladimir Putin’e benzeyen yürüyüşüne, ırkçı bir karakter olarak siyahi kadınlardan hoşlanmasından, bir yalanı her anlama yaşamasına kadar aslında net mesajlar veriyor ancak ya karakter çok karikatür ya Sean Penn çok karikatürize etmiş onda gizil çözülmesi gereken bir yön bulamıyor izleyici. Daha doğrusu, Noel Maceracılarına katılma takıntısında önce siyahi bir kadına evlilik teklifi etmeye giden Lockjaw imajı, daha sonraki ırkçı Temel Reis‘in çok altında kalıyor ve burada oyuncuyu her ne kadar zanaat anlamında çok dikkat çekse de suçluyoruz. Klişe derinlikler, hüzün değil ancak Willa’ya atılabilecek bir bakış herşeyi çözebilirdi kannatimizce.

Perfidia ise sınırlı ekran süresinde, alfa, güçlü ve delicesine fanatik olmakla birlikte güçle ilişkisi karışık bir karakter. Güce sürekli başkaldırıyor ama bu, belki de sadece bir miras veya içindeki gerçek Perfidia ile savaş. Çünkü Perfidia, Lockjaw’da bir güç belki bir sığınak buluyor ve bu onu esasen cezbediyor da. Daha ilk karşılaşmalarında bu ikisi arasındaki elektrik hissediliyor ve evet bu açık denilebilir ama iki taraflı olduğunun üstü sürekli kapatılıyor. Tanık programından ve Lockjaw’dan kaçışı da elit ve üç boyutlu bir kimliğe başarıyla işaret ediyor. Oyuncu Teyana Taylor Perfidia’nın ta kendisi olmuş, söylenecek başka bir şey yok.

Bob ve Perfidia’nın kızları Willa ise özellikle annesine dair birçok özellik taşıyor. Bob -babası değil Bob- onun için bakılacak biriyken ve Bob ondan sadece sevgi beklerken, Sensei sözünü dinlediği gerçek mentoru oluyor. Chase Infiniti, annesinin temsilinde, içinde zayıf ve korkan dışında güçlü ve atak olan karakterin vibeını gerek yüzü ve gerekse performansı ile son derece başarılı şekilde de veriyor. Willa’yı biraz daha incelersek güçlü olmaya zorlanan bir karakterden bahsedebiliriz. Arkadaş grubunda babasına karşı savunduğu ve muhtemelen hoşlandığı kişi de onu satan ama aynı ölçüde akıllı ve insiyatif sahibi olan karakter. Tıpkı annesinin Lockjaw’u gibi… Bununla birlikte oyuncunun performansında fazla dramaya kaçan bir gerginlik de yok değil. Henüz üçüncü filminde oynayan oyuncu için bu hem zor bir yük, hem de cast ve PTA’ın kafasındaki imgeye ne kadar uyduğunun bir kanıtı.

Ve kızı…

Peki Bob’un aslında kavuşamadığı ruh eşi kim? Öyle ya herşeyi doğalına bırakmayı savunan bu yapımın kontrollü ve yapay senaryosunda Bob’un da bir ruh eşi olmalı, işte o da her ne kadar Bob tanımlayamamış ve sadece sezebilmiş olsa da Deandra. Willa’yı ilk bulup onu askerlerden kaçırmaya çalışan, hamile Perfidia’ya kıskanan, yargılayan ve üzüntülü gözlerle bakan Deandra rolünde Regina Hall, sınırlı ekran süresiyle, son derece kontrollü karakteri aynı ölçüde duygusal bir şekilde vermeyi başarmış.

Son olarak da Benicio Tel Toro‘ya değinelim. Sensei rolündeki oyuncu bana sorarsanız orada ismi ve soyadı ile değil Meksika asıllı bir Amerikan olduğu ünsüz günlerini ve muhtemelen ailesinde ona rol model olmuş kanlı canlı bir adamı oynamış. Karşımızda gerçek, lider, orta yaşlı ve olgun ama aynı ölçüde doğal erkek çocuksuluğuna da sahip olan nefis bir karakter var. Ve bu karakter belki de yönetmenin dünyasındaki en doğal karakter. O hem Bob’u arabadan atabilecek kadar mentor hem ailesinin ve kasabasının doğal lideri hem de telefonu Eye of the Tiger melodisi çalan hayallerini ve coşkusunu terketmemiş birisi. Onu bu şekilde, çok büyük ismini hiç belli etmeden oynamayı başaran oyuncuya şapka çıkartarak oyuncu bahsini kapatıyoruz.

Evet, filmle ilgili söyleyeceğimiz ana herşeyi söyledik ve filmde bunlardan çok daha fazlası da var. Fakat ne filmin her yaptığı bir olay ne de her dediği bir hikmet. Sonuç olarak yönetmen Paul Thomas Anderson’un filmografisinde sırıtmayacak, nitelikli ve özenle kurulmuş bir film One Battle After Another. Ancak bu film bir Magnolia veya bir There Will Be Blood da sayılamaz. Yine de 2 saat 41 dakikalık bir süreyi -ki filmin temposuna dair bazı eleştiriler olsa da biz hissetmedik- kesinlikle süslediğini ifade etmemiz gerekir.

Yeni filmlerde görüşmek dileğiyle.

Yazıyı beğendiniz mi?

Ortalama puan 0 / 5. Oylama sayısı: 0

Bunu oylayan ilk kişi olun

RSS
Follow by Email
Twitter
Visit Us
Follow Me
YouTube
YouTube
Instagram

Cevap Yaz

Oturum aç:

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir