Tundra… Her yer göz alabildiğine kırmızı renkli bodur otlarla kaplıydı. Ufukta uzanan, adını bilmediği tepelerin karlı doruklarına bakarken esen soğuk rüzgâr yüzünü donduruyordu. İleride görünen küçük göl, kendisini de üşüten kuzey rüzgârının tacizi altında titriyordu.
Yola çıkalı yarım gün olmuştu ve Kyal daha şimdiden pişman olmuştu. Pişmanlığının nedeni bu insanları aldatmak üzere olmasının verdiği suçluluk ve beraberinde gelen; onlara karşı duyduğu bağlılık hissi değildi. Bu duygulardan sıyrılalı çok zaman olmuştu. Vicdanı artık kendisiyle konuşmuyordu.
Aptal bir anında boş bulunarak gösterdiği kahramanlık yapma isteği, bu saçma yolculuğun içine itivermişti. Hâlbuki kahraman olmadığını biliyordu. Kahraman olmaktan çok uzaktı. Yardım edemediği, dizlerinde gereken kuvveti, yüreğinde cesareti bulamadığı zamanlar için duyduğu utancı da artık hissedemiyordu. Tek hissettiği kâbuslarından uyandığında duyduğu dayanılmaz uyuma isteğiydi. Lanet olsun ki tekrar uykuya dalamıyordu.
‘Arkada kalma avcı, bize liderlik etmen gerek.’
Raimark atlı grubun en önündeydi. Yanında Markus vardı arkasında da on dört kahraman… Ya da aptal…
‘Merak etme Raimark, zamanı geldiğinde edeceğim.’
Kyal’ın cevabı gülüşmelere neden oldu. Manganın genel ruh hali iyiydi. Her bir adamın yüzünde kararlı bir ifade vardı. Korku ise taşların arasına sinmiş küçük kemirgenler gibiydi. Her biri korkularını ayaklarının altında ezmek için hazır görünüyordu.
Tundra’nın Merhametinde yapılan toplantı sonrasında Saadberg’li iki adamın haricinde on dört kişi daha ejderha avına gönüllü olmuştu. Aralarında ayyaş avcı Stikkard, Mindar Marburg’un kuzeni Luca Marburg, simyacı Fredik ve Kolten kardeşler de bulunuyordu.
Bir gecede daha iyisi toplanamaz diye düşünmüştü Kyal odasına giderken. Ertesi gün ise hummalı bir hazırlık başlamıştı. Mindar Marburg’un gümüş paraları kasabanın iki demircisinin gün boyu çalışmasını sağlamış, ocaklar durmadan yanmıştı. Sonuçtan herkes memnundu. Zırhlar, kılıçlar ve mızraklar hazırdı.
Gerisi tamamen Kyal’ın önünde at süren bu adamların beceri ve cesaretlerine kalıyordu. Tek kollu kaptan Sorens’in zamanında dediği gibi; mızraklar ve kılıçlar doğru zamanda doğru yere savurmazsan sadece ağırlıktır hayatta kalmayı sağlamaz.
Sorens’in belalıları derlerdi kendilerine… Aralarına on altı yaşındaki Kyal’i kabul ettiklerinde, genç adam hayatının geri kalanını etkileyecek bir işin içine girdiğini bilmiyordu. Şimdi düşündüğünde yine aynı tercihi yapacağını biliyordu; çünkü o zaman başka çaresi yoktu. Küçük bir suçluya başka kim yemek ve iş verirdi ki?
Kaptan neşeli bir adamdı, tabi ayık olduğunda. Dirsekten itibaren olmayan kolunu sallayarak söylerdi veciz sözlerini ve ‘Bakın ben yanlış zamanda salladım lanet kılıcı, şimdi o kanatlı canavarın midesinde, tabi kolumun geri kalanıyla birlikte’ diyerek kahkahayı patlatırdı.
Kyal, kaptanı hatırladıkça yüzünde hala bir tebessüm belirmesine seviniyordu. Tabi bu zamanlar sadece uyanık olduğu zamanlardı. Uyurken tüm gerçekler saklandıkları yerden çıkıp Kyal’ı rahatsız etmek için ellerinden geleni yapıyorlardı.
Kaptan’ın alev alev yanan vücudunu gördüğü an hala anılarının en parlak ve en acı anıydı. Ellerini Kyal’a uzatmış, kurdukları düzeneğin kolunu çekmesi için yalvarıyordu. Çığlıklar içinde yanarken…
‘Sence gitmiş midir?’
Kyal irkildi. Yanında at süren Fredik’ti. Hangi ara yanına gelmişti?
Toparlandı.
‘Hiçbir ejderha saldırdığı yerde kalmaz. Ne varsa tüketir ve yeni avlar için başka yerlere uçar.’
‘Biz de o dev oklardan yapmalıydık.’ Fredik bunu sanki birisi ona hakaret etmiş ve o da buna karşılık verememiş gibi söylemişti. Dürüst bir adamdı. Kyal’in uzun süredir rastlamadığı kadar dürüst bir adamdı.
Bazı zamanlar, içinde taşıdığı acı ağırlığını iyice hissettirdiğinde birisiyle konuşma ihtiyacı duyuyordu; ama kimseye güvenmiyordu. Cümlelerini geri yuttuğu tek insan uzun süreden sonra ilk kez Fredik olmuştu. Ama risk göze alamayacağı kadar büyüktü.
Olmadığı birisi gibi davranmaya başlayalı o kadar uzun zaman olmuştu ki…
‘Sen denedin. Kimse aksini söyleyemez.’
‘Yaşlı aptal Mindar diğerlerini etkilemeseydi işe yarayan bir savunmamız olabilirdi.’
Kyal güldü.
‘Yeraltına sığınak yapmak daha cazip bir fikirdi bence.’
Buna Fredik’te güldü.
‘Bilmiyorum.’ Birden çıkmıştı Kyal’in ağzından.
‘Neyi?’
‘Altın göz. Diğerlerinden farklı.’
‘Ejderha avcısı olan sensin. Öyle diyorsan… Yola çıkacağımız akşam eşyalarımı toplarken gözüm haritaya takıldı. Ne fark ettim biliyor musun?’
Fredik cevabı beklemeden tekrar konuşmaya başladı. Kuvvetli bir rüzgâr tundranın üzerinden geçti.
‘ Saadberg, Landaim, Muus ve hatta Rodburg. Bu kasabalara bakınca…’
‘Ne olmuş o kasabalara? Ne söylemeye çalışıyorsun?’ Kyal duyacağı cevabı biliyordu; çünkü aynı şeyi kendisi de fark etmişti. Bu yüzden kendisine çok kızıyordu. Bu iş açlıktan çılgına dönmüş bir ejderhanın işinden çok daha fazlasıydı ve bunu fark ettiği halde bu ava çıkmaya gönüllü olmuştu.
‘Bunlar sıradan saldırılar değil. Belli bir düzenle saldırıyor. Bana deli diyebilirsin ama sanki bir planı var gibi.’
Kyal güldü.
‘Bu bir ejderha için bile fazla kurnazca dostum. Arada sırada uyumaya çalış.’
Atını öne doğru sürerek Fredik’i geride bıraktı. Her ne kadar genç simyacının dostluğuna değer verse de bu durumun fark edilmesi olayı farklı bir yere getirebilirdi. Eğer durumu iyi idare ederse bu işten rahatlıkla kurtulabilirdi. Planı çok basitti.
Ejderha büyük olasılıkla bu bölgedeydi. Öyle ise saldırdığında -ki doyumsuz canavarlar daima açtı, muhakkak saldıracaktı- Kyal hazır olacak ve mangadaki her bir adam katledilirken en iyi yaptığı şeyi yaparak saklanıp şu anda Raimark’ta bulunan bir kese gümüş para ile yeni bir kasabaya ve yeni bir hayata doğru yola çıkacaktı.
Trondaam kasabasındaki günlerinin sonuna gelmişti. İşin içinde ejderhalar olduğu zaman daima tehlike vardı; ama gecenin bir zamanında sessizce handan sıvışıp, dörtnala at sürerken fark edilip kovalanma ve yakalanma ihtimali bir ejderhanın yemek alanından birçok av varken kaçma ihtimalinden daha fazlaydı.
Gün batımına doğru at sürdüler. Saadberg’li Markus kasabalarının, önlerinde uzanan tepenin ardında olduğunu söylediğinde nerdeyse akşam olmuştu. Kendisi Rytalli dağlarının güneyinde kalan topraklarda büyüyen Kyal için bu zorlu iklimde tek zorluk bitmeyen gecelerdi. Uyumak için zaman çok; ama uyuyacak huzuru yoktu.
Sorens’in belalıları rüyalarından çıkmak bilmiyordu. Yaşlı Jung’un haykırışları, Sorens’in yanan silueti, arkadaşı Toderg ’in yardım çığlıkları; hepsi hafızasına kazınmış gittikçe soğuyan hava kadar gerçek ve ürperticiydi.
Tepenin hemen eteğinde Kyal mangayı durdurdu.
‘Neler oluyor Kyal?’
Sivri çenesi ve uzun sakalıyla Raimark karanlıkta ürkütücü görünüyordu.
‘Yoksa korktun geri mi dönüyorsun avcı?’
Rasmus Kolten iki kardeşten neşeli olanıydı. Lark ise kavgacı ve huysuzdu. Her ikisi de cesur adamlardı. Lark’ın ağzında her zaman olduğu gibi yine kurutulmuş tuzlu et vardı.
‘Köpekleri salma zamanımız geldi.’
Kyal ejderha avlamak ile ilgili öğrendiği her şeyi, ilk ve tek manganın başındaki adam Sorens’e borçluydu. Köpekler, saklanan bir ejderhayı ortaya çıkartmanın en iyi yoluydu. Doyumluk kurutulmuş et parçaları gibi; savunmasız köpekler, kurnaz canavarların iştahını kabartıp bulundukları yerden çıkmalarına neden olurdu.
Stikkard içki kokan nefesiyle konuştu.
‘Genç adam akıllı, onu dinleyin.’
Raimark işaret etti ve köpekler salındı. Manganın başı Kyal gibi dursa da tüm adamlar Raimark’ın sözünü dinliyordu. Bu durum kaçma anında Kyal’in çok işine yarayabilirdi. Raimark korkusuz bir adamdı ve niyeti bu ejderha ile savaşmaktı. Onu dinleyen herkesten kılıçlarına sarılarak saldırmalarını istediğinde, Kyal’in planladığı her şey güneydeki festivallerde yapılan yarışlarda ki gibi; tepeden aşağıya yuvarlanan tekerlek peynir misali hızla gidecekti.
Beş köpek, şimdi boş görünen kasabaya doğru yarışırken manga huzursuz bir bekleyişe geçti. Çok vakit geçmeden kasabadan sesler yükselmeye başladı. Boş ovanın ıssızlığında yankılanan sesler tüyleri ürpertiyordu. Hırlamalar, havlamalar, ince çığlıklar birbirine karışmıştı. Birden Markus kılıcını çekti ve bağırdı.
‘Lanet leş yiyiciler!’
Ve atını tepeden aşağıya dörtnala sürdü.
Kılıcını çeken ikinci adam Raimark’tı. Sonra diğerleri iri adamı takip etti.
Kasabaya girdiklerinde karşılaştıkları manzara kuzeyli adamların sağlam midelerinin bile kaldıramayacağı türdendi. Sırtlanlar tundra da bulamayacakları bir ziyafetin farkına varmışlar, altın gözden arda kalanları yemekle meşguldüler, en azından manganın köpekleri aralarına dalana kadar…
Kyal kasabanın meydanı olduğunu anladığı alana geldiğinde Markus ve diğerleri çoktan sırtlanların arasına dalmıştılar. Geriye kalan üç köpek sırtlan sürüsünün bir kısmının arasında kalmış canları için savaşırken, sırtlanların büyük bölümü atlara ve üzerindeki insanlara saldırıyorlardı.
Sırtlanlar normalde insanlardan korkardı ama bu sürü uzun süredir aç olmalıydı. Yemeklerinden vazgeçme niyetinde değildiler. Ay ışığı altında mızraklarıyla atlarının üzerinden kendilerine saldıran vahşi leş yiyicilere karşı ilk anda avantajlı gibi duran manga bir süre sonra atların birer birer yaralanmasıyla bu avantajı kaybetmeye başlamışlardı.
Karanlıkta insanlardan çok daha iyi gören sırtlanlar binicileri diğer tarafa saldırırken atların ayaklarına saldırıp ısırıyorlardı. Hırlamalar ve acı dolu kişnemeler arasından bir ses duyuldu. Kyal dönüp baktığında Fredik’i gördü.
Genç simyacı iyi bir binici değildi. Kasaba meydanına, bilerek geride kalan Kyal’in de arkasından girmişti.
‘Meşaleler’ diye bağırıyordu. ‘Sıkı durun.’
Ve elinde tuttuğu cam şişenin ucundaki bezi çakmak taşı yardımıyla tutuşturarak sürünün en kalabalık olduğu yere fırlattı. Onlarca sırtlan bir anda parlayan ve etrafa sıçrayan ateşin etkisiyle sağa sola dağıldılar.
Bu fırsatı ilk değerlendiren Raimark oldu. İri adam eyerindeki gözden çıkarttığı meşaleyi atın üzerinden yere doğru eğilerek yaktı. Diğerleri takipteydi.
Kyal’ de gruba katılarak kapışmanın ortasına daldı. Ateş geceyi ve harabeye dönmüş kasabayı aydınlatırken, sırtlan sürüsünün sayı avantajını da ortadan kaldırmıştı. Şimdi daha iyi gören atlılar ejderha derisi için hazırlanmış kuvvetli mızraklarıyla sırtlanları birer ikişer öldürmeye başladılar.
Kyal bir sırtlanı öldürmüştü ki gözünün ucuyla şaha kalkan bir at gördü. Bir an o yöne dönüp baktı. Alevlerin arasında kalan atına hâkim olamayan Torm, hayvanın üzerinde zorlukla duruyordu. Torm kasabanın gençlerindendi ve diğerlerine göre daha cılızdı. Bindiği hayvanı özelliklede ateşten korkmuş bir haldeyken kontrol altında tutması çok zordu.
Bir an sonra kontrolü kaybetti ve attan düşerek alevlerin arasında Kyal’ın görüşünden kayboldu.
‘Torm’a yardım edin’ diye bağırdı Fredik, olan biteni güvenli bir mesafeden izliyordu. Savaşmak onun işi değildi; onun işi düşünmekti.
Sırtlanlar, kazanamayacakları bir kavganın içinde olduklarını anlamış olmalıydılar. Kasabanın karanlıkta kalan arka sokaklarına doğru kaçıyorlardı.
‘Yardım edin’
Lark’ın sesinde telaş vardı. Arkadaşı olan Torm’un yardımına ilk o koşmuştu. Diğerleri geride kalan son sırtlanları hallederken üç kişi yanmış Torm’u güvenli bir uzaklığa taşıdı. Kyal olan biteni izlerken aklına arkadaşı Toderg geldi. Kendisinden iki yaş büyük olan Toderg heyecan dolu bir maceraperestti.
Tehlikenin ona zevk verdiğini söylerdi. Kyal gülümsedi. Toderg’i bir ejderha parçalamıştı.
‘Kurtar onu Fredik.’
Bağıran Lark’tı; ama genç simyacı yerinden kıpırdamıyordu.
‘Attan düşünce boynu kırılmış. Yanmadan önce ölmüş.’
Fredik’in sesinde hüzün ve çaresizlik vardı.
Kardeşi, Lark’ı Torm’un kısa sürede kömüre dönen cesedinin başından kaldırırken Raimark malzemelerin yüklü olduğu atın sırtından küreği alıyordu.
Genç adam gömüldükten sonra sağ kalan iki köpeğin tedavisiyle ilgilenildi. Bir grupta kasabanın içine dağılarak sağ kalan var mı diye aramaya başladılar. Kyal ’de o grubun içindeydi.
Altın göz gerçekten acımasız bir canavardı. Bir evin duvarında üç küçük çocuğun yanmış cesetlerini gördüğünde Kyal iliklerine kadar titredi. Muhtemelen dev yaratıktan kaçarken bu eve saklanmak isteyen üç çocuk kapıya varamadan ejderhanın cehennem ateşine yakalanmışlardı. Niyetinin onları yemek olmadığı çok açıktı. Gırtlağında ne kadar ateş varsa hepsini üç küçük çocuğun üzerine kusmuştu.
Markus ağlamaya başladı.
‘Bu ev kardeşimin eviydi’ diyebildi sadece. Kyal ve diğerleri sağ kalan kimse var mı diye ararken Markus elleri başının arasında, içeri girmeye cesaret edemediği evin kapısında oturdu. Kyal endişelenmesi gereken akrabaları olmadığı için ne kadar şanslı olduğunu düşündü.
Hırsız olmak için kırsaldaki evinden kaçtığında üç kardeşi ve babası vardı. Onları düşünmeyeli bir hayat kadar uzun zaman geçmişti. Artık düşünmek için çok geçti.
Kyal, yanmış kasaba Saadberg ’in boş sokaklarında dolaşırken tek amacı; başka kasabalardaki başka hikâyelerde kullanmak için etraftan Altın göze ait bir parça bulabilmekti, belki bir pençe, belki kuyruktan bir parça; ama bulamadı. Rastlayabildiği tek şey yanmış insan cesetlerinden geriye kalanlardı.
Kasaba halkı silahlanmaya bile fırsat bulamamıştı. Markus’un anlattığına göre sabaha karşı herkes uyurken saldırmıştı Altın göz. Kyal bu canavara bu kadar yakında olmaktan dolayı kendisini rahatsız hissediyordu; ama şu an için tecrübeli bir avcıymış gibi davranmaktan başka bir çaresi yoktu.
Soğuk, hareketli bir gün geçiren manga üyelerini hırpalamıştı. İliklere işleyen ayaz tundra gecesinde harabe haline gelmiş evlerin arasında kamp kurdular. İlk nöbeti Raimark ve Lark üstlenmişti.
Her seferinde kâbusla uyandığını bildiği halde uyumak zorunda olan Kyal bir an önce sabah olmasını istiyordu. Gözleri kapandı ve yanmış evlerin siluetlerine bakarken uykuya daldı.
Sorens’in beline ipi sıkıca bağladı.
‘Yavaş evlat, nefes alamaıyorum.’
‘Üzgünüm kaptan.’
‘Üzgün falan değilsin genç Henrun. Yalan söyleyemiyorsun.’
‘Üzgünüm kaptan.’
‘Aynı şeyi söyleyip durma. Sıkılmaya başladım.’
‘Üzgünüm…’
Genç Henrun arkasını dönerek Kaptan Sorens’in yanından uzaklaştı. Kırsaldaki evinden ve kardeşlerinden ayrıldığından beri kendisine iyi davranan ilk insandı bu tek kollu adam. Ayaklarıyla alan boyunca uzanan iplerin üzerini toprakla kapatıyordu. Ejderhalar zeki yaratıklardı; tuzağa düşürmek çok zordu.
‘Hazır mısın kaptan?’
Yaşlı Jung’un sesi her zaman ki gibi kuru ve çatallıydı.
‘Bakalım bu ejderha ne kadar açmış.’
‘Onlar hep açtır yaşlı dostum’ diyerek yarım olan kolunu sallamıştı Sorens.
Henrun yaşlı adamın yanına giderek onu izlemeye başladı. İkinci makarayı kurmakla meşgul olan yaşlı adamın görevi buydu.
Ejderhalarla savaşamayacak kadar yaşlıydı; ama hayat deneyimi çok olan birisiydi. Henrun’a, babasının on altı senede öğrettiğinden çok daha fazlasını bir yılda öğretmişti.
‘Bu da tamamdır.’
‘İşe yarayacak mı Jung?’
Yaşlı adam güldü.
‘Merak etme evlat. Daha önce denenmiş bir yöntemdir.’
‘Ama biz denemedik.’
‘Ne diyebilirim. Sürprizlerle dolu bir manga liderimiz var.’
İkisi gülüştüler.
Tuzak çok basitti. Bölgedeki birkaç çiftliğe saldıran yetişkin bir erkek ejderhanın hala buralarda olduğunu öğrenmişlerdi. Sorens’in belalıları hızlı davranmış ve bu bölgenin sorumlu askerine giderek gerekli avlanma yetkisini almıştı. Gerisi tamamen hazırlıktan ibaretti.
Kaptanın beline ve oradan da dört adet makaraya bağlı ipler ejderha kendisine meydan okuyan kaptana doğru yaklaşınca Sorens’in süratle geriye çekilmesini sağlayacaktı. Bu esnada yüksek yerlerde saklı adamlar alçalmış ya da yere konmuş ejderhanın canına okuyacaklardı. Basit ama etkili bir plandı.
‘Hey evlat, kovaları bir daha kontrol et. İplerin sürtünmeden yanmasını istemeyiz.’
Sözler manganın en acımasız adamı Kyal’e aitti. Henrun, doğu sınırından olan bu dağlı adamı pek sevmiyordu. Sert ve acımasızdı.
‘Tamam efendim’
Tam arka tarafta duran kovalara yönelmişti ki gökyüzünün karardığını fark etti. Hava güneşliydi bulut olmadığına emindi. Tuzak kurdukları nokta Syönferd dağının yakınında bulunan bir geçitti. Bir yanını dik bir tepenin sırt, diğer tarafını ise büyük kayalıklar oluşturuyordu. Ejderha geldiğinde kaptanı hızla tepenin sırtındaki güvenli alana çekecekler ve gerisini kayalıklarda saklı adamlar halledecekti; ama bu asla olmadı.
Henrun’un üstüne düşen gölge gittikçe büyüyordu. Kafasını kaldırdığında gördüğü manzara karşısında az önce işememiş olsa altına yapabilirdi. Dev bir ejderha tepenin dik sırtına paralel olarak aşağıya doğru uçuyordu. Kurnaz yaratık arkalarından dolanmıştı.
Henrun bağırıp uyarmalıydı; ama yapamadı. Nutku tutuldu. Öylece kalakaldı. Ejderha kendisine üç adam boyu mesafedeyken ulu kanatlarını açarak yere paralel konuma geldi.
Yaratık üstünden geçerken arka ayağıyla Henrun’a vurdu. Cılız genç kayalara doğru uçarken ejderha ateş kusmaya başlamıştı bile. İlk kurban yaşlı Jung olmuştu. Sırt üstü yere düşen Henrun kendine gelmeye çalıştı ama bütün vücudu acıyla titriyordu.
Duyduğu çığlıklar ve sesler dehşet vericiydi. Doğruldu ve makaralardan ikisinin bulunduğu kayanın arkasından duruma baktı. Geçit, ateşten bir perdeyle örtülmüştü. Ölüm; kanatlanmış Sorens’in belalılarını avlarken, bulunduğu kayanın arkasında kıpırdayamadan kalmıştı genç Henrun.
Karşıda, on adım ötedeki diğer kayanın ardında düzeneği serbest bırakan kol duruyordu. Kaptan Sorens kıpırdayamamıştı. Kolunu uzatmış büyük bir acıyla yanarken genç Henrun’un kolu çekmesini istiyordu…
Kyal kuvvetle sarsıldığını hissederek gözünü açtı. Eğer uyandırılmasaydı zaten bir an sonra sıçrayarak uyanacaktı. Her gece aynı rüyayı görüyordu. Soğuğa rağmen terlemişti. Kafasını çevirip neler olduğunu soracaktı ki büyük bir el ağzını kapattı. Raimark’la göz göze geldiler.
İri adam parmağını dudaklarına götürdü. Kyal anladığını kafasıyla işaret etti. Raimark yavaşça elini çekti ve diğer eliyle gökyüzünü gösterdi. Kyal doğrulduğunda manganın diğer üyelerinin uyanmış olduğunu gördü. Kafasını kaldırdı ve iri adamın işaret ettiği yöne baktı.
Şafak zamanıydı. Kızıl gökyüzünde neredeyse güzel denecek bir zarafetle uçuyordu. Kyal gördüğüne inanmak istemedi. Bulundukları yerin birkaç fersah batısında, gökyüzünde süzülerek uçan ejderhayı gördü. Yiyecek bir şey arıyordu besbelli.
Birden alçalarak ileride tepenin ardında gözden kayboldu.
‘Nereye gitti?’
Rasmus heyecanlıydı.
‘Bilmiyorum ama burada açık avız. Toplanmalıyız.’
‘Ben biliyorum’ dedi Markus. ‘Sanırım…’
Herkes Markus’tan bir açıklama bekliyordu.
‘Etrafta onun büyüklüğünde bir canlının su ihtiyacını giderebilecek tek bir yer var. Oraya doğru uçtu. Ölü kralların vadisine…’
Herkes birbirine baktı.
Raimark gürledi.
‘Ne duruyorsun. Giyin zırhlarınızı, ava çıkıyoruz. Ölü kralların vadisine…’
S.V.G.
İlginizi Çekebilir
Berdan Sarıgöl’den Tefrika Bir Bilimkurgu Nov...
90’lar Estetiğinde Bir Polisiye Senaryo: Gece...
İtalyan Fütürizmine Dair Retro Fantastik Bir ...
Berdan Sarıgöl’den Saga'nın İkinci Kitabı – U...
Valkyrie Evreni Hikayeleri-4: Kabul Edilemez ...
Kasvet Ulu'dan Bir Öykü: Arayış
Tüm kurgu severleri saygıyla selamlıyorum. Ben Volkan Gün. Marmara Üniversitesi İşletme Bölümü’nden 1 asır önce mezun oldum. Sonsuzluk kadar uzun süre bankacılık yaptım. Yapmaktan zevk aldığım pek çok hobim oldu; ama bilim kurgu ve fantastik okumak yazmak ve izlemekten asla sıkılmadım. Bir insanın hayal gücünün milyonları peşinden sürükleyebildiğini defalarca görmüş birisi olarak en çok istediğim şey sizlerle ortaya koyduklarımız hakkında konuşabilmek, sizlere ulaşabilmek.