İkinci Bölüm- Amelia’nın Hikayesi
“Hikayemiz, Atlantropa’nın hikayesiyle bir gider. Ben ve sevgili eşim Mira, buraya başka bir evrenden geldik, en azından bu karmakarışık prosesi açıklayabileceğim en basit sözler bu şekilde. İkimiz de fazlasıyla uzun hayatlar yaşadık ve bu hayatlarda pek çok şey gördük.” Mustafa Amelia’nın dediklerine inanamadığı için onun sözünü keserek:
“Yapma, ne bu kadar yaşlı olmana, ne de başka evrenler olmasına imkan yok! Neyin etkisi altındasın bilmiyorum ama ne olur bir daha benimle böyle dalga geçme.” dedi. Amelia bunun yaşanacağını bildiğinden, sakince sözlerine devam etti. Mustafa’nın her şeyi anlamasını beklemiyordu, ancak ne kadar anlatabilirse o kadar iyiydi:
“Beni dinlersen, söylediklerimin doğru olduğunu anlarsın. Benim evrenimde, Dünya adını verdiğimiz bu gezegende, sizin Büyük Tuz Çölü ismini verdiğiniz yerde Akdeniz isminde devasa bir deniz vardı. Bu deniz, Atlantik’in kıyılarından İstanbul Boğazı’na dek uzanırdı. Aslında sizde de bir yere dek olay bu şekildeydi, ancak bizim yaptığımız bir hata yüzünden artık dünyanız olması gerekenden farklı bir şekilde.
Ben ve Mira buraya geldiğimizde sene 1958’di, ancak bulduğumuz dünya bambaşkaydı. Bu yekpare kıtanın yerinde olan Avrupa kıtasındaki ülkeler, iki dünya savaşı ile dümdüz olmuşlar, bizdeki gibi iki süper gücün arasında kalıp ikisinin doktrinleri etrafında şekillenmeden, ikisini de kabul etmeyerek birleşmişlerdi. Birliklerine Avrupa Birliği ismini vermişlerdi, ki bizde de böyle bir birlik var olmasına rağmen buradaki gibi sadece bir ülke değil, ülkelerin birbirleri arasında kurduğu bir örgüttü. Birleşik Krallık ve o iki süper güç arasında bölünen Almanya haricindeki bütün Avrupa ülkeleri, bu süper güçlere karşı bir avantaj arayışı içerisindelerdi. Onların en büyük ve yıkıcı silahları olan nükleer silahları etkisiz ve zararsız hale getiren Nükleer Silahlara Karşı Işın’ı, yani WRAN’i geliştirmelerini sağladık. Bizim dünyamızdaki gibi bir nükleer kıyametin oluşması ihtimalinin olmasını engellersek, dünya üzerinde bizdeki gibi gergin ve kötü bir insanlık oluşmamasını sağlayabilirdik. Ana düşüncemiz buydu ama işler beklediğimiz kadar barışçıl gitmedi.
Bütün ordularını, şehirlerini, insanlarını nükleer silahları yenebilecekleri bir dünyanın vizyonuyla donattılar, gerçekten yendiler de. Üçüncü Dünya Savaşı’nın ilk etabında atılan bütün nükleer füzeler, devasa WRAN’lerle etkisiz hale getirilmişlerdi. Hatta bak, sol tarafında birinin kalıntısı duruyor.”
Mustafa soluna baktı. Devasa bir tabanca ile, bir mega teleskop arasındaki görünüşüyle, yüzyıllar öncesinden kalma bu alet, gerçekten de göz kamaştırıcıydı. Her ne kadar Atlantropa halkı için lanetli bir görüntü olsa da, yine de fazlasıyla etkileyici bir teknolojiydi. “Bunları biliyordum ama bu uğursuz silahı sizin geliştirdiğinizi bilmiyordum.” dedi Mustafa, “Yine de, bunu neden yaptığınızı anlayabiliyorum. Anlatmaya devam et.”
Amelia anlatmaya devam etti:
“Elbette Avrupa’ya her zamanki gibi toprakları yetersiz gelmeye başladı, içlerindeki emperyalist ruh, hem kendi kıtalarında, hem de Afrika’da etkisini gösteriyordu. Önce 1980 yılında, yanlarındaki süper güç olan Sovyetler Birliği ile savaşa girdiler ve birliği dağıtıp, Rusya haricinde kendi kıtalarında bulunan bütün eski Sovyet topraklarını aldılar. Bu, onlar için biraz daha yaşam alanı demekti, ancak oradaki yerli halkın büyük bir kısmı, maalesef Rusya’ya göç etmek zorunda kaldılar ve şimdiki Slavik Federasyon’un temelleri atıldı.
O sırada, 1991 yılında Avrupa Birliği de diğer süper güçle, yani Amerika Birleşik Devletleri ile savaşmak için hazırlanmaya başlamıştı. Ancak hesapsız ve kendinden emin stratejileri ile içlerindeki dört ailenin onlara karşı halkı kışkırtarak ihaneti, Avrupa Birliği’nin sonunu getirdi. O dört ailenin kimler olduğunu benden iyi biliyorsun Mustafa.
Amerika Birleşik Devletleri, bu karmaşadan faydalanarak bütün Avrupa’yı fethetti ve eski liderlere bir saniye bile yaşam hakkı tanımadı. Onların yerine gelen ve kendilerine Venedik Koalisyonu diyen bizim dört aile, ABD’ye bağlılıklarını açıklayıp, onlara ta 1920 yılından kalma, Alman kökenli çılgın bir mimarın düşündüğü bir projeyi sundular: Atlantropa projesi. Her nasıl olduysa, o dönem yaptığımız onca lobiciliğe rağmen proje kabul edildi ve inşaatına 2002 yılında başlandı.
Bizim dört aile, Portekiz ve İspanya’nın bazı bölgelerinin karşılığında Amerikalılardan devasa paralar aldılar ve Avrupalı asilzadelerin Afrika’ya kaçmalarını sağladılar. Onlarla yaptıkları anlaşmalar uyarınca, Venedik, İstanbul, Amsterdam gibi birkaç şehir haricinde hiçbir şehri sağ bırakmayıp bütün bağlantıları kestiler ki kıta dünyadan habersiz kalsın. O yüzden dünyanın geri kalanından haberi olmuyor Atlantropa halkının.
Atlantropa Projesi, Cebelitarık, Süveyş ve Çanakkale barajlarından oluşuyordu. O dönem, ABD’nin kukla devleti olan Atlantropa Devleti’nin propagandalarına göre, Akdeniz’den boşalan alan, daha fazla yaşam alanına yer açacak, Afrika’ya taşınan göllerle de, Orta Afrika’da yepyeni bir hayat doğacaktı. Hepsi ne olacağının farkındaydı, ancak engellemek kimsenin işine gelmedi.
Projenin Afrika ayağı başarılı oldu, hatta orada olan Avrupalılar, sonrasında ABD’nin izniyle, İsveç, Norveç, Birleşik Krallık gibi ülkelerle birlikte Atlantropa’dan bağımsızlıklarını ilan ettiler. Ancak diğer taraflarda olaylar o kadar da tatlı olmadı. İtalya, İspanya, Fransa, Hırvatistan, Balkan devletleri, hepsi büyük bir doğa katliamının kurbanı oldular. Barajların tamamlandığı 2022 yılından itibaren geçen yüz yıl içerisinde Akdeniz tamamen yok oldu, tabii hayatı ona bağlı olanlar da. Şimdi pek çoğu, farklı farklı ülkelerde ve şehirlerde yaşıyorlar.
Amerikalılar Mira’yı bir şekilde bulup kaçırdılar ve onu yüzyıllar boyu bulamadım. İlk başta bir şekilde zamanda geriye gitmeyi düşündüm, her şeyi düzeltecektim, kimse zarar görmeyecekti. Ancak bunun mümkün olmadığını anladım. Şimdi, onun yerine Atlantropa’yı tekrardan suya kavuşturup bu çölü tekrardan cennete çevirmeyi amaçlıyoruz. Eğer başarılı olursak, kimsenin bu lanet çölde yaşaması gerekmeyecek. Eğer başarılı olursak, kimse o dört aileye bağlı kalıp, sırf yaşanabilir bir yer diye Venedik’te kalmak için onların ardını yalamayacak. Atlantropa denen bu lanet, tamamen ortadan kalkacak!”
Mustafa duyduklarına şaşırmıştı. “Bunlar iyi hoş da, bunun gerçekliğinden nasıl emin olabiliyorsun ki? Belki bildiklerinin tamamı yalan, belki senin beyninle de oynandı.” dedi “Amerikalıların böyle şeyler yaptığını duymuştum.” Amelia çantasından bir şey çıkardı, Mustafa’ya uzattı. “Böyle bir şey gördün mü?” diye sordu. Mustafa kendisine uzatılan şeye iyice baktı, elinde gezdirdi. Simsiyah bir elmasa benziyordu, ancak elinde bıraktığı his, bir elmas gibi pürüzsüz değil, bir şeftali gibi tüylüydü. Ayrıca dünyada hiçbir zaman tanımlayamayacağı, muhteşem bir koku yayılıyordu elinde gezdirdikçe. Elindeki şey, hem cansız, hem de canlı gibiydi. “Bu da ne böyle?” diye sordu Amelia’ya.
Amelia ise Mustafa’nın elindeki şeyi geri aldı ve “Bu bir Vealy. Bizim evrenimizde, Mira’nın gezegeninde yetişen, uzun ömürlü bir bitkidir. Sana verdiğim, onun sadece bir örneği. Bunlar, toprağa ihtiyaç duymadan yetişen, binlerce yıl yaşayabilen bitkilerdir. Duygularını hissedip, ona göre feromon karışımları salgılarlar. Üzgünsen, sevindirir. Öfkeliysen, rahatlatır. Mutluluktan ve aşktan beslenir, ya da bunları vücudumuzda ne yaratıyorsa ondan işte. Bana balayımız sırasında vermişti bunu, onun hatırasıdır benim için.” diye açıkladı. Sonra, “Burada böyle bir şeyin var olduğunu düşünmüyorum, zira bu nadide çiçeği oluşturabilecek elementler bu dünyada yok.” dedi.
Mustafa inanmamış olsa da, gördüğü, kokladığı ve hissettiği bu şeyin karşısında şaşkına dönmüştü. Şimdilik böyle şeyleri sorgulamayı bırakması gerektiğini düşündü. Belki de Amelia’nın dediği doğruydu, kim bilir? Şu ana dek burası hakkında anlattıkları da kendi bildiklerine uygundu, mantıklı bir biçimde düşününce onun haklı olduğuna karar verdi. Ayrıca Vealy hakkında dedikleri doğruydu, gerçekten de o ufak şeyden çıkan koku, onu tamamen sakinleştirmişti bir şekilde. Amelia’dan tekrardan onu göstermesini istedi ve bu sefer çıkan kokunun farklı olduğunu anladı. Gerçekten de, bu her neyse sıradan bir çiçek değildi. “Pekala” dedi Mustafa, “Sana tam olarak inanamasam da bu çiçek beni ikna etti.”
Amelia düşündü. İnsanlara istediği kadar her şeyi anlatsın, yine de onları ikna edecek olan şey onun sözleri değil, görebildikleri, dokunabildikleri, kendilerinin işleyip anlamlandırabildiği bir varlıktı. Mira’nın ona bu çiçeği vermesinin sebebini anlamıştı şimdi, bu bir garantiydi zira.
İkinci günün gecesinde, yolculuklarının yarısını tamamlamışlar ve bir vaha köyü olan Toulouse-IV’te konaklamaya karar vermişlerdi. Amelia, bu aracın gerçekten bu kadar hızlı olabileceğinin farkında değildi, ancak işin daha da ilginç yanı, içerisindeki dinleme cihazları, kameralar ve hız sınırlayıcıları yüzünden Mustafa da aracının ne kadar hızlı olabileceğinden yıllarca bihaber olmuştu. Şimdi bu muhteşem araba, onları inanılmaz bir hızda ve güvenlikte taşıyordu istedikleri yere. Mustafa köyde bu elektrikli aracın dolum panelini kurabileceği güvenli bir yer aradı ve buldu. Paneli yerleştirdi, arabadan kendisinin ve Amelia’nın giysilerini aldı, beraber indiler ve arabayı kilitleyip bıraktı. Hesaplarına göre, arabası, şafak vaktinden itibaren güneşi yakalayacak, iki ya da üç saat içerisinde bütün bataryalarını dolduracak, böylece yolculuğun geri kalanında bir sıkıntı çıkarmayacaktı. İkisi, köyün misafirhanesinde geceyi geçirdiler.
Sabahın çok erken bir saatinde uyandı Mustafa. Yanındaki yatakta uyuyan Amelia’ya baktı bir süre, onun güzelliği her geçen gün daha fazla dikkatini çekiyordu. Nedense aklına Felicia gelmişti, Amelia’yı ona çok benzetmişti. Daldığı düşüncelerden kendini kurtardı ve toparlandı. Bu toparlanmadan sonra Amelia’nın hala uyuduğunu ve uykusunda ince, fısıltılı bir sesle bir şeyler sayıkladığını fark etti. Ona doğru yaklaştı ve ağladığını gördü, çok kötü bir kabus görüyordu sanki, bütün kabuslardan daha da kötü bir kabus. Ne sayıkladığını duyamadı, ancak bununla daha fazla uğraşmak istemediği için odadan çıktı ve arabaya doğru ilerledi. Tam köşeyi dönüp arabasını park ettiği yere ulaşacaktı ki, iki kişi arkasından gelip onu başına vurarak bayılttı ve sırtlarına alarak kaçırdılar.
Amelia uyandığında Mustafa’nın yanında olmadığını gördü. “Herhalde arabaya gitti.” dedi. Gördüğü kabustan dolayı hala ağladığını fark etti. Mira ile kendisine saldırdıkları o anı görmüştü. Askerlere direnmeleri, Mira’nın arkasından gelen bir asker tarafından bayıltılması, kendisine felç edici bir iğne vurulması ve Mira’yı sürükleyerek götürdüklerini görmek zorunda kalması… Ondan ayrılmak zorunda kaldığı o an hala aklında, gözlerinin önündeydi. Silkelenip kendine gelmeye çalıştı, sonra da çantasını alıp misafirhaneden çıktı ve arabaya doğru yönelmeye başladı. Arabanın yanına vardığında, Mustafa’nın orada da olmadığını fark etti. Arabanın sol alt tekerleğinin altında bir kağıt farketti. Kağıdı aldı ve üzerinde yazan notu okudu:
“Kader, değişime direnecektir ve biz bu direnişin askerleri olarak sizin gibi kaderi değiştirmeye çalışan hainleri yok edeceğiz! Misafirhaneye geri dön, alt kata in ve bizi bekle.”
Kağıdın altındaki sembole baktı. Kapkara bir güneş çizimiydi bu. Bu çizim, Venedik ailelerinden Medici’lerin desteklediği tek tarikat olan Kara Günün Askerleri’ne aitti.
Kara Günün Askerleri, Atlantropa içerisinde peydah olmuş çeşitli tarikatlardan sadece birisiydi. Eski din anlayışları yok olan ve bu yüzden boşlukta kalan halk, bu radikal, garip ama işe yarar tarikatların etrafında toplanmışlardı. Elbette büyük şehirlerde bu tarikatlar tamamen yasaktı ama şehir dışında hiçbir şekilde böyle bir yasak yoktu, hatta dört büyük aile bu tarikatları kullanır, birbirlerine karşı kırdırırlar, yok olan tarikatların eski üyelerini de kendilerinin destekledikleri tarikatlara kazandırırlardı.
Kara Günün Askerleri gibi büyük tarikatlar, Atlantropa’nın resmi olmayan ordusu gibiydi bir yandan da, her türlü suçu işlerler, bunu da kendi davalarına uyarlayarak kurtulup yollarına devam ederlerdi. İşin kötü yanı bunlar mafyalar gibi haraç alarak çalışan topluluklar da değildi, aksine onlara gönüllü bir biçimde bağışlar yağardı insanlardan. Her nasıl oluyorsa, bu tarikatları çok seviyordu Atlantropa halkı.
Ailenin en yaşlısı olan Mario Leon Medici’nin bu tarikat tarafından bir aziz ilan edildiğini ve ölmeden önce bu liderliğini Pala Gabriel’e bıraktığını hatırladı sonra. Bu ihtimali unutmuş olduğu için kendine kızdı. Pala Gabriel’in ikisini de yakalamak için bu tarikatı kullanacağını düşünmemişti. Medici’leri küçümsemişti yani, arkalarındaki Amerikan desteğini ve ellerindeki tarikatları da.
Ailenin Amerikalılarla anlaşmalar yapmak için onlara iyi görünmeye çalıştığını çok iyi biliyordu. Amerika’nın potansiyel bir savaştaki en büyük rakibi olan Afrika’daki Avrupa devletlerini de yeni bir anlaşmayla Atlantropa hakimiyetine almak için bir savaş çıkarabileceklerine dair bir dedikodular duymuştu ama bunun gerçekten doğru olabileceğine dair zerre ihtimal vermemişti. Eğer yolculuklarını tamamlayamazlarsa Medici ailesi, diğer üç aileden kurtulup Atlantropa’nın geri kalan bütün Avrupa ve Afrika devletlerini yutmasını sağlayacaktı. Bunu engellemek için, Mira’nın uyanmasını sağlaması şarttı.
Ve bunu Mustafa Akkoyunlu olmadan yapamazdı.
“Demek tekrardan kavga etmem gerekiyor ha?” dedi kendi kendine, “Mira’yı özellikle bu tarz durumlarda çok özlüyorum. Böyle durumlarla yalnız baş etmek iğrenç bir şey.” Çantasında kullanabileceği bir silah aradı, sonra biraz düşündü. Eğer eline silah alıp direkt girişirse, bunlar tehdit altında olduklarından Mustafa’yı direkt öldürürlerdi. Bunun yerine, normal bir biçimde girip içeride bulabildikleriyle askerleri halledebilirdi. O bunları düşünürken yanına bir kız çocuğu geldi, elinde ufak bir çakı tutuyordu. “Hemen bütün yiyeceklerini ve suyunu bana ver yoksa seni burada öldürürüm!” diye bağırdı çocuk. Amelia çocuğun ellerinin titrediğini gördü ve “Tamam, sana istediğini veririm ama bir şey sormama izin ver.” Çocuk yavaş yavaş çakısını indirince Amelia da onun yanına doğru çöktü ve “Buradaki insanlar kendi yiyeceklerini üretmiyor mu?” dedi, “Gelirken nem seralarını gördüm de.”
Çocuk onun ne sorduğunu anlamıştı, “O çiftlikleri Kara Güneşçiler ele geçirdi ve bütün yiyeceklerimizi ve suyumuzu aldılar. Babamla annem de o seralardan birindeydi, onları da alıp kendilerine esir ettiler. Her gün durmaksızın çalıştırıyorlar, takati kalmayan veya isyan edenleri de zindana kilitleyip aç bırakıyorlar veya direkt öldürüyorlar.”
“Beni bu mahzene götürebilir misin ufaklık?” diye sordu Amelia. Çocuk başını kabul ettiğini anlarcasına salladı ve ayağa kalkıp yürümeye başladılar. Çocuk onu köyün içerisindeki bir metruk ahıra doğru götürdü ve “Burada olduklarına eminim.” dedi, sonra bütün sevimliliğiyle “Ne olur dikkatli ol, çok fazlalar ve çok tehlikeliler.” dedi. Amelia çocuğun başını şefkatle okşayarak “Merak etme ufaklık, onlarla başarılı çıkabilirim.” dedi, sonra ahıra girmeden önce “Seninle düzgün bir biçimde tanışamadık ufaklık, adın nedir?” dedi.
“Maeve.” dedi kız ve bütün dişlerini göstererek gülümsedi. Maeve el salladı ve ahıra girdi. Ahırın ortasında, yerde duran merdivenlerden aşağı inmeye başladı…
Üçüncü Bölüm- Kara Güneş Tarikatının Sonu
Amelia, yavaş ve sessiz adımlarla merdivenlerden aşağı inmeye devam ediyordu. Aşağıya indikçe, merdivenlerde ve duvarlarda olan kan izlerini fark etmişti. Eğer Maeve haklıysa, aşağıda bulacağı şey ufak bir ordu ve işkence görmüş vatandaşlar olacaktı.
Aşağıya inmeden hemen önce, bir kapının olduğunu fark etti. Kapıdan içeri girdiğinde önünde başka bir kapı olduğunu gördü. Kapının üzerinde “Depo: İzinsiz Girilmez” yazıyordu ve kapının üzerinde bir asma kilit ve normal bir kilit vardı. “Demek çaldıklarını burada saklıyorlar.” diye düşündü kendi kendine. “Pekala, o zaman bu köylüleri kullanarak bu askerleri indirebilirim, ancak bunun için öncelikle gizli bir şekilde oraya girmem lazım.” Koridorun sağında bir kapı daha gördü ve o kapıdan içeri girdi.
İçeride kıyafetler olduğunu gördü, burası bir soyunma odasıydı zira. Odanın sağında garip görünüşlü duşlar ve tuvaletler duruyordu. “Cidden, siz nasıl yaşıyorsunuz bu şekilde ya?” dedi yine kendi kendine, sonra da giysilerden birinin cübbesini aldı ve üzerine giydi. Sonra da iki silah alıp beline koydu, kasklardan birini taktı ve kaskın vizörünün elektronik olduğunu fark edip yanında yöresinde bir düğme arayıp bu düğmeyi ensesinde buldu. Vizörü açtığına ve her şeyin tekrardan görünür olduğuna emin olduktan sonra “Bunu kim tasarlamışsa hayatında bir defa bile kavga etmemiş.” dedi kendi kendine ve odadan çıkıp merdivenlerden aşağı inip ana odaya vardı.
En aşağıya, ayin salonu olarak düzenlenmiş ana odaya indiklerinde, Amelia’nın gördükleri onu tiksindirmişti. Çırılçıplak soyundurulmuş, dövüle dövüle morluklar ve kanlarla vücutları sıvanmış köy halkı, dizlerinin üzerine çökerek Mustafa ve Amelia için yapılmış idam sehpalarına döndürülmüş, onların idamını seyretmeye zorlanıyorlardı. Her bir köylünün yüzüne baktığında, ifadeleri sanki onlara zorla gülmeleri emredilmiş gibiydi. Amelia etrafına baktı. Mustafa’yı ite kaka idam sehpasına çıkaran iki kişi ile birlikte, bütün salonda toplamda yirmi asker bulunuyordu. Askerlerden biri ona yaklaştı ve “Dost, bu ayin için vizörünü kapatman gerekiyor.” dedi sessizce. Amelia onun bunu nasıl anladığını kavramıştı elbette, bu kasklar birbirine bağlıydı zira. “Pekala” dedi ve ensesindeki düğmeye basıp vizörünü kapadı. Şimdi görmeden yolunu bulması gerekiyordu, bunu yapabilmenin bir yolu vardı.
Amelia, Mira ile yaptıkları özel bir Valkyrie eğitimini hatırladı. Eğitimleri, yüzde yüz verimlilikle duyular arası aktarımı sağlamaktı. Yani eğer gözler kapalıysa, gözlerin yerine diğer duyular yüzde yüz verimle çalışacak, kişi adeta başka duyularla görecekti. Vücuduna odaklandı ve ayaklarını kullanarak ortamdaki sismik titreşimleri kullanarak odayı haritalandırdı, bir anda ortalık onun için açılıvermişti tekrar. Görmenin yerini tutamazdı bu elbette, ancak yine de idare edebilirdi. Silahlarını kemere koydu, yavaş yavaş idam sehpasına ilerledi. Silahlardan birini belinden çıkardı ve eline aldı. Diğer askerler, Mustafa’yı idam edecek celladın o olduğunu düşündükleri için henüz harekete geçmemişlerdi ama yine de bir hareketlenme olduğunu anlayabiliyordu. Mustafa’nın yanına seğirtti ve ona boştaki eliyle birkaç işaret yaptı. Mustafa ise, onun kim olduğunu ve ne yapacağını anladığını belli eder bir biçimde gülümsedi. Ona, birazdan kendisini kurtaracağını, onunla birlikte hareket etmesi gerektiğini anlattı işaret diliyle. Mustafa tekrardan gülümsedi. Amelia, vizörünü tekrardan açtı, ve silahını Mustafa’nın kafasına dayadı, sonra da “Bu adamı götürmeme izin vereceksiniz, yoksa buradan asla sağ çıkamazsınız!” diye bağırdı. Diğer askerler silahlarını onlara doğrulturken Amelia da kaskını çıkardı. “Bu arada düzgün kask yapın, bunların içinde nefes alınmıyor be!” diye bağırdı.
O zamana dek görünmeyen bir kişi, “Sen mi yapacaksın bunu?” diye sordu kibirlice. Diğer askerler gibi giyinmişti, sadece onların aksine bütün kıyafeti bembeyazdı. “Pekala, hanımefendi de elimizdeyse bu işi bitirelim.” Amelia ve Mustafa’ya döndü ve “Dostlar, silahlarınızı doğrultun ve emrimi bekleyin.” dedi. Herkes silahlarını Amelia ve Mustafa’ya doğrulttu. Bu sırada Amelia, etrafında çırılçıplak, dizlerinin üzerindeki köylülere “Size yıllardır acı çektiren, işkenceler eden, varlığınızı çalıp sizi aç bırakan bu işe yaramaz asalak sürüsünden çektiğiniz yeter! Eğer şimdi, benimle beraber ayağa kalkıp harekete geçerseniz, her şey burada son bulacaktır!” dedi. Komutan güldü, eğlenmişti bu konuşmadan. “Hah, bu gerizekalı orospu çocuklarının bize karşı geleceklerini mi düşünüyorsun gerçekten?” dedi aynı kibirle, “Bin yıl geçse de öyle bir şey olmayacak! Kara Güneş’in hükmü sonsuza dek sürecek!”
“Cidden mi?” dedi Amelia alaycı bir sesle, “Sence de biraz sonra yenilebilecek berbat bir tümen için biraz fazla iddialı konuşmuyor musun?” Tarikat lideri iyice sinirlenmişti, öfkeli bir biçimde “İki kişisiniz! İki! Her türlü sizden fazlayız! Her türlü ikinizi de kolayca öldürebiliriz!” dedi ve sinirli bir biçimde sahte bir kahkaha attı. Askerler silahlarını onlara doğrultmaya devam ediyordu, ancak ellerinin titremeye başladığını fark ediyordu Amelia. “Tamamdır, bunu rahatlıkla halledebilirim.” diye düşündü kendi kendine.
Amelia, kendinden emin bir şekilde gülümseyerek, köylülere döndü ve “Beyazlı olanın kemerinde bütün köye yetecek kadar yiyecek ve suların olduğu bir deponun anahtarı var! Buradan çıkarsak size deponun yerini de gösteririm, ancak ölürsem yine aç kalırsınız! Anladınız mı?” diye bağırdı. Tarikat lideri ne olduğunu anlamamış halde bakakalmıştı. Nasıl yani, bu kadın depoyu görmüş ve deponun anahtarlarının kendisinde olduğunu hemencecik çözmüş müydü? Bu kişiyi fazla küçümsemişti anlaşılan, her kimse çok tehlikeli bir kadındı. Belinden silahını çıkardı ve Amelia’nın üzerine doğrulttu. “Kaçmanıza asla izin vermeyeceğiz!” diye bağırdı, ancak birkaç saniye sonra olanlar bu dediğine fırsat vermedi.
Beklenmedik bir şekilde, köylüler birer ikişer ayağa kalktılar ve askerlerin üzerine çullandılar. Komutan o anda kaçmaya çalıştı, ancak Amelia onu sırtından, tam olarak omurgasını kıracak şekilde vurarak devirdi. Mustafa’nın bağlarını çözdü ve onu sehpadan aldı. “Gidelim.” dedi. Askerleri halleden köylülerle birlikte yukarı çıkarken, beyazlı komutan onun ayak bileğinden tuttu ve “Sen nesin böyle?” diye sordu heyecanla.
Amelia maskesini çıkardı, saçını düzeltti ve komutana bastığı bir köpek pisliğine bakarmış gibi bakarak “Ben Amelia’yım ve az önce bütün Kara Güneş tarikatını tek lafımla çökerttim.” deyip ayağını adamın elinden kurtardı. Adam kırılan eline bakıp acıyla bağırıyordu. Amelia Mustafa’nın eline silahlarından birini verdi ve köylüleri onların yanından uzaklaştırdı. Mustafa ayaklarının dibindeki bu acınası herife baktı. Demek bu tarikat liderlerinin gerçek yüzü buydu. Demek Medici ailesinin köpekleri hep böyleydi. Onlar gibi olmayacağını biliyordu, öyle olmayacağını seneler önce anlamıştı zaten. Onu öldürmeyecekti.
“Beni öldürmeyeceğini biliyordum evladım, sen o cadı gibi değilsin.” dedi tarikat lideri, sesi yalvarır gibi çıkıyordu. “Şimdi bana yardım eder misin?” Mustafa ona bakmaya dahi tenezzül etmeden “Seni öldürmeyeceğim, ölüm senin gibiler için kurtuluş olur.” dedi ve Amelia’nın ona verdiği silahla hala yüz üstü yatan adamın omurgasının kırıldığı yere iki el ateş etti ve “Selametle.” diyerek Amelia’nın yanına gitti.
Köylülere söz verdiği gibi depoların yerini gösterdi Amelia ve beraber depoya gittiler. Amelia kapıyı açtı ve beraber içeri girdiler. İçeride gerçekten de köylülerden zorla alınan her türlü yiyecek, su, kıyafet ve para vardı. Köylüler kıyafetlerini giyip yiyeceklere daldılar ve Amelia onları mutlulukla izledi.
Köylülerin kendisini dinleyeceğinden emin olduğunda ise “Size bir sorum olacak” dedi yüksek bir sesle, “Maeve isminde bir çocuğu olan var mı?” Köylüler içerisinden sarışın, kısa boylu ve tombul bir adam ile yine kısa boylu, zayıfça yüzlü esmer bir kadın çıktı. “Evet, Maeve bizim kızımız.” dedi kadın, “İyi mi?” Amelia ikisine de merhametle baktı ve “Burayı onun sayesinde buldum.” dedi, “Her birinizin Maeve’e teşekkür borcu var.” Sonrasında da Maeve’in anne ve babasına “Maeve için size teşekkür ederim.” dedi ve Mustafa ile birlikte yüzeye çıkmaya başladılar.
Yüzeye vardıklarında Mustafa “Bu salakça şey yüzünden üç saatimiz gitti, özür dilerim.” dedi, ancak Amelia, “Doğru, ancak bunun sayesinde bizi rahatsız edecek bir haydutlar sürüsünden kurtulduk. Şimdi arabaya binip buradan uzaklaşalım, polisler her an damlayabilir.” deyip koşmaya başladı. Beraber arabaya bindiler ve köyden uzaklaştılar.
Beraber giderlerken bir süre konuşmadılar, Amelia, Mustafa’nın yanındaki koltuğa geçip onun yaralarına pansuman yaptı. Sonrasında Amelia, “Orada bana güvenmiş olmana fazlasıyla şaşırdım, bunun için sana teşekkür ederim.” dedi. Mustafa ise “Hayatım söz konusuydu, güvenmemem mümkün değildi.” dedi cevaben ve “Sanırım hala da değil.” diye ekledi. “Henüz değil.” dedi Amelia, “Yaptığımız şey yüzünden hala hayatımız tehlikede. Bu insanları bir şekilde birleştirmemiz lazım. Ancak onların dinleyebileceği ve herkese hitap edebilecek bir kişi yok henüz.”
“Henüz derken ne kastettin?” dedi Mustafa, “Mira’nın bunu yapabileceğini mi düşünüyorsun?” Amelia ona baktı ve “Hayır,” dedi “senin bunu yapabileceğini düşünüyorum.”
Mustafa şaşırmıştı. Bu kadının, kendisinde Atlantropa’nın lideri olabilecek bir vasıflar silsilesi görmüş olabileceğine dahi inanmıyordu maalesef, bu yüzden “Sanırım yine benimle dalga geçmeye başladınız Amelia hanım. Ben kim, liderlik kim?” dedi inanmamış bir şekilde. Amelia bunu anlayamamış olmasına kızgındı, ancak yine de sakinliğini koruyarak “Kimse lider doğmaz, insanlar, edindikleri tecrübelerle topluluklarında yer edinirler. Bu yüzden, hayatının neresinde olursan ol, bir şekilde yeni bir şey için çabalayabilir ve bunu elde edebilirsin.” dedi ve sözlerine şöyle devam etti:
“Sende gördüğüm şey, kurallara saygılı, onurlu ve gururlu bir insanın suretidir. Her ne kadar Venedik’ten kovulmuş olduğun için onurunu kaybettiğini düşünüyorsan da, aslında tam tersi. Sen oradan, onurunu ve gururunu koruduğun, yanlışa sessiz kalamayıp bir şeyler yapmayı seçtiğin için kovuldun. Eğer Pala Gabriel’in yaptıklarını bilip de sessiz kalsaydın, o zaman onurunu kaybederdin.
Geri alacağın şey, senin değil, Atlantropa’nın onurudur. İnsanlara insanlıklarını geri verecek, onları umutlarını kullanarak daha iyi bir geleceğe taşıyacaksın, bunu yaparken de onlar için savaşacaksın. O zaman seni liderleri olarak görecekler. İhtimal bile vermediğin şey, o zaman gerçek olacak.”
Mustafa Amelia’ya şüpheyle baktı ve “Tamam, söylediklerin iyi hoş da, sen neden bunu yapmıyorsun o zaman? Neden bu konuda beni gaza getirmeye çalışıyorsun ki?” dedi, “Benden daha iyisini bulabilirdin, ki hala iyisini bulabilirsin.” Amelia, az sonra anlatacağı şeyi anlatmaya gerçekten uygun bir ortamın olup olmadığını düşündü. Bunu öğrenmesi, onu derinden etkileyecekti sonuçta. Ancak, zorla da olsa, orada, onun hakkındaki gerçeği açıklaması gerektiğini düşündü. Kendini toparladı, derin bir nefes aldı ve söyleyiverdi:
“Çünkü sen bütün ailelerin üyesi olabilecek tek kişisin. Annen Gina Lever ile Benito Medici’nin kızıydı, baban ise Gregory Motz ile Maria Daimler’ın oğluydu. Elbette bu tarz dörtlü aile ilişkilerinin tek çocuğu sen değilsin, ancak her nasıl olduysa hayatta kalan bir sen oldun. Senin doğumundan on yıl falan önce, bu dört aile, birbirleriyle olabilecek bütün insani ilişkileri yasakladı ve çocukların neredeyse hepsini öldürdü. Anne babanın hayatta kalıp seni ve kardeşini dünyaya getirmiş olmaları dahi büyük bir şans. Ancak nasıl Venedik Konfederasyonu’ndan kaçabildiklerini hala anlayabilmiş değilim. Sen bu konuda bir şeyler hatırlıyor musun peki?”
Mustafa düşündü. Ailesiyle ilgili düşünmekten kaçınmıştı her zaman, o düşünceler ona hep acı verirdi. Ancak yine de bununla ilgili konuşmasının zamanının geldiğini düşünüyordu.
“Pekala.” dedi Mustafa, “Durduğumda bununla ilgili konuşuruz.” Amelia onun yüzündeki ifadeden bu dediklerinin onun içerisinde nasıl kötü bir şeyin kilidini açtığını anlayabiliyordu. Ancak onun iyiliği için bunu yapması gerekiyordu işte. En başından Mustafa’yı bundan uzak tutamayacağını biliyordu zaten. Eğer onunla anlaşabilir ve beraber çalışabilirse, her şeyi en iyi biçimde yönlendirebilirdi.
Kara Güneş Tarikatı lideri, köye gelen zırhlı bir araba ile alınmış ve özel kuvvetler tarafından polislerin izni ile götürülmüştü. Onu götüren özel kuvvetler ekibi, onun nereye gideceğine dair bilgileri üst düzey yetkililer harici tamamen gizli bilgi olarak sınıflandırdıklarını söyleyerek bu konuda hiçbir şey söylemedi. Vücudun götürüldüğü yer, Büyük Tuz Çölü’nün altındaki bir şehirde bulunan gizli bir laboratuvardı. Laboratuvarın sahibi, aynı zamanda şehrin de kurucusu ve lideri olan Theodore James Mosley’di.
Mosley’in komutanı getirme amacı, zamanında Mira’nın kanından alınan nano robotların doğru bir biçimde çoğaltılıp çoğaltılamadığını görmek ve bunlar ile insan vücudunu uzaktan kontrol etmenin imkanlarını ve sınırlarını test etmekti. Son aşamada, bir insan denek bulması gerekiyordu ve bu omurgası ikiye kırılmış, neredeyse ölmek üzere olan heriften daha iyi denek bulamazdı.
“Dikkatlice getirin.” dedi asistanlarına, asistanları bedenin zarar görmemesine dikkat ederek onu Mosley’nin yanına getirdiler. Mosley, elindeki kuduz aşısı boyundaki şırıngada bulunan nano robotları, yüz üstü yatırılan deneğin göğsündeki ana damarlardan birine enjekte etti. Sonra yanındaki bilgisayardan, nano robotların bütün vücuda işlemesini ve uyumlanmasını izledi. Hazır olduğunu gördüğünde de, birkaç düğmeye basarak işlemi başlattı.
Teorik olarak, bu sistem ile vücudun içerisindeki nano robotları tamamen kontrol edebilecek ve bedenin yapısını istediği gibi değiştirebilecekti. Eğer masadaki bu denek gerçekten iyileşebilirse, nano robotların beden üzerindeki kontrolünü sağlamada ve bu kontolü kullanarak bedeni manipüle etmede tamamen başarılı olacaklardı. Kırılan omurganın yavaş yavaş normal şeklini alması, Mustafa’nın sıktığı iki merminin vücuttan yavaşça çıkması ve bütün yaraların yavaş yavaş kendisini onarması, deneyin başarılı olduğunu gösteriyordu. “Başardık, ancak istediğimiz hızda değil.” dedi Mosley kendi kendine, “Bu süreci daha da hızlandırmamız lazım.”
Kara Güneş’in komutanı, biraz önce nasıl iyileştiğini anlamamıştı, ancak ayaktaydı, sapasağlamdı ve yürüyebiliyordu. Masadan kalkıp yürüdü, laboratuvarın içinde kısa bir tur attı. Gördüğü şeyler inanılmazdı, böyle bir teknoloji ile bütün dünyayı bambaşka bir hale getirmek mümkündü. Mosley, asistanlarına çıkmalarını ve kapıları kilitlemelerini emretti, asistanlar da emrini yerine getirdi.
Kara Güneş’in komutanı, bir anda çıkan asistanların ne yaptığını anlayamamıştı, karşısındaki kişiye baktı. Mosley’di bu, zamanında onunla iş gördüğü için tanıyordu kendisini. “Teşekkür ederim bay Mosley, beni kurtardınız.” dedi sevecen bir sesle. Mosley ona baktı, şeytani bir ifadeyle gülümsedi ve “Şimdi de senin beni kurtarma zamanın geldi.” dedi ve bir düğmeye bastı.
Kara Güneş’in komutanı, bütün vücudunu saran bir sıcaklık hissetti. Sıcaklık artarak onu içinden, külleri kalana dek yaktı. Mosley bu yağlı bedenden çıkan kokudan iğrenerek burnunu kapattı ve kapının yanındaki bir düğmeye basarak açılan kapıdan çıktı. Görevliler hemen içeri girip yanan bedeni söndürdüler.
“Stabil bir hale geldiler, şimdi onları ne kadar geliştirebileceğimizi görelim.” dedi Mosley, “Yavaş da olsa, bir kurtuluş umudu bu.”
İlginizi Çekebilir
Berdan Sarıgöl’den Üçlemenin Final Kitabı – U...
Öykü Serisi: Tarihin Kayıp Renkleri 1 - Bir A...
İnteraktif Hikaye: Üç Geek-2 Final
Bir Garip Kurgu Örneği: Cacık Veya Beyaz Kasl...
Karayiplerden Bir Korsan Öyküsü-2: Denizin Ru...
Berdan Sarıgöl’den Saga'nın İkinci Kitabı – U...

Hayatını bir şeyler anlatmakla geçiren, utangaç bir insanım sadece. Müzik, resim, öykü, ne gerekirse onunla anlatırım. Beni The Writer olarak da bulmanız mümkündür.