Dünyayı Kasıp Kavuran Dizinin Kaynağına Dönüş; A Clash Of Kings’ten Bir S.Volkan Gün Çevirisi

Bunu Paylaşın

Başka dilden gelenler başlıklı bölümümüze, belki de son otuz yılın tarzında tartışmasız, en başarılı eserine, eserin ikinci bölümü ile başlamanın uygun olacağını düşündük.


George R.R.Martin’ in A Song Of Ice And Fire serisinin ikinci kitabı olan A Clash Of Kings. Şu ana kadar beş kitabı yayınlanan serinin geriye kalan iki kitabı(Yazarın ifadesiyle 2 kitaptır) heyecanla bekleniyor.
Neden bu kitabı seçtik?
Pek çok nedeni var ama en başta sayabileceklerimiz; Birinci kitabın çevirisi türü sevenler arasında memnuniyetsizliğe neden olmuştu. Bunun haricinde kurgusal olarak o kadar başarılı bir eser ortaya sunulmuş ki sadece saygıyla okuyup klavyemiz yettiğince sizlerin beğenisine sunmak kalıyor.
Umarız beğenirsiniz.

KRALLARIN ÇARPIŞMASI

GİRİŞ

Kuyruklu yıldızın kuyruğu, şafak boyunca uzanıyordu, Dragonstone’un dik kayalıklarının üzerinde kanayan kırmızı bir kesik, pembe mor gökyüzünde bir yara gibiydi.
Üstat, odasının dışında bulunan rüzgârlı balkonda duruyordu. Burası uzun uçuştan sonra kuzgunların geldiği yerdi. Bıraktıkları dışkılar, adamın her iki tarafında dikili duran ve kadim kalenin duvarlarında kuluçkaya yatmış, her biri üç buçuk metre uzunluğundaki, iki bin yaratık heykelinden ikisi olan ejder ve cehennem köpeğini, beneklendiriyordu. Dragonstone’a ilk geldiğinde çirkin figürlerden oluşan bu ordu onu rahatsız ediyordu ama yıllar geçtikçe onlara alıştı. Şimdi onlar hakkında ‘eski dostlar’ diye düşünüyordu. Üçü beklentiyle gökyüzüne baktılar.
Üstat kehanetlere inanmazdı. Buna rağmen… Çok yaşlı olduğu halde, Cressen hayatı boyunca bunun yarısı kadar parlak ve bu renkte, korkunç bir renk, kan, alev ve gün batımının renginde, bir kuyruklu yıldız görmemişti. Yaratıklarının buna benzer bir şey görüp görmediklerini merak etti. Onlar, ondan çok daha önceden beri buradaydılar ve o gittikten çok sonra da burada olacaklardı. Eğer taştan diller konuşabilse…
Ne ahmaklık. Mazgala yaslandı, deniz aşağıda taşlara vuruyordu, siyah kayanın hissi parmaklarının ucunda sertti. Yaratık şekilli heykellerle konuşmak ve gökyüzündeki kehanetler. ‘Ben yeniden bir çocuk kadar sersemleşen, işi bitmiş yaşlı bir adamım.’ Bir hayat süresinde, zorlukla kazanılan bilgelik, sağlığı ve gücü gibi onu terk mi etmişti? O, Oldtown’un hisarında eğitilmiş ve zincir kazanmış bir üstattı. Cahil bir çiftlik işçisi gibi hurafeler kafasını doldurduğunda ne haline gelmişti?
Buna rağmen… Buna rağmen, kuyrukluyıldız artık gündüz bile yanıyordu, kalenin arkasında bulunan Dragonmont’un sıcak bacalarından soluk gri bir duman yükseliyordu ve dün sabah Hisar’dan gelen beyaz bir kuzgun, uzun süredir beklenen ve o bir o kadar korkulan haberi getirmişti, Yaz’ın bittiğinin haberini. Hepsi hurafe. İnkâr edilemeyecek kadar çok. ‘Tüm bunlar ne demek oluyor?’ diye bağırmak istedi.
‘Usta Cressen, ziyaretçilerimiz var’ Pylos yavaşça konuştu, sanki Cressen’ in dini tefekkürünü bozmaya gönülsüz gibiydi. Kafasının içindeki saçmalıkları bilse bağırırdı. ’Prenses beyaz kuzgunu görmek ister.’ Artık doğruydu, Pylos kıza artık prenses olarak hitap ediyordu, sanki babası kralmış gibi. Büyük tuzlu denizde dumanlı bir kayanın kralı, ama yine de kral. ‘Soytarısı da yanındadır.’
Yaşlı adam kendisini sabit tutması için bir elini ejderinin üstünde tutarak sırtını şafağa döndü.
‘Yerime kadar bana yardım et ve onları içeriye buyur et.’
Pylos, kolundan tutarak adamı içeriye götürdü. Gençliğinde, Cressen hızlı yürürdü, ama şimdilerde sekseninci isim gününe çok uzak değildi ve bacakları güçsüz ve çelimsizdi. İki yıl önce düşüp bir kalçasını çatlatmıştı ve o çatlak asla iyileşmemişti. Geçen yıl hastalandığında Hisar, Oldtown’dan sözde işlerinde yardımcı olmak için Pylos’u yollamıştı ama Cressen gerçeği biliyordu, bu Stannis adayı kapatmadan hemen önceydi. Pylos öldüğü zaman yerini almak üzere gelmişti. Umurunda değildi. Birisi yerine geçmeliydi hem de hoşuna gideceğinden daha çabuk…
Adamın kendisini kitap ve kâğıtlarının arkasına yerleştirmesine izin verdi. ’Git kızı getir. Bir leydiyi bekletmek iyi değildir.’ Elini salladı. Artık acele etme gücü olmayan bir adamın acele edilmesi için yaptığı dermansız bir hareketti. Eti buruşuk ve lekeliydi. Derisi o kadar inceydi ki altındaki damarlardan oluşan ağı ve kemiklerinin şeklini görebiliyordu. Nasıl da titriyorlardı, vakti zamanında çok emin ve marifetli olan bu eller…
Pylos geri döndüğünde kız da onunlaydı, her zamanki gibi utangaç. Kızın arkasında sallanarak ve sekerek kendine has acayip yandan yürüyüşüyle soytarısı geldi. Kafasında eski kalay bir kovadan yapılmış, üstünde inek çıngıraklarının asılı olduğu geyik boynuzları tutturulmuş sahte bir miğfer vardı. Sallandığı her adımda ziller çalıyordu, her biri farklı bir sesle, clang-a dang bong-dong ring-a-ling clong clong clong.
‘Bizi bu kadar erken bir vakitte kim görmeye geldi Pylos?’ Cressen sordu.
‘Ben ve Yamalar, Üstat.’ Riyasız mavi gözlerle baktı adama. Kızın yüzü ne yazık ki güzel değildi. Çocuk babasının çıkık köşeli çenesini ve annesinin talihsiz kulaklarını almıştı, bununla birlikte beşikteyken az daha ölümüne neden olacak hastalıktan kalma kendisine has bir şekilsizliği vardı.
Yanağının yarısından boynunun sonuna kadar eti sert ve ölüydü, derisi çatlak ve pullanmış siyah gri bir renkteydi ve dokunulduğunda his yoktu.
’Pylos beyaz kuzgunu görebileceğimizi söyledi.’
‘Kesinlikle görebilirsiniz’ diye cevapladı Cressen sanki reddedebilirmiş gibi. Vaktinde bu kız çok reddedilmişti. İsmi Shireen’di. Gelecek isim gününde on yaşında olacaktı ve kesinlikle Üstat Cressen’ in bildiği en mahzun çocuktu. ‘Mahzunluğu benim utancımdır’ diye düşündü yaşlı adam. Başarısızlığımın başka bir göstergesi.
‘Üstat Pylos bana bir kibarlık yapın ve Leydi Shireen için kuşu kümesten indirin.’
‘Benim için zevktir.’ Pylos yaşı yirmi beşten fazla olmayan, kibar genç bir adamdı ama buna rağmen altmışındaymış gibi ağırbaşlıydı. Birazda neşeli olabilseydi, içinde biraz daha hayat olsaydı; çünkü burada buna ihtiyaç vardı. Sıkıcı yerlerin ağırbaşlılığa değil aydınlığa ihtiyacı vardı ve Dragonstone şüphe götürmez bir şekilde sıkıcıydı, fırtınanın ve tuzun çevrelediği arkasında bulunan dumanlı dağın gölgesi üstünde olan, ıslak ve kasvetli yalnız bir kale. Bir üstat nereye gönderiliyorsa gitmeliydi ve Cressen 12 yıl önce lorduyla birlikte gelmişti ve hizmet etmişti, hem de iyi hizmet etmişti. Buna rağmen Dragonstone’u hiç sevmemiş ve burada kendisini hiç evinde gibi hissetmemişti. Son zamanlarda kızıl kadının belirdiği huzursuz rüyalarından uyandığında nerede olduğunu çoğu zaman bilmiyordu.

……..

Soytarı, benekli ve yamalı şapkasıyla kafasını, Pylos’un kümese çıkan dik demir merdivenleri tırmanışını seyretmek için çevirdi. Kafasındaki ziller hareketle çaldı.

‘Denizin altında kuşların tüy yerine pulları vardır. ‘dedi clang-a-lang ‘Biliyorum biliyorum oh oh.’

‘Yamalı surat’ bir soytarı için bile zavallı bir haldeydi.  Belki bir zamanlar bir esprisiyle kahkaha tufanı patlatabiliyordu; ama deniz o gücü kendisinden, aklının yarısı ve hafızasının tamamıyla birlikte almıştı. Yumuşak ve obezdi, tikleri ve titremeleri vardı ve çoğu zaman tutarsızdı. Şimdi ona gülen ve yaşasa ya da ölse umursayacak olan bir tek bu kız kalmıştı.

Çirkin bir kız ve aptal bir soytarı ve bir üstat ne üçlüydü ama… Şimdi insanları ağlatacak bir hikâye için her şey tamamdı.

’Benimle otur çocuğum’ Cressen kızı yanına çağırdı.

‘Burada bulunmak için çok erken, şafak yeni doğdu. Yatağında olman gerekiyor’

‘Kötü rüyalar gördüm’ dedi Shireen ‘Ejderhalarla ilgili. Beni yemeye geliyorlardı.’

Çocuk, üstat Cressen bildi bileli kâbusların eziyetine maruz kalıyordu.

‘Bunu daha önce konuşmuştuk’ dedi şefkatle. Ejderhalar canlanamaz. Hepsi taştan oyulmuş çocuğum. Çok eski zamanlarda adamız, büyük Valyria Mülkiyeti’nin en batı karakoluydu. Bu kaleyi yapanlar Valyrialılardı ve onların bizim bilmediğimiz bir biçimde taşa şekil verme hünerleri vardı. Bir kalenin iki duvarının birleştiği yerde savunma amacıyla kuleleri olmalıdır. Valyrialılar bu kuleleri daha ürkütücü görünmeleri için ejderha şeklinde yapmışlar, tıpkı duvarlarını basit mazgallı siperler yerine yaratık heykelleriyle taçlandırdıkları gibi.’

Kızın küçük pembe elini kendi çelimsiz lekeli eliyle tuttu ve şefkatle sıktı. ’Gördüğün gibi korkacak bir şey yok.’

Shireen tatmin olmamıştı. ’Peki ya gökyüzündeki bu şey? Dalla ve Matrice kuyunun başında konuşuyorlardı ve Dalla, kızıl kadının anneme bunun ejderha nefesi olduğunu söylediğini duymuş. Eğer ejderhalar nefes alıyorlarsa, bu canlandıkları anlamına gelmez mi?’

Üstat Cressen, yüzünü ekşiterek ‘Kızıl kadın’ diye düşündü. Annesinin kafasını kendi çılgınlıklarıyla doldurduğu yetmişti, kızının rüyalarını da zehirlemek zorunda mıydı? Dalla’yla sert bir konuşma yapacaktı, böyle hikâyeleri yaymaması için uyaracaktı.

’Gökteki şey bir kuyruklu yıldız, tatlım çocuğum. Gökyüzünde kaybolmuş kuyruğu olan bir yıldız. Yakında gitmiş olacak, hayatımız boyunca bir daha gözükmemek üzere. Bak ve gör.’

Shireen cesurca başını salladı. ’Annem beyaz kuzgunun artık yaz olmadığı anlamına geldiğini söyledi.’

‘Evet, öyle leydim. Beyaz kuzgunlar sadece Hisar’dan uçarlar.’ Cressen’ in parmakları boynunda asılı duran zincire gitti, her biri ayrı bir metalden dövülmüş halkalar, her biri ilmin farklı bir dalındaki ustalığını temsil eden halkalar; ustanın kolyesi,  düzeninin işareti. Gençliğinin gururuyla kolyeyi kolayca takıyordu ama şimdi ağır gelmeye başlamıştı, metal cildine soğuk geliyordu.

’Diğer kuzgunlardan daha iri ve daha akıllıdırlar, sadece çok önemli mesajları taşımak için beslenirler. Bu gelen, özel toplantının yapıldığını, krallığın dört bir yanında gelen raporları ve ölçümleri gözden geçirdiklerini ve bu Büyük Yaz’ın sonunda bittiğini bize haber vermek için geldi. On yıl, iki döngü ve 16 gün sürdü, hatırlanan en uzun yaz.’

‘Şimdi soğuyacak mı?’ Shireen yaz çocuğuydu ve gerçek soğuğu hiç bilmiyordu.

‘Zamanla’ Cressen cevapladı. ’Eğer tanrılar iyiyse, bize ılık bir sonbahar ve gelecek kışa hazırlanmak için bereketli hasatlar bahşedecekler.’

Köylüler uzun bir yazın daha uzun bir kış anlamına geldiğini söylerdi, ama üstat bu tür hikâyelerle çocuğun aklını karıştırmaya gerek duymadı.

Benekli yüz zillerini çaldı. ‘Denizin altında her zaman yazdır’ dedi.

‘Denizkızları saçlarına çiçekler takar ve gümüş renkli yosunlardan kendilerine elbise örerler. Biliyorum, biliyorum oh oh oh.’

‘Gerçekten kar yağacak mı?’ dedi çocuk.

‘Yağacak. Ama daha yıllar var, dua ediyorum ve sonrasında çok uzun süre değil.’

George R.R.Martin

Yazıyı beğendiniz mi?

Ortalama puan 0 / 5. Oylama sayısı: 0

Bunu oylayan ilk kişi olun

RSS
Follow by Email
Twitter
Visit Us
Follow Me
YouTube
YouTube
Instagram

Cevap Yaz

Oturum aç:

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir