Bugün, sinemalara gelişi sabırsızlıkla beklenen Christopher Nolan‘ın Oppenheimer’i ile karşınızda olacağız. Filmin kişisel olarak olumlu bulduğum siyasi arkaplanı dolayısıyla, tarihi bazı referanslar da içerecek şekilde hem beyazperde hem de retrospektif konusu bir inceleme yapacağız. Şimdi, önce fragmanı izleyelim ve bilinçli olarak kaçınacak olsak da bazı üstü kapalı konulardaki spoiler uyarımızı yapalım.
Fragmanın bazı ipuçları verdiği farklı zamanlarda geçen hikaye ve olduğundan daha fazla adrenaline ev sahipliği yapan bir akış iması dışında dikkat çeken küçük bir not ile başlayalım; Matt Damon fragmandaki gibi şaşkın ve basit bir irtibat subayı değil. Zeki, eğitimli, sofistike ve otoriter bir asker olan General Leslie Groves’u büyük bir başarıyla canlandırıyor.
Oppenheimer, Nolan tarafından temelde ikiye bölünmüş bir film. Bazı flashback sahneleri olsa da, yapımı iki farklı düzlemde ancak kendi düzlemleri içinde lineer olarak izliyoruz. Buna göre bölümlerden birisi ve ağırlıklı olanı Oppenheimer’ın karakteri, geçmişi ve atom bombasının icat edildiği Manhattan Projesi‘ni anlatıyor ve ismi fizyon. Bir başka deyişle atomun parçalanması.
Görece sahne zamanı daha az olan ve finale doğru yoğunlaşıp ana hikayeyle birleşen füzyon -yani atomların birleşmesi- ise Oppenheimer’ın, Robert Downey Jr.‘In canlandırdığı ve Atom Enerjisi Kurumu başkanı Lewis Strauss ile özel ilişkisine siyasal bir arkaplanda odaklanıyor.
Filmin sadece Oppenheimer ile ilgili kısmı da, -filmin adından anlaşılabileceği gibi asıl mesele de bu- efsane bilim adamının mesleki hırsı ve siyasi görüşleri ile parçalanan karakterinin, sonrasında vicdanı ve zekasının birleştiği bir hamle ile tekrar birleşmesine dayanıyor; fizyon ve füzyona, bir başka deyişle…
Bu hamlenin arkaplanı da kişisel bazda vicdan, büyük resimde ahlak-ahlaksızlık ve dolayısıyla siyasetle şekilleniyor. Biraz açarsak; Oppenheimer’ın Amerikan bakış açısı ile sol sosyalist fikirlerinin ve bazı aslında liberal hareketlerinin, 1950’lerdeki McCarthy döneminin gölgesinde sorgulanması, filme politik bir arkaplan sağlıyor. Bununla birlikte film ve belki gerçek hayatta da Oppenheimer böyle planladığı için konu hiçbir şekilde bir cadı avına dönmüyor. Olan biten sadece birkaç kişinin ve Oppenheimer’ın iç hesaplaşmasından ibaret.
Peki bu, o kadar ilgi çekici bir konu mu? Bu satırların yazarı için değil ancak iki yönden takdir edilesi. Bunlardan ilki siyasi soruşturmaların cadı avına dönmemesindeki minimalizm. Manhattan Projesi ve ekip ruhu ile mümkün kılınan büyük bir insanlık başarısının güzellemeye dönmemesine yansıyan bir olgunluk. İkinci olarak bu büyük başarının ardındaki karar merciinin iç hesaplaşmasının genel bir ahlak meselesi olarak da irdelenmesi. Ki bu hesaplaşma da, son derece duygudan uzak ve minimal bir olgunlukla, siyasi bir bakış açısı ile yansıtılıyor. Esasen olması gereken de bu.
Bu noktada tarihe kısa bir geçiş yapalım. Filmde de işlendiği üzere atom bombasının inşası, kuantum fiziği konusunda önemli ölçüde önde olan Alman bilim adamları ile zorunlu bir yarış olarak başlasa da, Almanya’nın kaynaklarının yetersizliği ve bir sonraki aşama olan hidrojen bombasına yönelmesi sebebiyle akim kalır. Bombanın kullanılabileceği alan Japonya’dır ve Japonya’nın da savaşı kaybedeceği kesindir. Dolayısıyla bombanın kullanımının Oppenheimer başta olmak üzere birçok bilim insanı ve sivil toplum örgütünün tepkisi ile karşılaşması hem doğal hem de kaçınılmazdır.
Filmin, Oppenheimer’ın vicdanı ve hırsı ile yani misyonun farkında olmakla geleceğe yönelik olarak dünyaya bıraktığı miras konusunda ikileme düştüğü sekanslar elbette ki kayda değer olmakla birlikte, Oppenheimer’ı salya sümük bir tepki sergilemeden ajandasına döndürmesi normaldir. Çünkü bu bombanın kullanım nedeni esasen hem anlaşılır hem de beklenilir bir durumdur dönemi için.
Atom Bombası, ilgili dönemde -yine filmde Oppenheimer’ın ağzından da duyduğumuz şekliyle- bir psikolojik silahtır. Hiroşima ve Nagasaki‘ye atılan bombaların sebep olduğu kayıp sayıları, konvansiyonel bombardımanların altındadır. Özellikle Tokyo bombardımanı tek başına 100.000 insanın ölümüne, Hamburg ve Dresden bombardımanları da atom bombası kadar ölüme sebep olmuştur. Özellikle Dresden bombardımanı tamamen gereksiz olarak değerlendirilen ve bugün bile tartışılan askeri bir fenomendir. Bu bombardımanlar firestorm/ateş fırtınası olarak adlandırılır ve ölümlerin önemli bir kısmı, bir taktik olarak; bombardımanın kendisinden değil, havadaki oksijeni yakıp insanları boğan şehir yangınlarından kaynaklanır.
Bir başka deyişle, sivil ölümü o dönemde taraflar açısından pek fazla bir şey ifade etmemektedir. Buna ek olarak Japon ana karasında yaşanacak, sonu belli de olsa bir savaşın 300.000 Amerikan askerinin kaybı ile sonuçlanacağı beklentisi ve savaş sonrası bir çatışmanın olası görüldüğü Sovyetler Birliği’nin korkutulması eklenince, bu konu ne Oppenheimer ne müttefikler için büyük bir sorun teşkil etmez. Aşağıda Robert Oppenheimer‘ın şahsından da konunun açıklamasını izleyebilirsiniz. Oppenheimer söz arasında Dresden ve Tokyo’dan bahseder.
Filmin kendisi için seçtiği ve filmin kendisini kaynak aldığı kitabın da teması olan Prometheus seçimi yine Oppenheimer için uygun bir arka plan ve final için de uygun bir kefaret oluşturmuş. Bir tarafta egosuna yenilen ve mantığın arkasına sığınarak tarihin en büyük karakterleri arasına girme fırsatını bilinçle kullanan -ki onu eleştirmeyelim bunu büyük ihtimalle herkes yapardı- diğer taraftan cezasını bilinçli olarak kendisine atayarak sorumluluk gösteren Prometheus figürü, Oppenheimer’ı hem son derece net tanımlamış, hem de rastlantılar ve iki anlamlılıklar üzerine oturan kuantum bir karakteri izleyicilerin önüne koymuş.
Bu açıdan film Nolan’ın duruşunda bir grilik oluşturmuş diyebiliriz. Genelde karakterlerini siyah ve beyaz sunan yönetmen bu sefer gri ve hatta tanımlanamaz bir karakter seçmiş kendisine ve işleyişine. Hafızam beni yanıltmıyorsa, bir Nolan filmindeki en net seks sahnelerinin de bu filmde olduğunu -açıkçası filmografisinde flu sahne bile hatırlamıyorum- düşünürsek, Nolan’ın Batman ve Tenet‘ten sonra anlatım dilinde de yapmadığı veya yapamadığı bir şeyin kalmamış olduğunu göstermek istediğini düşünüyorum.
Peki diğer yapamadıkları veya yapmadıkları neler veya biz nereye gelmek istiyoruz. Tabi ki teknik yeterlilikler ve başarılardan bahsediyoruz. IMAX çekilen filmi maalesef IMAX seyredemediğim için özdeşleşme konusunda bir yorum yapmam mümkün değil. Ancak teknik olarak kişiye özel makina, film ve oynatıcı üretimleri yaptıran Nolan’ın, gerçek bir patlama ile atom bombasını taklit etmesi de yine daha önce yapmadığı, yapamadığı veya yapılmamış -fiili siz seçin- konseptlere önemli örnekler oluşturuyor.
Filmi IMAX bir salonda izlemediğim için çok net yorum yapmaktan kaçınsam da belki bir başarı – patlama sahnesine doğru beklentinin olağanüstü bir başarıyla arttırılıp izleyicinin hazırlanması- sebebiyle ben patlama anından pek tatmin olmadığımı ifade edebilirim. Önce görüntü ve sonra sesin ani gelişi belki sahneyi daha özel kılabilirdi ama bu, tekrar etmek gerekirse belki sadece sinema salonu ile ilgili bir şey de olabilir. O patlamanın yakın çekimlerinin, çözünürlüğün etkisiyle neye dönüşebileceğini kestirmek zor… Ancak kesin olan bir şey varsa, tıpkı geçtiğimiz hafta vizyona giren Tom Cruise‘un Mission Impossible Dead Reckoning‘i -ve geçtiğimiz yılın Top Gun: Maverick‘i- gibi, Nolan da sinemayı sinema olarak yaşamak ve yaşatmak istiyor.
Oyunculuklar ve bağlamlarına gelince; her ne kadar finaldeki yaşlılık makyajını abartılı bulsam da Cillian Murphy‘nin Oppenheimer’ı her açıdan gerçek Robert Oppenheimer’a benziyor. Ayrıca oyuncu bir şekilde karakterin bizim kuantum olarak tanımladığımız çelişkili ve ne istediğini bilmez görünüp aslında bilir yapısını da başarıyla yansıtıyor. Çok etkileyici değil ama sağlam. Emily Blunt‘ın Kitty Oppenheimer’ı ise karakterin gerçek yapısı ile daha iyi anlaşılabilir bir performans çünkü Kitty en hafif ifadeyle “zor” bir insan. Bir de ara sıra Emily Blunt kendisini gösteriyor demek çok da haksızlık sayılmaz. Matt Damon’dan yazımızın başında övgüyle bahsetmiştik. Şahsen Robert Downey Jr.‘ı da, başarılı bulduğumu ifade etmem gerekiyor. Her ne kadar senaryoda bazı şeyler daha en başından açık olsa da, bunun oyuncunun başarısı mı başarısızlığı mı olduğunu anlamak için yönetmenden aldığı briefe ihtiyacımız var ve bu, bizde olmayan bir bilgi…
Yan rollerde birçok ünlü oyuncu, cameodan orta ölçekli sahne zamanlarına kadar görev almışlar. Bunlar içinde, Jason Clarke‘ın savcı Roger Robb, Alden Ehrenreich’in senato danışmanı, David Krumholtz’un bilim adamı Issidor Rabi, Dane Dehaan’ın soğukkanlı istihbaratçı Kenneth Nichols ve Casey Affleck‘in radar altı psikopat eğilimler sergilediği Albay Boris Pash performansları göz dolduruyor. Josh Hartnett da uzun zaman sonra bu ölçekteki bir filmde aldığı rolü gayet başarılı canlandırarak -uygulamacı nükleer fizikçi Ernest Lawrence- izleyenlere hoş bir sürpriz oluyor.
Oppenheimer’ın, part time ama uzun zamanlı sevgilisi olan bunalımlı aşık imgesi ve aktif bir komünist parti üyesi olan Jean Tatlock’u canlandıran Florence Pugh ise yer yer hipnotize edici bir güçle yer yer ise bir Nolan filminde oynamanın aşırı gerginlik ve havasıyla performans veriyor. Danimarkalı fizikçi Niels Bohr rolündeki Kenneth Branagh ve Albert Einstein rolündeki Tom Conti ise sıcak ama fazlasıyla tiyatral ve dramatik performanslar veriyorlar.
Filmin ahlak ve özellikle büyük resimdeki ahlak konusunda değindiği bir başka konu da, yeni dünya ve yeni dünyanın yönetimi bağlamında nükleer silahlar oluyor. Her ne kadar final bir cehennem tasviri ortaya koysa da, filmin içinde bazısı ihanet olarak damgalanabilecek bir tavır kendini nötr olarak hissettiriyor. Bu, kısaca nükleer silahların Sovyetler Birliği tarafından da edinilmesi ve dolayısıyla nükleer bir denge ile savaşların imkansız kılınması demek.
Filmde Chevalier ailesi ve komünist parti bazında anlatılan ve Oppenheimer’ın planlı kovuşturmasının ana başlıklarından biri olan bu konsept, gerçek hayatta komünist parti üyesi olan karı koca Rosenberg’lerin Sovyetler Birliği’ne nükleer bilgi sızdırması sebebiyle 1953’deki idamları ile sonuçlanmıştı.
Daha ziyade genel hatlarıyla ve spoilersız olarak tarihi bağlamında ele aldığımız Oppenheimer ile ilgili nihai kanımızı belirtecek olursak; teknik anlamda olağanüstü özenilmiş ve uygun şartlarda muhakkak ki unutulmaz bir sinema deneyimi, ahlaki sorular soran ama karakterinin kuantum özelliklerini o veya bu sebeple doğru ve net bir şekilde işlemeyi seçmiş ve iki ana akışta son derece net bir olay örgüsüne sahip bir filmle karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz.
Beklenmedik şekilde siyasi arka planı ana omurga olarak kullanıp izleyiciyi şaşırtan film, her ne kadar bu sekanslarda McCarthy dönemi kovuşturmalarını andıran siyah beyaz bir görsel dünya seçse de, twist olarak bunu Oppenheimer ve Strauss arasındaki bir itibar mücadelesine çevirerek izleyiciyi şaşırtmakla kalmıyor,, kendi senaryosunun da tutarlı bir yorum olmasını sağlıyor.
Filmin handikapına gelirsek, belki IMAX’te çekilebilecek ve gösterilebilecek mümkün olan en uzun film olmak adına, belki de genel izleyici kitlesi olarak Amerikan seyircisini seçtiği için, bombanın başarısı ve vicdani etkilerinden sonraki soruşturma sahnelerinin çok detaylı ve uzun olduğunu söyleyebiliriz. Üstelik daha öncesinde de kuantum fiziğinin Amerika ve Avrupa’daki tüm önemli isimleri ve Amerikan komünist partisinin tüm önemli tarihsel figürleri ile karşılaşmış ve bir şekilde kafasında kodlamış izleyici için tüm bu isimlerin geçtiği final zorlayıcı ve uzun olmuş.
Hoş ve trivial bir not olarak, tarihe mal olmuş nükleer ve kuantum fizikçilerini, Oppenheimer ile geçmişleri sekanslarında kendi dil ve aksanında konuşurken görmek, klasik bir proje başarısı dramasına kaçmadan aralarındaki yarışı izlemek ve batıdaki üniversite kültürünün ulaştığı seviyeyi görmek de tarih seven izleyiciler için son derece keyifli olacaktır, kanaatindeyim.
Bu konuda ve bugünlük bu kadar. Başka hikayelerde görüşmek dileğiyle, esen kalın.
İlginizi Çekebilir
80’lerden Bir Bilimkurgu Klasiği: They Live
Geçmişte Gerçeği Ve Mirasıyla Kurguyu Etkiley...
İnsan Lider, İnsan Kurucu Babalar, İnsan Aske...
Yirminci Yüzyılın Tarihine Tanklar Aracılığıy...
Japon Bilinçaltından Gelen Modern Bir Destan:...
Zamanın Testine Yenilen İki Büyük Zafer: Tann...
Merhaba, ben Murat B.Sarı. Eğer sitemizi ilk döneminde takip ettiyseniz beni “Yarıaydın” olarak hatırlayabilirsiniz. Aslında bu rumuz hakkımda oldukça açıklayıcı denilebilir. Yani şu evrendeki bilginin ne kadarına hakim olabilir ki insan? Günümüz dünyasında “T” insan olmak makbul ve ben uzmanlığımın sanata dair herşey hakkında olmasını yeğliyorum. Umarım bunu birlikte başarırız. Yeni maceralarda görüşmek dileğiyle…