Bugün 2019’a veda ederken yazılarımızın ikincisini paylaşıyoruz sizlerle. Konumuz da yılın son dönemine damga vuran Martin Scorsese filmi; The Irishman. Dilerseniz geleneksel spoiler uyarımızı yapalım ve fragmana bir göz atalım.
Film, ikinci dünya savaşından sonra yükselişe geçen ve 1970’lere kadar gücünü arttıran Amerikan Kamyoncular Sendikası başkanı Jimmy Hoffa‘nın kayboluşuna bir yorum getiriyor. Charles Brandt’ın biyografik eserinden beyazperdeye aktarılan filmde boşluklar, “The Irishman” yani Frank Sheeran (Robert De Niro ) tarafından doldurulmuş.
Bununla birlikte hepsi bu kadar değil. Yani bu bir belgesel, polisiye eseri değil. Amerikan siyasi tarihinden mafyaya, inançtan adalete ve kişilerin iç dünyasına kadar son derece dolu ve yetkin bir eserle karşı karşıyayız.
Birçokları için bu film bir veda filmi. Gerçekten de filmin efsane dörtlüsü, Robert De Niro, Al Pacino, Joe Pesci ve yönetmen Martin Scorsese artık yetmiş beş yaşlarının üzerindeler. Ve bunca yıl insana çok ciddi bir deneyim ve analiz yeteneği de katıyor. Egoları ele alalım örneğin; Robert De Niro ile Al Pacino arasındaki rekabet/hoşnutsuluk belki de son otuz yılın en ünlü ego savaşıydı. Ancak bu filmde Heat gibi değil sakin ve bitirmiş de kalkmış iki adam olarak büyüyorlar perdede.
Filme dönersek, öncelikle Martin Scorsese’nin teknik ustalığı gerçekten tartışmasız bir şekilde kendini gösteriyor. Film teknik açıdan o kadar kusursuz ki ve o kadar kendinden emin ki hiç şov yapmamasına ve gereğinden fazlasını ortaya koymamasına rağmen çok küçük teknik oyunlar ve yenilikler de yapmaktan geri durmuyor. Ne demek istiyoruz? Mesela Irishman’i siyasi ve Amerikan politik tarihinin mafya ile olan ilişkisi bazında ele alalım. Bu filmi Oliver Stone çekseydi, -JFK ve Nixon’u hatırlayın- evet belli bir mesaj verilir, çarpıcı olur, iyinin yanında durulur ancak Oliver Stone’u her sahnede görürdünüz. Burada ise ustayı fark etmiyorsunuz bile. Üstelik bunca büyük temasına ve Scorsese’nin tüm kariyerinde güttüğü adalet davasına rağmen -Scorsese’nin çektiği mafya filmlerinde genel tema adalet özlemidir, bu dünyevi de olabilir ilahi de ama yüzeyden görüldüğü gibi bir mafya güzellemesi ya da takıntısı değildir.- bu aslında son derece minimal ve felsefi de bir yapım ayrıca.
Film bir noktada açık ve net bir şekilde tüm o güçlü ve zalim adamların ya hapiste, ya kendi rakipleri tarafından öldürülerek ya da ölümlerine yaklaştıklarını hissettiklerinde ilahi af umuduyla çırpındıklarını göstererek mesajını ortaya koyuyor. Ancak çok daha başarıyla yaptığı şey şu; mafyanın yaptığı şeyleri toplumun bir sonucu olarak görmekle birlikte karakterlerini temize çıkartmıyor. Bu yolu kendileri seçtiklerini ve bu sorumluluğu kendilerinin taşımak zorunda olduklarını gösteriyor.
Bütün bunları da aslında ismiyle müsemma bir kişi üzerinden gözümüze sokuyor neredeyse: The Irishman yani; Frank Sheeran (Robert De Niro). İkinci dünya savaşında dört sene savaşıp sadece cephede değil cephe gerisinde de cinayetler işleyen/işletilen bu adam, orada ruhunu kaybediyor. Daha sonra evine dönüyor. Bir işi ve eşi var ama bu ona yetmiyor. Suç, karanlık, yükselme, öldürme arzusu ne derseniz deyin onu sürekli olarak daha kötüye itiyor. Sonunda da mafya tetikçiliğinden, sendika yöneticiliğine kadar yükseliyor. Ama her zaman bir hizmetkar olarak. Hiçbir zaman yüksek adamlardan biri olmuyor. Büyük başların yanında, onlar tarafından takdir gören ama her zaman onların emrinde… Orduda subaylarının pis işlerini yapan Sheeran, sivil hayatında da mafyanın pis işlerini yapıyor. Sonunda da belki kendisine gerçekten değer veren tek adam olan Jimmy Hoffa’yı (Al Pacino) öldürüp berbat eserinin altına imzayı da atıyor. Bütün bunları yapması için aslında hiçbir gerekçesi yok ve ölmek üzereyken giriştiği af çabası bile tamamen temelsiz. Bir tür robot gibi ve kendine, hatta kızlarına söylediği herşey de yalan. Bir muhasebesi yok. Ruhsuz bomboş bir adam.
Oyunculuklardan bahsedecek olursak. Her ne kadar görkemli olmasa da hatta belki de sadece bu sebeple Robert De Niro, karakterini çok iyi yansıtmış. Oynadığı karakterin gerçek olmadığını -ya da insani özelliklerini kaybetmiş olduğunu- çok iyi kavramış ve mükemmelen de yansıtmış. Hoffa’ya ve kızı Peggy’ye, karşı, bir zombinin bir zamanlar yaşarkenki duygularını hatırlaması kabilinden duyduğu bir ilgi ve üzüntülü özlemi de aynı yumuşaklıkla sunmuş. Oscar’lık bir drama olmayabilir. Ancak yetmiş yedi yaşında bir adamın bilgeliği ile sunulmuş bir performans.
Al Pacino Jimmy Hoffa rolünde aynı De Niro gibi ince nüansları çok başarıyla vermiş. Yine çok görkemli veya dramatik bir performans değil. Bununla birlikte gücü elinde tutan ancak idealist ve özünde iyi bir adamın, her ne kadar korkusuz da görünse ve korkunç yaratıklarla aynı ortamda olmaktan kaçmasa da aslında ne kadar yalnız, çaresiz ve zayıf pozisyonda olduğunu, vakarından hiçbir şey kaybetmeden ustaca ve sırılsıklam olmayan bir hüzünle vermiş.
Ve Joe Pesci… Yani filmdeki adıyla Russel Buffalino. Joe Pesci de ruhsuz, tehlike saçan ve soğukkanlı bir katili mükemmelen oynamış.O da De Niro ve Pacino gibi karakterinin küçük nüanslarını çok başarılı vermiş. Özellikle Frank Sheeran’a saygı duyuyor ve onu seviyormuş gibi göründüğü halde asla onu kendi eşiti olarak görmediği ve düşük bir frekansla ona -ve aslında herkese- tehdit saçtığına dair portreyi olağanüstü başarıyla hissettirmiş. Ancak bir şey daha var. Joe Pesci en ufak bir bakışından, yaşlandığında hapishanede ekmekle üzüm suyu yiyişine kadar -ki bu aslında Hristiyanlıktaki ekmek ve şarap ayinine bir göndermedir. Bununla birlikte bu ayini bile hakkıyla yapamazlar.- bunu çok görkemli ve dramatik bir şekilde de yansıtmış. Diğer iki süperstar kadar minimalist değil ancak onlar kadar başarılı şekilde hayalet olguları yansıtan bir performans. Ayrıca tekrar etmek gerekirse son derece de görkemli. Ben Joe Pesci’nin Oscar’ı alabileceğini düşünüyorum.
Tüm oyuncuların görevini son derece iyi yaptığını da ayrıca belirtmeliyim. Anne Paquin‘in sessiz öfkesinden, Harvey Keitel‘in korkutuculuğuna kadar her şey yolunda. Ancak bir performans var ki çok küçük olmakla birlikte beni son derece etkiledi. O da Frank Sheeran’ın küçük kızı Dolores Sheeran rolündeki Marin Ireland’ın performansıydı. Ablası Peggy’yi kıskandığını gösteren cenaze sahnesindeki bir küçücük bakıştan, babası ile yaptığı dramatik ancak tamamen yalana dayalı şova kadar görevini başarıyla yerine getirmiş Ireland. Sahneyi veya filmi izleyenler için belirteyim. Sheeran ailesi, babalarının yaptığı herşeyden haberdardı ve Peggy dışında hiçbir şekilde buna tepki göstermiyorlardı. Gelen para ve güçten mutluydular çünkü. İşte, güçten düşen babası kendisi ile konuşurken sırf kardeşi Peggy’nin idealizmini ve ruhunu kıskandığı için Peggyvari ancak tamamen yalandan bir tepki gösteren Dolores (Marin Ireland) bu ikilemi harika şekilde yansıtmış.
Herşeyin sonunda bütün bu olgu yani filmin sahip olduğu büyük ruh, aslında tamamen Martin Scorsese’nin eseri. Eğer bu gerçekten bir vedaysa -ki öyle görünüyor- çok başarılı bir veda olmuş. Ustalara yakışan bir veda.
Filmde aksayan birşey var mı? Var. Oyuncuların gençliklerini canlandırdıkları dönemlerde her ne kadar yüzler gençleşse de vücut ritimleri aynı şekilde gençleşmemiş. Sanki bir tür efekt hatası gibi görünen Robert De Niro’nun mavi gözleri çok rahatsız edici ama bunlar çürümeye başlayan bir ölünün gözleri ve o açıdan çok ama çok başarılı.
Tüm bu anlattıklarımızdan sonra, Martin Scorsese’nin filmografisine ve Amerikan tarihine aşina olan herkes için bu film daha birçok konu başlığı içeriyor. Film açıkçası bir derya. Bu filme üç buçuk saat az bile…
Hoşça kalın.
İlginizi Çekebilir
Bilimkurgu Sinemasına Dair Kategorik Bir "En"...
İkinci Bahar 1: Tenet - Christoper Nolan'dan ...
Gerçek Yarasa Adam: Morbius - Film İncelemesi
Yeni Bir Başlangıç - Kingdom of the Planet of...
Sinema Salonlarından Bir Şaheser Geçiyor - Du...
Belgeselci Aslanı Vurdu; Marvel's Eternals Fi...
Merhaba, ben Murat B.Sarı. Eğer sitemizi ilk döneminde takip ettiyseniz beni “Yarıaydın” olarak hatırlayabilirsiniz. Aslında bu rumuz hakkımda oldukça açıklayıcı denilebilir. Yani şu evrendeki bilginin ne kadarına hakim olabilir ki insan? Günümüz dünyasında “T” insan olmak makbul ve ben uzmanlığımın sanata dair herşey hakkında olmasını yeğliyorum. Umarım bunu birlikte başarırız. Yeni maceralarda görüşmek dileğiyle…
Öncelikle geri dönüşünüze çok sevindim.Keşke daha önce haberdar olabilseydim.Yorumunun tümüne katılıyorum.Belki biraz daha kısa olsaydı daha mı etkili olurdu diye düşünmeden edemiyorum ama neresi olmasaydı sorusunun da bir cevabı yok maalesef.Scorsese den daha iyi de bilecek değilim.
Tekrar hoş geldiniz diyorum.
Selam,
Geri dönmek bizi de çok mutlu etti. Sizden yorum almak daha da çok…
Umarım daha da başarılı bir dönem olur bizim için.
Filme gelince; gerçekten izlemesi de yorumlaması da keyifliydi, yoruma katılmanız çok daha güzel oldu.
Uzunluk hakkında da; gece 12’de izlemeye başlayınca daha da bir uzun oluyor. 🙂
Tekrar görüşmek dileğiyle…