Epik Bir Fantastik Evrene Giriş: Tor Ann Günceleri 1.Bölüm

Bunu Paylaşın

İhtişamlı günlerin sona erdiği yıllardı. Toprağın rengini yitirdiği, gün ışığının soğuduğu zamanlar. Talcari limanları artık yavaş yavaş zayıflıyordu, halkları ise mutsuzdu. Denize açılan gemiler boş dönüyordu ve bazıları fırtınalarda kayboluyordu. Bir tek Indolus şehri bu çürümeye karşı ayakta durmayı başarmıştı. Şehir hâlâ daha güçlüydü. Cilalanmış deniz kabuğu kulelerinin tıpkı eski günlerdeki gibi hâlâ parıl parıldı. Şarkı söyleyen perilerin sesleri hâlâ daha büyüleyici ve canlıydı. Avcı Beron bu şehirde doğmuştu.

Soylu bir maceracı ve hazine avcısıydı. İlkgençlik çağından sonraki günlerini Khazzari’de geçirmişti. Khazzari’nin son günlerini gören sayılı insanlardan biriydi. Bir zamanlar şarkılar, örse vuran çekiç çınlamaları, kahkahalar ve zenginlikle dolu bir yerken şimdi soğuk ve ıssız bir mağaralar labirentinden ibaretti Khazzari. Hepi topu birkaç klan kalmıştı tüm tünellerde ve Beron, o klanlardan birine kendini kabul ettirmişti. Bir gün klanın kadim salonunda dostları ile içip, yaşayacakları maceralar hakkında konuşurlarken rakip klanın adamları baskın verdi. Kısa bir cenk yaşandı. Beron tutuklandı. Gözlerini bağlayıp dağın dışına sürdüler asilzadeyi.

Beron, “bunu ne cüretle yaparsınız?” diye haykırdı. Başına gelenin gerçek olabileceğine inanmıyordu bile. “Ben ki Indolus’un asillerindenim.”

“Öyle mi sanıyorsun?” diye güldüler. “Senin günlerin artık sona erdi, bey. Seni Khazzari’den kovuyoruz. Şehrinde, Indolus’ta da, fazla barındırmayacaklar seni. Denizin ötesine yollayacaklar.”

“Peki dostlarıma ne olacak?”

“Khazzari’nın sırları bu madenlerde kalacak,” dediler vahşiçe. “Sen dostlarını düşünme… kendi haline yan.”

Ve gökyüzünde Yıldız Çiçeği parlarken Beron, Khazzari’den böyle sürüldü. Aşağılık bir suçlu gibi zincirlere vurulmuş halde yürütülerek Indolus’a götürüldü. Tam yirmi gün, yirmi gece. Yolun yarısında gözlerini açtılar asilzadenin ve yolun sonu yirmi birinci günde geldi. Şehrin duvarları uzaktan parıl parıl parlarken, “şimdi benim topraklarıma geldik,” dedi Beron. “Tüm bu alçaklığınızın hesabını vereceksiniz. Ne cüretle bir Indolusluya böyle muamele edersiniz.”

Oysa Beron bilmiyordu: bu adamlar bizzat Indolus Meclis tarafından görevlendirilmişti.

“Sen madenlerimizde bir fare gibi yaşarken, hanen darmadağın edildi Beron. Köşkünüz yıkıldı. Ailene neler yapıldığını asla öğrenemeyeceksin! Artık meclisin başında yeni bir khatrab var! Şükürler olsun ki bu sefer Indolus gerçekten asil bir adam tarafından yönetilecek! Sana gelince, sen mağaralarda bir fare gibi yaşayıp haddin olmayan işlere karıştın. Seni şehrindekileri kızdırmamak için gebertmedik. Şimdi ise uzun zamandır beklediğimiz şey oldu. Meclisinizin sahiden ulu bir adam geçti. Şehrinin ileri gelenleri ile birlikte hakkında tutuklama kararı çıkardı. Senin ve hanenin günleri sona erdi, sürgün!”

Beron hiçbir şey söyleyemedi. Babasını ve ağabeylerini düşündü. Ne babasına bir oğul olabilmişti, ne de ağabeylerine kardeşlik edebilmişti. Şimdi ise büsbütün acizdi. Yüreği kavrulup küçücük kaldı. Kapkara kaynatılmış deriler giyen, esmer tenli zalim Khazzarinler’in alaylarını sineye çekmekten başka ne gelirdi ki elinden?

Şehrin duvarları gün yükselirken pembeye, altın sarısına ve kan rengine büründü. Beron o bembeyaz, büyüleyici sahnede yalnızca yabancılığı ve düşmanlığı gördü. O duvarların ardındaki şehir artık onun yuvası değildi. Kim bilir ne tür bir niyetle darbe yapan, isimsiz bir khatrab tarafından ele geçirilmişti. Peki babasını ve ağabeylerine ne olmuştu? Onları bu şehirde mi katletmişlerdi yoksa deniz açılan bir kalassë’nin güvertesinde mi? Asla öğrenemeyecekti Beron. Boşuna düşünüyordu. Peki ya dostları? Khazzari’de bıraktığı dostları? Onlara ne olacaktı? Khazzari’nin sırları, o madenlerde kalacak. Neden bir anda böylesine düşman kesilmiş ve ketum bir kılığa bürünmüştü dünya?

Şehir duvarlarına toplanan sabah şenlikçileri kapılardan geçirilirken ıslıklar çalıp, hakaret etti Beron’a. “Adi! Ödlek! Hain! Düzenbaz!” Küçük insanlar, nihayet tüm acizliği ile onlara sergilenen yarı-tanrıya hakaret edebilme özgürlüğü ile kudurmuştu.

Yıldız Çiçeği’nin yirmi yedinci günüydü.  Beron, akşama dek şehirde dolaştırıldı. Bütün ahaliye bu gün yargılanacağı duyuruldu. Sonra Adalet Tepesi’ne, yüce merus ağaçlarının pespembe yaprakları ile salındığı o vakur mekana götürüldü. Meclis oradaydı. Beron’un talihini bir an önce belirlemek ve Indolus’un kaderini yeni baştan yazmak istiyorlardı bir an önce. Meclis’in etrafı o gün son derece kalabalıktı. Tarihe tanıklık etmek isteyen küçük insanların kalabalığı. Sıcak hava şehrin gizli tuttuğu tüm kokuları serbest bırakmıştı. Çürümenin baharatlı esansı.

Meclisin tunç kaplı kubbesinde ışıldayan akşam güneş zalimdi. Kalabalığın uğultusu zalimdi. Zaman zalimdi. Sıcak ölümcüldü.

Meclis’in darbeci khatrabı, daha önceki khatrabların aksine, omuzlarında dikenler yükselen bir savaş zırhı giyinmişti. Başında ise kapkara bir tolga vardı. İrili ufaklı diğer khatrablar da, savaş gereçlerini kuşanmıştı. Qualindeler ise, Indolus’un sezgisi güçlü, eşsiz bilge şairleri, kırmızı savaş boyaları ile boyamıştı gözlerinin üstünü. Oysa Indolus’un khatrabları ve qualindeleri son derece barışçı ve bilge insanlardı. Şimdi ne olmuştu onlara böyle. Sanki hepsini çarpıtan ve niyetlerini karartan bir lanetle zehirlenmiş gibiydiler.

Beron, onların bu karabasanvari görüntüsü karşısında hiddetle doldu. “Hayırdır,” diye dalga geçti hepsiyle. “Karşınızdaki tamamen aciz düşürülmüş, silahsız bir biçare. Nedir bu haliniz? Gören de cenke gittiğini sanır? Kime karşı? Hile hurda ile alaşağı ettiğiniz ve ailesine yaptığınız alçaklıkları söylemeye bile çekindiğiniz bu biçareye karşı mı?”

“SUS!” diye kükredi darbeci khatrab. İki sütunun arasında yükselen yüce merus ağacından yapılma kapkara bir tahtta oturuyordu. “Laubalilik etme daha fazla! Sen ve ailen bu şehrin gururunu zedelediniz! Hiç olmazsa kendi gururunu zedeleme daha fazla! Utanman olsun biraz!”

“Neyden utanacakmışım,” diye diklendi Beron. “Hile ile darbe yapmadım, onca zaman karanlıkta bir fare gibi saklanıp uygun an için fırsat kollamadım.”

“Fırsat kollamak ha?” diye bağırdı darbeci khatrabın yandaşı olan asilzadelerden biri. “Seninle cenk meydanında hesaplaşmak isterdim, delikanlı. Şehrimizi küçük düşürdüğün her an için bir kılıç darbesi!”

“Hayır,” diye kükredi darbeci khatrab. “Karşımızdaki aşağılık bir adam da olsa, bu şehrin harcını karıştıranların soyundan gelmektedir! Buna hürmet edeceğiz. Onu bu şehirden ancak bir kalassë götürebilir! Şimdi Talar Adaları’ndan dönmekte olan bir kalassë olduğu haberini aldık. Bu yıkıntı herifi şehrimizden o gemi götürecek. Gemi gelinceye kadar da bu adiyi bir kulede tutacağız! Bu adinin kanı bu şehirde dökülmeyecek! Şehrimiz yeterince zehirlendi! O ve ailesinin basiretsizliği ve riyakarlığı şehrimizi yeterince küçülttü! Artık daha fazlasını istemiyoruz!”

Beron bir süre boyunca sustu. Yüksek tavanlı meclisin sütunlarını bile sarstı bu suskunluk. Büyük küçük tüm khatrablara, tüm qualindlere ve asillere nefretle baktı. “Ben bu şehirde değilken, hanemi ne tür bir oyunla alaşağı ettiğinizi söylemeye hiçbirinizin yüzü yok,” dedi. “Korkmuyorsanız bile korkun artık çünkü hepinizi gördüm ve gözlerim sonsuza dek kapanmadan hiçbiriniz güvende değilsiniz…”

Meclis, tüm ünvanları koparılıp alınmış bu asilzadeye aşağılarcasına güldü. Lakin vitraylardan içeri köpük köpük dolan akşamın ışığı sütunlardaki ağlayan kör melek kabartmalarına dokunuyor, Meclis’in dört bir yanında emir bekleyen Muhafızlar’ın yüreğine korku saçıyordu. Beron’dan af dileyerek onun tarafında olduklarını ve tek bir emri ile tüm Meclis’i katletmeye hazır olduklarını haykırmak istediler. Muhafızlar’ın gözü henüz para ve hırs ile kör edilmemişti. Yüreklerindeki sadakat ise dipdiriydi. Beron’un ne denli kudretli bir kana sahip olduğunu çok iyi biliyorlardı ve bu kan öfkeyle akmaya başladığında yıkım getirirdi. Hem tutunduğu köklere hem de karşısında duran her şeye.

Oysa yüreklerindeki sadakat kadar, korkuları da diriydi. Darbeci khatrabdan ve beslediği köpeklerinden korkuyorlardı.  Tek yapabildikleri sessizce dua etmekti çünkü Indolus’ta artık Muhafızlar’ın da çağı kapanmak üzereydi. Darbeci khatrab kendine bağlı yeni bir ordu kurmakla meşguldü…

Beron şehrin kuzey ucunda, on yıl önceki tayfunun yıktığı limandan arta kalan lanetli harabelere götürüldü. Orada prestiji mahkumlar için inşa edilen, bazalt taşından bir kuleye kapatıldı. Kulenin ışık alan tek yeri tavana yakın bir yerlere oyulan küçücük bir delikti. Onun haricinde içerisi ıslak, nemli ve karanlıktı. Bu karanlık çeşitli katmanlara bölünmüş haldeydi. Çeşitli yerlerden basamaklar çıkıp bilinmeyen bir yerde sonlanıyordu. Sanki aklını kaçıran hayaletler buraya dadanmış ve ellerine geçirdikleri ne varsa kaotik bir ölüm labirenti inşa etmişti asilzadeler için. İntihar valsi, neşeli kahkahalar, karanlığa karışmış delilik.

Beron’un gözleri, Khazzari mağaralarında geçirdiği günlerden dolayı karanlığa alışıktı. Kulenin içinde öylesine bir yerden başlayıp, kıvrılarak yukarı tırmanan, sonra hiçbir şeye bağlanmadan, boşlukta öylece biten merdivenleri görebiliyordu. Dikenlerle kaplı zeminleri, kemiklerle dolu odaları ve sağda solda delicesine koşturan fareleri. Fareler önceleri Beron’un varlığına karşı kayıtsızdı. Sonra aniden, Beron, uykudayken ona hücum etmişlerdi. Bu yaratıklar açlık ve nefretin vücut bulmuş haliydi. Bir insana dadandılar mı saatler içinde geriye ancak bir iskelet bırakırlardı.  Beron, tehlikenin farkındaydı lakin korkmuyordu.

“Umarım bu fareler de, Khazzari fareleri kadar hassastır insan sesine,” diye mırıldandı ve fareleri çıldırtan bir ıslık çalarak bacağını kemiren yaratıkların kaçışmasını sağladı. Yaralanan yerlerden kan akıyordu lakin fareler öyle büyük bir zarar vermemişti asilzadeye.

Beron farelerin cesaret bulup yeniden, bu sefer daha kalabalık bir şekilde saldıracağını biliyordu, bu yüzden o ölüm merdivenlerinden birini tırmandı ve en yüksek noktada durup ıslık çalmaya devam etti. Sesi soğuk kulenin karanlık, buğulu çürüyüşünde yankılandı. Delilik damla damla düşüyordu sanki karanlığa. Khazzari’de kazandığı bağışıklık farelerin açtığı yaralara karşı vücudunu dirençli kılıyordu lakin ya bu fareler daha farklı bir hastalık taşıyorsa? Endişeler karanlıkta çabuk büyüdü. Korkusuz asil Beron, kılıçtan ve kalabalıktan korkmayan gözüpek yiğit, şimdi kendi şeytanları karşısında küçülmeye başlamıştı.

Ya yaraları çok şiddetli bir hastalığa sebep olursa? İşte bu kulede ne babasının, ne de arkadaşlarının intikamını alamadan ölüp giderdi o zaman.

Bacağı aksıyordu ve tir tir titriyordu Beron. “Kendi kendimi korkutuyorum,” diye gülüp geçse de durumu kötüleşmeye başladı. Pek çok tehlikeyle karşı karşıyaydı. Böceklerin gelip irinlenmiş yaralarına yumurta bırakması, bacağının kangren olması, ateşinin yükselmesi ve nihayetinde aklını yitirmesi…

Muhafızlar her hafta kulenin girişindeki küçük bir açıklığa yemek ve su bırakıyordu. Beron açıklığın dibinde diz çöküp muhafızların gelişini beklemeye karar verdi. Elini dışarı uzattı. Dikenlerin yırtıp çıktığı kumların arasına Muhafızlar’ın işaret dilinde “buradayım” yazdı yaralı parmaklarıyla. Ona yemek getiren muhafızlar hem eli, hem de işareti gördü. “Buyur beyim,” dediler korkuyla. “Bizi duyuyor musun?”

Beron yorgun ve boğuk bir sesle, “bu deyyuslar beni burada ölüme mi terk etti?” dedi. “Fareler tarafından ısırıldım. Durumum kötüye gidiyor.”

“Tasalanma beyim. Gönlünü ferah tut. Ertesi gün sana hem bir havadis hem de derdini dinleyecek bir hekim getireceğiz.”

Tüm bir gün boyunca deliğin dibinde uzanıp kaldı Beron. Yüzünü o bir parça açıklığa belki semayı görürüm umuduyla yasladı da yasladı. Taşların sert köşeleri pek çok çizik attı suratına. En sonunda yılgın ve yenik bir şekilde geri çekildi. Askerlerin getirdiği yemekten yedi ve sudan içti. Sonra yarı baygın bir şekilde uzandı.

Ertesi gün sahiden de muhafızlar söz verdikleri gibi hem bir hekim, hem de bir havadisle çıkagelmişti. “Batıdaki sürgünler adasına gönderileceksin, beyim,” diye bildirdirdiler havadisi. “Tor Ann’a.”

Getirdikleri hekim ise yıllar boyu denizlerde dolanmış bir kahindi. Hem vücutta, hem de ruhta açılan sayısız yarayla ilgilenmişti. “Korkacak bir şeyin yok,” dedi. “Sadece fareleri ve böcekleri uzak tut yaralarından. İyi olacaksın.”

Gel zaman git zaman o malum gemi Indolus limanına girdi. Akşam, batıdan dalga dalga geliyordu ve köpüklenerek dağılıyordu Talcari Kıyıları’na. Çanlar çalıyordu ve kulelerden akşam ilahilerinin sesleri geliyordu. Deniz kabuğu kuleleri. Gümüş telli arplar. Esmer akşam perileri. Talcari Kıyıları’ndaki yitip gitmiş ihtişamlı zamanlardan geriye kalan son tılsımlar. Muhafızlar, artık gücünü yitirmiş hasta beyi kapatıldığı kuleden alıp kimselere görünmeden limana taşıdı. O gece, incecik tül gibi bulutlardan zarif bir yağmur yağarken Beron’u gemiye bindirip alelacele yolladılar şehirden.

Gemi yıllar boyu esrarengiz kuzey denizlerinde dolanmıştı. Tıpkı diğer kalassëler gibi o da bir ruha sahipti. Bu gemiler yüce merus ağaçlarından yapılırdı ve epeyce geniş kanatları vardı. Gövdeleri simsiyahtı. Pruvaları çığlık atan bir kartal başıydı. Onların ihtişamına ancak kadim günlerin Kuğu Halkı’na ait gemiler yanaşabilirdi. Bir zamanlar, henüz Talcari limanlarının güçlü olduğu yıllarda kalassë gemileri Donmuş Kıyamet’e kadar gitmişti ve her biri şimdi Talcari halklarının anlattığı hikayeleri hediye etmişti geri döndükleri zaman.

Soğuk batı denizleri griydi ve hiçbir canlıyı barındırmıyordu. Uğursuz tek bir balık bile yoktu bu denizlerde. Belki de vardı ama hiçbir insanın merak etmeyeceği kadar derinde, gizli ve karanlık yarıklarda saklanıyorlardı. Deniz pek çok şarkıya konu olsa da ve ona yakaran ya da onu lanetleyen pek çok ağıt yakılsa da, insanların varlığına karşı kayıtsızdı. Bu yüzden Talcari Kıyıları’nın ardına yayılan denize Hissiz Okyanus ismi verilmişti.

Beron kalassë’de saygı gördü. Nihayetinde karadan ve darbeci khatrabın gözlerinden uzaktaydılar. Ona ferah bir kamara verdiler. “Burada dinlen, beyim,” dediler. “Daha epey yolumuz var.”

Rüzgarların sakin ve denizin dost canlısı olduğu Yıldız Çiçeği günleri hızla sona erdi. Ağıt Köpüğü günleri başladı. Deniz şeytani sesler çıkarıyordu artık ve zift gibi yağmurlar yağdırıyordu. Tüm bu garez kalassë’yi ürkütmüyordu oysaki. Gemibütün görkemi ve kararlılığı ile batıya doğru devam ediyordu. Otuz Ağıt Köpüğü günü sonra, daha sert ve zalim olan Kefaret günleri başladı. Deniz dağ gibi büyük, simsiyah dalgalar yarattı ve fırtınalarla yürüdü bu dalgalar. Kurşuni yağmurlar dehşet içinde yağdı ama kalassë tüm görkemi ile denizi yarıp geçti.

Beron, bu yolculuk günleri boyunca geminin alabora olup içindeki tüm varlıklarla birlikte Hissiz Okyanus’un dibine gömülmesi için dua etti. Denizde saklanan hiçliği keşfetmek arzusu duydu. Keşke, diye yakardı karanlığa. Keşke deniz yutsa bu küstah kalassëyi ve yaşamın el çektiği gri, ıslak diyarlara gitsem. Lakin bu istekler onu ürkütüyordu. Yoksa unutmuş muydu ailesine yapılanları, yoksa unutmuş muydu kinini ve verdiği intikam sözünü?

Yirminci Kefaret günü sona ererken, uzaklardan, gece ile ufkun birleştiği yerden Tor Ann’ın pembe ve altın sarısı ışıkları göründü. Sürgünler Kulesi’nin kubbeli feneri için için yanıyor ve ışığını uzaktan yaklaşan tüm gemilere gösteriyordu. Denizin bu yöresinde vahşi çığlıklar atan kuşlar vardı ve Beron güverteye çıktığı zaman, pembe tüylü bu kuşların güzelliği karşısında büyülenmişti. Gecenin keskin karanlığında soluk bir ışık ile parlıyorlardı. Sanki bir rüyayı yeniden yaratmaya çalışır gibi. Bir tanesi sürüsünden ayrıldı. Pes ve yürek burkan çığlıklar atarak gelip, kalassë’nin güvertesine kondu. Kanatlarını iki yana açıp, sessizce izledi insanları. Sonra başka hiçbir işaret vermeden, küçük ama vahşi bir rüzgar çıkararak uçup gitti.

Geride kırmızı renkli bir dışkı bırakmıştı.

O an Beron gemide daha önce hiç görmediği biriyle karşılaştı. Bu herif geminin kahiniydi güya. İhtiyar ve kavruk bir adamdı. Beron ona dikkatlice bakınca, üstelik sesini de duyunca, kuleye kapatıldığı zaman yaralarını tedavi eden hekimin bu herif olduğunu anladı.

Kahin, Beron’u fark etmemişti. Dalgın dalgın pembe tüylü kuşun dışkısını inceledi.

“Ne görüyorsun?” diye sordular ona. “Gökyüzü bize ne söylüyor?”

“Gündüz yönünden bir tehlike yaklaşıyor,” dedi ihtiyar kupkuru bir sesle. “Belki feci bir fırtına, belki de dondurucu bir soğuk, belki de isimsiz bir şey.”

“Gündüz yönü mü?” diye konuştu adamlar. Belli etmek istemeseler de kahini küçümsemişlerdi. “Tor Ann’dan sonra kuzey doğuya ilerleyeceğiz ama. Gündüz yönü bizi ilgilendirmiyor ki…”

“Bu başka bir şey,” dedi kahin ama sözlerinin yabana atıldığını görünce daha fazla konuşmadı.

Gemi, Tor Ann limanına yanaştığı zaman, pembe benizli şafak yükseliyordu. Tor Ann’ın kuleleri sabahın yorgun aydınlığı içinde rüyavari gölgeler gibiydi. Güneş ağır, soğuk ve zayıftı bu denizlerin üzerinde. Lakin ışınları eski günlerin büyülü şarkıları kadar güzeldi. Sanki gündüzün ötesinde, karanlık ve bilinmeyen yıldızlarla dolu kozmik sularda tınlayan bir arpın telleriydi. Güneş bu uğursuz denizlerde kendini öyle sık sık göstermezdi üstelik. Gemidekiler limana böyle berrak bir sabahta yanaşmayı iyi bir işaret olarak kabul etti. 

Kahin karanlık bakışlarla onların bu hiçbir şeyden habersiz, masum saadetini izliyordu. “Sevinmeyin,” dedi bir an. “Karanlık ışıkta gizlidir.”

Ve o andan sonra, gemidekilerin yüreğine bir karanlık çöktü. Kahinden kurtulmak istediler. Çünkü kuzeye gideceklerdi ve bu gündüz yönü de olsa, karanlık sözler ve karanlık bakışlar olmayacak belayı getirirdi. Kalassë tüm heybeti ile kanatlarını iki yana açmış bir avcı kuş gibi Tor Ann limanına yanaşıp demirledi. Tayfalar aşağı indi. Sürgünler de öyle.

Gemide kalan adamlar, kahine o aciz sözleri söyledi, “sen bilge ve uzak gören bir adamsın,” dediler. “Lakin bizler basit insanlarız. Kafamız az buçuk ticarete çalışır. Sözlerin bizim için fazlasıyla karmaşık.”

“Anladım,” dedi kahin. “Ben burada kalacağım. Tor Ann’da. Siz ise yolunuza yeni bir kahin ile devam edin.”

“Bize lütfen darılma,” dedi adamlar, ihtiyardan korkuyorlardı. “Sözlerin bizim için fazla kudretli.”

“Yolunuz açık olsun,” dedi kahin kavruk bir gülümseme ile.

Ve böylece ihtiyar da gemiyi terk edip limana indi. Sabahın pembe ve altın rengi ışıkları limanı gürül gürül dolduruyordu. Gururlu heykeller gibi yükselen deniz taşı kuleleri ve heyecanla kıpırdayan deniz parlıyordu. Kalabalığın sesleri bomboş bir denizin dibinden yükselir gibi, seyrek ve zayıftı. Bir müddet, sakince bir köşede oturup olup biteni izledi kahin. Güneş yükseldi. Kuşlar gece yönünden gündüz yönüne uçtu. Akşama doğru, güneş bu bedbaht kuzey diyarını kurşuni geceye teslim ederken, deniz taşı kulelerinin uzun gölgeleri suya düştü.

İhtiyar kahin, Beron’un yorgun bakışlarıyla karşılaştı uzakta. Hem düşmanlık, hem de saygı vardı o gözlerde. Hem öfke, hem de acındırma duygusu. Beron yavaşça ihtiyara doğru yürüdü. Yanına dek gelip, “baba,” dedi. Bu Indoluslular’ın saygı dolu hitap sözcüğüydü. “Bütün bir gün seninle konuşmak için bekledim.”

“Biliyorum,” dedi ihtiyar ağır ağır.

“Gemi yarın ayrılacak limandan. Onlarla kuzey doğuya gidecek misin?”

“Hayır,” dedi ihtiyar. “Artık burada kalacağım.”

“Kuledeyken bana söylediğin sözler yüreğimi dindirdi,” dedi Beron. “Peki bana burada da yol gösterebilir misin? Ben kayboldum.”

“Sen kaybolmadın, oğlum,” dedi ihtiyar. “Karanlık dalgalar gelip gidiyor, bütün izleri siliyorlar.”

“Peki ne yapacağım?”

“Bekleyeceksin,” dedi ihtiyar hayatın tüm sırrını açıklar gibi duru bir sesle.

Oysa bu basit, tek kelimelik cevap Beron’u hiddetlendirmişti. Öfkeli öfkeli bir iki kez öksürdü. Ciğerleri sarsıldı. “Peki ne yapmalıyım beklerken?” dedi öfkesini bastırmaya çalışarak.

“Ada sana her şeyi açıklayacak.”

“Ben bilmece duymak istemiyorum, baba! Hayat zaten yeterince esrarlı.” “Bilmece değil ki bu,” diye güldü ihtiyar. “Ancak ada anlatabilir sana her şeyi…”

-o-

Sayın Tuğrul Sultanzade‘ye bu güzel öyküsü için teşekkür ediyor, sitemize hoş geldiniz diyoruz.

Yazıyı beğendiniz mi?

Ortalama puan 5 / 5. Oylama sayısı: 3

Bunu oylayan ilk kişi olun

RSS
Follow by Email
Twitter
Visit Us
Follow Me
YouTube
YouTube
Instagram

Cevap Yaz

Oturum aç:

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir