Merhaba, keyifli bir pazar yazısıyla karşınızdayız bugün. Bir başka deyişle, iki ay kadar önce Hollandalı efsane futbol figürü Johan Cruyff ve Seksen Yıl Savaşları konusunda serbest bir deneme ile başladığımız “uçuk” denemeler yolculuğumuza bugün bir başka serbest öğe ekliyoruz. Dilerseniz başlayalım.
İnsanlık tarihi her ne kadar birbirinden farklı merhalelerden geçmiş olsa da, tarih, “insanlık” tarihi olduğu için temelde hareketini insandan almıştır. Ve insan öncelikle madden beslenen sonrasında da manen üreyen/seven ve inanan bir canlıdır. Varlığının son bir fonksiyonu olarak da, bu iki tür temel ihtiyacını korumak ve istikrarlı şekilde sürdürmek için de korunmak zorundadır.
Birbiriyle kesişen bu üç temel olgu, esasen bireysel ve toplumsal olarak insanın tarihçesini belirlemiştir. Beslenmek; avcı-toplayıcılık, tarım, ticaret ve uzantısı olarak ekonomik bir faaliyete sebep olurken, üreme ve sevgi güç, rekabet ve lüks tüketim için bir talep oluşturur. İnanç ve organize formu olan din ise tamamen manevi yanıyla etkin olmakla birlikte mensupları arasındaki inanç, fikir ve ekonomik birlik sebebiyle siyasal anlamda sonuçlar doğurur. Korunma ihtiyacı da zaman içindeki evrimini; canını, avını ve mahsulünü korumaktan, din, düşünce, ideoloji ve uzantısı olarak kimlikleri korumaya, oradan da dünya ve hatta uzaydaki herhangi bir kaynağı mülkiyet altına almak ve korumakla görevli askeri fonksiyonu meydana getirir.
Bu temellerin güdülediği insanın tarihçesi de aynı güdülerin nitelik ve sonuçlarının kompleksleşmesi ve kesişme düzeylerinin artması tarihidir. Her yeni kesişim ve sonucundaki bağ, yeni dönemleri getirir.
Bütün bir dünya tarihini açıklamak bizleri aşacaktır. Dolayısıyla örgütlü medeniyetlerin modern çağa yansımasına dair bir odakla devam edelim. Temelde dünya, kendi içinde yaşayan üç ana bölge, bir bağlantılı ve hareketli geçiş alanı ve uzun süre tamamen bağlantısız kalmış üç de yan bölge veya kültürel/ekonomik hinterlanddan meydana gelmektedir.
Ana bölgeler, Avrupa ve Akdeniz Havzası, Hint Alt Kıtası ve Çin’dir. Avrasya olarak adlandırabileceğimiz bölge, Çin ve Orta Avrupa arasındaki geniş stepler ise göç hareket kaynağı olan ancak ekonomik etkisi, siyasi ve kültürel etkisinin bir hayli altında olan bir bağlantı bölgesidir. Yeni Dünya (Amerikalar), Avustralya ve Sahra altı Afrika ise, ilk ikisi zaten bilinmeyen, sonuncusu ise bilinen ancak ana merkezlerle ilişkisi minimum düzeyde olan tamamen bağımsız yan bölgelerdir. İşte bu tanımlamanın temel kaynağı da ekonomik ve uzantısı olarak kültürel faaliyettir.
Antik Dünya’nın batıda Roma, doğuda Çin ve güneyde Hindistan tarafından örgütlenmesinden sonra ilişki, tamamen İpek ve Baharat Yolları’nın bu üç dünyayı bağlaması yoluyla tanımını bulmuştur.
Din ise özellikle İslam‘ın gelişi ile bağımsız bir medeniyet, kültürel hinterland ve kimlik oluşturmuştur. Elbette Hristiyanlık da kendi kimlik fonksiyonuna sahiptir. Ancak Roma İmparatorluğu‘nun resmi dini olmasından, coğrafi keşiflere kadar Hristiyanlık, daha ziyade Avrupa’da ve Bizans hakimiyetindeki Ortadoğu’da yani bilinen Akdeniz Havzası ve Avrupa olmak üzere zaten doğduğu medeniyet alanında yayılmıştır. İslam ise Hint ve Çin’e de yayılarak üç kültürel bölgede de faaliyet göstererek kendi kimliğini kültürel kimlikten daha özgün kılar. Bir başka deyişle, Avrupa’lı ve Hristiyan eş bir kimlik oluştururken, Müslüman kimliği diğer iki medeniyet havzasında da baskın kimlik olarak mensuplar edinir.
Her Yol Roma’ya çıkar… Bu motto Roma İmparatorluk ajandasının bir manifestosu gibidir. Bugünden amatör bir bakışla, Roma deyince akla devasa lejyonlar ve yayılmacı bir politika gelse de, temelde İmparatorluk, yolları ile vücut bulan bir ekonomik birlik ve onun hem fiziken ve hem de istikrarca korunmasını ifade ediyordu. Pax Romana/Roma Barışı konsepti bunu tam olarak anlatır. Esasen olan şey, İpek ve Baharat Yolları’ndan gelen mamüllerin tüketiminin güvenli şekilde organize edildiği bir ekonomik eko sistemin sürdürülmesidir.
Hristiyanlık Roma’nın resmi dini olduğundadır ki, Roma’lı kimliği daha siyasi bir şekil alır. Romalı artık bir Hristiyan’dır ve her ne kadar temelde Barbar İstilası gerçekten İmparatorluğun sonunu getirse de öncesinde yaklaşık iki yüz senelik bir birlikte yaşama ve Barbar Roma Krallıkları geleneği vardır. Bir başka deyişle “barbar”lar bir anda ormanların içinden çıkıp Roma’yı yıkmamışlardır. Bu hristiyanlaşan veya hristiyanlaşmakta olan toplumlar, öncelikle İmparator’un onayı ile konfederatif bir yapıda özerk Roma vasalları olarak belli bir süre geçirmişler, sonrasında da siyasi ve ekonomik krizden dolayı ölmekte olan imparatorluğunun mirasını bölüşmüşler ve hatta bunun için hastaya ötenazi uygulamışlardır. İmparatorluk yaşarken Germen ve Frank topluluklarının Avrasya’dan gelen Hunlar, Avarlar gibi dış istilacılara karşı beraber ve belli bir ortak inanç/medeniyet bilinci ile savaştıkları ve çoğunlukla fazla medenileşmekten dolayı yenildikleri unutulmamalıdır.
İmparatorluğun yıkımı sayısız barbar Krallığı’nın tam bağımsız olarak ortaya çıkışıyla sonuçlansa da, meşruiyet arayışı bu krallıkların yine de bir çatı altında toplar; Kilise. Bununla birlikte İpek ve Baharat Yolları’nın kontrolü Doğu’ya, yani bugünkü adıyla Bizans İmparatorluğu‘nun kontrolüne geçecektir.
Aynı dönemde batıda, Avrasya İstilaları ve karşısındaki küçük krallıkların hem askeri hem de sosyal kapasitelerinin sınırlılığı o büyük tüketim hinterlandını kendi kendine yeten ve bağımsız hatta küçük bir koloni toplumuna bırakacaktır. Bu olay kısaca antik çağın bitişi ve ortaçağın başlamasıdır. Kilise, hem bir meşruiyet kaynağı hem de kolonyal hayattaki geniş toprakları ile bir ekonomik merkez olur ve ortaçağın da başat figürü olarak kendini gösterir.
Bugünkü tanımlamasıyla Bizans İmparatorluğu ise özellikle Justinianus döneminde Batı Roma’nın büyük bir kısmını yeniden fethetse de bu kazanımlar uzun süreli olmaz. Hem maliyet çok büyüktür ve hem de doktrinsel bazı farklılıklara ek olarak kilisenin otoritesini de tehdit ettiğinden, kilisenin itirazı ile karşılaşır.
Bizans İmparatorluğu’nun İpek ve Baharat Yollarını kontrol etmesinden bahsetmiştik. Bunun nasıl olduğu ise ilginç bir olguya sebep olur.
Devasa Roma İmparatorluğu döneminde, İran ve onu kontrol eden Part gücü Roma’ya, Helenlere karşı olan Pers siyasi yapısı derecesinde rakip olamamış ve dolayısıyla ticaret Partların payını aldığı ancak Roma’nın regüle ettiği bir düzen olarak devam etmiştir. Ancak Bizans dönemi durumu değiştirir. Roma’nın aksine daha küçük bir siyasi yapı olan ve yine Roma’nın aksine batı ve kuzey sınırına da kaynak ayırması gereken Bizans, dönemin İran Sasani Hanedanı için daha iyi bir pazarlık şansı veya kontrolün tamamen ellerine geçirilmesi için bir fırsat olarak görülür. Bu iki imparatorluğun ticaret yolları konusundaki rekabeti, batıya giden mal ve uzantısı tüm kazanımları ciddi derecede düşürerek batıdaki orta çağ krizini alevlendirmekle kalmaz, güneyde, Arapları ve daha sonra müslümanları, kuzeyde ise Türk-Moğol ve Slav halkları farklı farklı şekillerde etkiler.
Bizanslılar siyasi çatışma dönemlerinde her iki ticaret yolunun da tam ortasında olan Sasani’leri bypass etmek için genelde güney opsiyonunu kullanırlar. Yani, İran Körfezinin karşısına indirdikleri malları Arap Yarımadası’ndan geçirerek Anadolu’ya getirirler. İşte kervan ticareti ve örneğin Mekke gibi ticaret merkezleri, bu bahse konu alternatif rotayla stratejik önemlerini kazanırlar. Bizanslılar belli düzeyde de olsa kuzeydeki halkları transit geçiş yolu olarak kullansalar da, hem kara yolunun zahmeti ve maliyeti ve hem de güvensizliği sebebiyle bu ticaret güneye göre daha sınırlı çapta kalır. Konstantinapolis‘in İslam öncesi hiçbir Arap Ordusu tarafından kuşatılmamasının ama kuzeyli kavimler tarafından sayısız kuşatmaya uğramasının da, Araplar ile İranlılar arasında tarih boyu süren bir rekabet ve güvensizlik olmasının da, ve Arapların bu Bizans müttefikliği ile doğan Sasani askeri tehdidine karşı operasyonel yeteneklerini yine Bizanslılar’dan almalarının da bir sebebi vardır…
Ancak kaderin en büyük cilvesi büyük Sasani-Bizans Savaşı’nda kendini gösterir. 602-628 yılları arasında olup en kanlı evresi 622-628 yılları arası yaşanan savaş, her iki İmparatorluğu’da hem insan hem de ekonomik kaynaklardaki baskısına bağlı olarak olağanüstü yorar. İslam’ın kuzeye yayılmasının karşısındaki iki devasa engel bu şekilde bu kapasitelerini büyük ölçüde yitirirler.
İslam’ın yayılması ve kısa sürede -neredeyse bir yüzyılda- hem doğudaki ve hem de batıdaki ana medeniyetlere uzanması sonucunda bahsettiğimiz müslüman kimliğinin özerkliğinin ortaya çıkmasının yanı sıra, ekonomik olarak da her iki yol da İslam’ın kontrolü altına girer.
İslam Medeniyeti bu yollar ve yayılmasının sonucunda her üç kültürel hinterlanddan da bilgiye aç olarak aldığı öğelerle, kültürel ve bilimsel olarak önce yorumlar, sonra şerhler ve en son da özgün eserler ortaya koyarak iki buçuk asır kadar eski dünyanın başat ekonomik, kültürel ve bilimsel taşıyıcısı olur. İspanya’dan, Çin ve Hindistan’a kadar uzanan bir coğrafyada yaşanan büyük bir maceranın bu tür bir mahsul vermesi doğal ve karma yapısından dolayı heyecan vericidir.
Avrupa’nın toparlanması ise bir noktada Bizans’ın otoritesinin sınırlanması ve daha sonra Katolik olarak adlandırılacak mezhebin, kıtanın temel dini ve kimliksel öğesi haline gelmesi ile olur. Bu toparlanmanın baş öğesi dini bir çatışma ve onun siyasi sonuçlarıdır. Bizans İmparatorluğu’nda oluşan bir dini sadeleşme hareketi olan İkonoklazm -en basit ifadesiyle ibadetlerde ikonaların yasaklanmasına dair bir konsept- batı tarafından kabul görmeyince ortaya çıkan siyasi gerilim, fiilen olmasa da askeri ve siyasi olarak gölgesi hala Latin Avrupa’ya uzanan Bizans’ın ellerinin bölgeden tamamen çektirilmesi ile son bulur. Bunu da fiilen sağlayan güç, Papa’nın yardıma çağırdığı ve yarım asırdır Avrupa’nın başat gücü olan Frank Karolenj Krallığı‘nın efsane Kralı ve daha sonraki İmparatoru Şarlman olur. Şarlman, Karolenj Rönesansı olarak da adlandırılacak olan altın bir dönemin sonucunda bugün Orta ve Batı Avrupa ile Latin kültürünün merkezi İtalyan yarımadasını kontrol altına alarak Roma’dan sonraki ilk Avrupa siyasi birliğini kurar.
Bu olayla ilgili hoş anekdotlar olmak üzere bazı bilgiler vermek gerekirse, Osmanlıların ve genel doğu toplumlarının Avrupa’yı, Frengistan olarak ve mensuplarını Frenk olarak nitelendirdiğini düşünebilir, bugünkü Frankfurt (Am Main) şehrinin Main nehri üzerindeki Frank şehri olduğunu aklınıza getirebilirsiniz. Önemli bir nokta olarak da; Şarlman’ın her ne kadar Fransa merkezli bir İmparatoğluğun başında olduğunu bilsek de ana dilinin Almanca olduğunu ve Frankfurt örneğinde görüldüğü gibi tıpkı Krallığı gibi ne Alman ne de Fransız olduğunu söylememiz gerekir.
Çin ve Hindistan konusunda söylenebilecek en önemli nokta ise sanırım şudur. Her ne kadar Hindistan antikçağda Büyük İskender ve sonrasında Seleukos İmparatorluğu dönemlerinde Avrupa ile, kendi doğal yaşam döneminde İran ile ve İslamiyet sonrası müslümanlar ile ilişki ve iletişimde olduğu için eski dünya ile bağı düşünülebileceğinden fazla ise de, özellikle Çin tamamen başka bir dünyadır. Zamanın göreceliliği gibi, Çin’in çağları bile farklıdır. -Temelde büyük bir imparatorluk hanedanı ve ardışık olarak gelen dağınık krallıklar dönemlerine göre ayrılır bu çağlar-. O kadar ki Çin, on dördüncü yüzyıl gibi geç ortaçağa ait bir dönemde bile, bölgeyi ziyaret eden İbn-i Battuta tarafından soğuk ve yabancı olarak tanımlanır. Yine Hindistan’ın teorik bilim, felsefe ve matematik alanında önemli bir bilgi birikimine sahip olduğu anlaşılmaktadır. Çin ise bugünkü anlamda teknoloji bağlamında gelişmiştir. Kağıt, barut ve matbaa gibi çığır açan yenilikler Çin’de doğmuştur.
Avrupa birliğini farklı düzeylerde kurup -En azından kimlik ve dini bazda. Ekonomik olarak halen yerel ve tüketim değil imalat çevresinde kurgulanmış ve şatolar ile şövalye sınıfının hiyerarşik feodal düzenindedir-, Bizans İmparatorluğu savunma pozisyonuna geçtiğinde ve İslam ticaret yolları üzerinde denetim sağladığında bir denge durumu ortaya çıksa da, Avrupa’daki siyasi krizin sona ermesi kaynaklı gelişme önce yerel ekonomileri bölgesel hale getirir -Örneğin Hansa Kentleri- sonra da taşma eğilimi gösterir. Tarım alanlarını ormanlara kaptıran ve insan sayısı üçte bir oranında azalan bir toplumun, On ikinci yüzyılda akın akın örgütlenerek Kudüs ve çevresine düzenlediği Haçlı Seferleri, dini otoritenin gücü kadar, kıtanın siyasi ve ekonomik kaynaklarının hem bu seferleri finanse edecek hem de bunlara ihtiyaç duyacak kadar geliştiğini gösterir.
Avrupa’nın ve Dünya tarihinin akışını tüm medeniyetler için değiştiren olgu ise hiç şüphesiz coğrafi keşiflerdir. Avrupa özellikle On beşinci yüzyılda etkin olan bu harekete kadar sayısız istila -özellikle Viking İstilaları-, Savaş, Rönesans ve Reform gibi çok esaslı değişiklik getiren olgular ve veba gibi badireler yaşasa da bunlar Avrupa’yı daha zengin ve güçlü kılmanın ötesinde dünya çapında gelişmeler değil Avrupa Medeniyeti ile ilgili gelişmelerdir. Oysa -ve elbette ki, saydığımız bir olgunun sonucu olan-coğrafi keşifler dünyadaki güç dengesini herkes için değiştirir.
Başta küçük ve sponsorlu inisiyatifler olarak başlayan bu maceralar -ki bugünkü uzay macerasına benzemektedir- daha sonra Doğu Hindistan Kumpanyaları gibi dev yapılar oluşturarak yaklaşık dört asır içinde gitgide artan bir ivmeyle yeni kıtaların bulunmasına ve kolonyalizme ve de en önemlisi yavaş yavaş dünya ticaret rotasının yeni kıtaya dönerek Akdeniz merkezli tüketim bölgesinin Atlas Okyanusu’nun ötesine taşınmasına sebep olur. Bu büyük ekonominin tetiklediği sanayi devrimi ve yavaş yavaş doğurduğu devasa Amerikan gücü, Birinci Dünya Savaşı‘ndan hemen önce üretimdeki liderliği, sonrasında finanstaki liderliği ve İkinci Dünya Savaşı‘ndan sonra da hegemonik süper güç vasıflarını sırasıyla üzerine alır. Artık tüketimin merkezi Amerika’dır ve tüm dünya esasen bu tüketim merkezine göre şekillenmiş ekonomik bir organizasyona dönmüştür.
O kadar ki, günümüzde halen yaşamaya devam ettiğimiz bir olgu olarak, Dünya ticari rotalarının ağırlığı ve merkezi Çin/Japonya ve Kore’nin başını çektiği Doğu Asya ile Amerika arasına yani Pasifik’e kaymaktadır. Bebek adımlarını yaşadığımız Uzay İnisiyatifleri sonuç verinceye kadar da böyle olmaya devam edecek gibi görünmektedir. Her ne kadar süreçler benzese de atmosfersiz ortamlara uzanımın imkan ve ölçüsü coğrafi keşifler düzeyine erişebilecek midir bu bir sorudur. Ancak tekrar etmek gerekirse, Çin’den yola çıkan bir kervanın veya Hindistan’dan kalkan bir geminin yolculuğundan, her iki semavi dinin hac yolculuklarına, oradan hadis, bilim, inziva seyahatlerine kadar medeniyetin akışı, insanın temel özellikleri çevresindeki iletişimini takip eder.
Ve kim bilir, belki uzaya bu anlamıyla bir yolculuk boyutuna hiç ulaşamayabiliriz. Ancak bu yolculuk ve hareket hatta hayat belli ölçülerde de olsa başka bir alana kayabilir; “insan iletişiminin yeni mecrası” internetle başlayan ve metaverse’a kadar ifadesini bulan sanal dünyalara…
Umarız bu “uçuk” deneme bizim için olduğu kadar sizin için de keyifli bir yolculuk olmuştur. Bu vesileyle hepinize iyi pazarlar dileriz. Hoşça kalın.
İlginizi Çekebilir
Bir Soğuk Savaş Hikayesi: Bulgaristan'da Asim...
Olimpiyatlar, Yusuf Dikeç ve Rahatlık - Peki ...
Japon Bilinçaltından Gelen Modern Bir Destan:...
Atıl Veri Tabanları'ndan Çıkan İlginç Bir Bel...
Özel Dosya; Tarihte ve Beyazperdede Vampirler
Yirminci Yüzyılın Tarihine Tanklar Aracılığıy...
Merhaba, ben Murat B.Sarı. Eğer sitemizi ilk döneminde takip ettiyseniz beni “Yarıaydın” olarak hatırlayabilirsiniz. Aslında bu rumuz hakkımda oldukça açıklayıcı denilebilir. Yani şu evrendeki bilginin ne kadarına hakim olabilir ki insan? Günümüz dünyasında “T” insan olmak makbul ve ben uzmanlığımın sanata dair herşey hakkında olmasını yeğliyorum. Umarım bunu birlikte başarırız. Yeni maceralarda görüşmek dileğiyle…