Bugün threads hesabımızda değinmeyi planladığımızı ifade ettiğimiz iki casusluk dramasından ikincisi olan Mission Impossible: Dead Reckoning Part 1 incelemesi ile karşınızda olacağız. Başrolü ve yapımcısı olan Hollywood‘un marka ismi Tom Cruise‘a, dönemin önemli isimlerinin eşlik ettiği filmin yönetmenlik koltuğunda Christopher McQuarrie’nin oturuyor.
Dilerseniz, filmin tanıtımına geçmeden önce artık adetimiz olduğu üzere spoiler/sürprizbozan uyarımızı yapalım ve fragmanı izleyelim.
Fragmana eşlik eden ve materyalin kült müziği, bir konsept olarak ilk konumuz olacak. MI-7 -yazımız boyunca bu kısaltmayı kullanacağız- bir dizi olarak hayatımıza girdiğinden bu yana kullandığı klişeleri, yapıma doğru anlarda ve şekillerde yedirmeyi başarmakla kalmıyor, Tom Cruise’un yapıma dair, koşma ve tırmanma dahil klişelerini de aynı başarıyla işleyerek, izleyici ile sıcak bir bağ kuruyor.
Film, geçmişten gelen bu öğeye, günümüze dair bir endişeyi de son derece doğru yansıtarak ve kötü adam olarak yapay zekayı seçerek kendine güncelliğin yanında bir de felsefe katmayı başarıyor. Entity/Varlık adlı bu yapay zekanın sadık hizmetkarları olarak seçilen iki figür de çatışmanın kaynağı oluyorlar; Esai Morales‘in canlandırdığı Gabriel -ki isim zaten rolü belli ediyor- ve Pom Klementieff‘in canlandırdığı Paris.
Yapay zeka Entity’nin hikayesinin insanla kesiştiği noktalar da yine filme üçüncü bir boyut katmayı başarıyor. Buna göre Rusların ürettiği bir yapay zeka savaş sistemi önce bir virüs ile kendisinden haberdar ediliyor sonra da kendi dünyasını yaratmak için, başta entegre edildiği Sivastopol denizaltısı olmak üzere bir yıkıma girişiyor. Rus denizaltısındaki “core” sistemini kontrol eden anahtarın iki parçadan oluşan bir ortodoks haçı olması, ilk başta bir folklor olarak sunulurken alt metinde, yeni tanrıya karşı insanların tanrısını sembolize etmesi açısından başarılı ve duygusal bir tema koyuyor ortaya.
İnsanlar bazında bakıldığında ise hem olay örgüsünü hem de yine alt metni ilgilendiren sinopsis son derece anlamlı ve gerçekçi: dünyadaki başlıca tüm ülke ve güç merkezleri bu anahtarın peşinde ve -dijital çağda- kendilerinden çok üstün olan bu varlığı yok etmek, yapmayı istedikleri son şey… Bir başka deyişle kontrol edemeyecekleri bir gücü ele geçirmek için bir yarıştalar.

İşte bu noktada, Ethan Hunt (Tom Cruise) ve Luther Stickwell (Ving Rhames), Benji Dunn (Simon Pegg) ve Ilsa Faust (Rebecca Ferguson)’dan oluşan IMF -filmdeki espri ile “Uluslararası Para Fonu değil İmkansız Görev Gücü”- anahtarı yok etmek üzere “görev” almaya karar veriyor ve herkesin düşmanlığını kazanıyor.
İsimleri bile son derece sembolik olan ekibin, olaylara yaklaşımlarının da profesyonel ve dolaylı yapısı, zaten son derece inandırıcı olan bu senaryoyu daha bir gerçek kılarken, aralarındaki bağ da lüks, şatafat ve premium hissin zirvede olduğu bu uluslararası oyun sahnesinde, ayaklarını yerde tutan bir çapa görevi görüyor.
Ekibin dolaylı yaklaşımının sonucunda ortaya çıkan bağımsız faktör Grace (Hayley Atwell) ve onu görevlendiren tanıdık figür White Widow (Vanessa Kirby) ile ana çatı kurulmuş oluyor. Oyunculuklar bazında bu figürlere değineceğiz.
Benzerleri gibi güç merkezleri çerçevesinde dünyanın en jenerik farklı bölgelerinde geçen lüks, güç ve şatafat dolu bu dünya seyahati izleyiciye keyif veriyor vermesine ama düşmanlarının aynı anda neredeyse her yerde olması nedeniyle dünyayı da aynı zaman ve ölçüde küçük kılıyor. Bu noktada yapay zekanın korkuyor olması, her şeyi daha da ilginç hale getiriyor.
Çeşitli comic relief, gönderme ve özellikle kadın oyuncuların koreografiye dahil performansları ile izleyiciyi akışta tutmayı profesyonelce başaran yapım, yine ustaca kotarılmış aksiyon sahneleri ve efektleri ile materyalin ağırlığına layık bir zanaat başarısını da hakkıyla gösteriyor.
İşte tam bu noktada, Tom Cruise’ın bir yerde kendini sürekli aşmak ama bir başka bakış açısından da gerçek sinemaya verdiği hizmete geliyoruz. Motorsiklet ile dağdan yapılan atlayış ve sonrasında hem o sekansta hem de devam sekanslarındaki paraşüt sahneleri ile oyuncu, filmi, hele ki bu kadar gerçek üstü bir filmi gerçek hayata bağlamayı başarıyor.
Yine de tamamen takdir edilesi bu başarı ve tavrın görsel yansımasının film ile bir tık farklı olduğunu belirtmemiz gerek. Paraşüt sahneleri farklı çekim teknikleri ve ekipmanları ile üretildiğinden olsa gerek, filmin genel kompozisyonuna göre belgesel niteliğinde kalıyorlar.
Özellikle filmin tanıtımında paraşüt sahnesi kadar üzerinde durulmasa da finaldeki “Orient Express” sekansı da kesinlikle söz edilmeye değer. Benzer birçok eserde de bir çeşit seviye atlama ve lineer olarak engelleri aşma özelliklerini çok başarılı temsil eden, psikolojik gerilimin aksiyon dışında da çok başarılı işlendiği – ki zaten trenin adı ile bile psikolojik ve gerçekliğin hemen yanı başındaki şiddete bir saygı duruşu olarak tasarlanan- sekansın finali de gerek efektler gerek zamanlamalar ve de güven temasının en üst düzeyde temsili olarak başarıyla altından kalkılmış bir gövde gösterisi oluyor.
Çok ağır olmasa da felsefi bir niteliği olan bu filmin -bahsettiğimiz, makinanın korkması gibi, filmde olan her şeyden daha zor bir göreve kalkıştıklarını da unutmadan- ana teması da aslında son derece sade; temel insan hasletlerine övgü, daha özel bir deyimle; sevgi, dostluk, güven ve daha büyük iyilik için idealist davranma vasıtasıyla “insan” sıfatını koruyabilmek.
İnsan faktöründen oyunculuklara geçersek, Tom Cruise’ın her ne kadar fiziksel olarak yaşıtlarına göre genç ama aslında yaşını gösteren fiziğine ek olarak, gerçek ve sevgi dolu bir lider olarak çizdiği karakter son derece etkileyici. Tom Cruise gerçek bir karakter olmayı başarmış. Bununla birlikte dövüş koreografilerinde biraz sırıttığını ifade etmek haksızlık olmayacaktır.
Ving Rhames ve Simon Pegg canlandırdıkları Luther ve Benji karakterlerini başarıyla yansıtırken özellikle Rhames babacan tavrı ile izleyiciye güven veriyor. Ilsa Fraud rolündeki Rebecca Ferguson’un hem seksapel hem de soğukluk açısından kendisini dengelemeye dair doğal bir yeteneği var ve yine gerçek bir insan kompozisyonu çiziyor. Oyuncunun dövüş ve çatışma koreografilerine yakıştığını da belirtmek gerek.
Hayley Atwell de yankesici ve sınıf atlamak isteyen kabına sığmaz karakterini son derece başarı ile yansıtıyor ve aksiyon sahnelerini oldukça başarılı kotarıyor olmasına rağmen yüzündeki sırıtma ifadesi bir noktada rahatsız edici olabiliyor. Kendisini ekibe kazandıracak sekansların da bir yazım eleştirisi olarak biraz saçma olduğu söylenebilir. Ancak bu, oyuncu ile ilgili bir sorun değil.
Kötü karakterler Gabriel ve Paris’i canlandıran Esai Morales ve Pom Klementieff‘den de bahsedecek olursak, senaryonun kendisine yardım ediyor oluşunu aklımızdan çıkarmadan Pom Klementieff’in çok sığ bir poz makinasından derin ve gizemli bir karaktere dönüşümü son derece başarılı iken, Esai Morales’in karton kaldığını düşünüyorum. Karizmatik İspanyol’un ötesine geçemiyor karakter.
Son olarak White Widow olan Vanessa Kirby’e bir parantez açmak gerekiyor. White Widow rolünde iken, jenerik simsar rolünde olması gerektiği kadar karizmatik ve karton, korkusunu belli edebilecek kadar samimi ve “kendisini canlandıran bir başka oyuncuyu” taklit ederken de sahte White Widow olduğunu aynı ölçüde başarılı şekilde hissettiren Kirby, olağanüstü bir iş çıkartmış.
İki bölümlü filmlerin ilki olarak yapması gerekeni başarıyla yapan filmin, hazırladığı finale yakışır sekanslar ve kendi içindeki bütünlükle bir finale sahip olabilmesi de senaryo adına özellikle kaydedilmesi gereken bir başarı olarak dikkat çekiyor.
Özetle, finalini merak ettiren, yukarıda bahsi geçen tüm özellikleri çok ağır olmadan ama öz parçası olarak taşıyan, göndermelerin bir doku uyuşmazlığına neden olmasını önlemeyi başaran, aksiyon, gerilim ve koreografide de en üst düzeyde bir yapım MI-7. Şiddetle tavsiye ediyoruz.
Çok yakında yeni film ve filmlerde tekrar görüşmek dileğiyle…
İlginizi Çekebilir
İki İnsanın Hırsının ve Aşkının Dramatürjisiz...
Çok Eğlenceli ve Çok Hüzünlü Bir Film: Deadpo...
Us/Biz - Biz Kimiz, Hangisi Biziz?

Merhaba, ben Murat B.Sarı. Eğer sitemizi ilk döneminde takip ettiyseniz beni “Yarıaydın” olarak hatırlayabilirsiniz. Aslında bu rumuz hakkımda oldukça açıklayıcı denilebilir. Yani şu evrendeki bilginin ne kadarına hakim olabilir ki insan? Günümüz dünyasında “T” insan olmak makbul ve ben uzmanlığımın sanata dair herşey hakkında olmasını yeğliyorum. Umarım bunu birlikte başarırız. Yeni maceralarda görüşmek dileğiyle…