Assassin’s Creed Shadows’dan Shogun’a… Bir Dizi İncelemesi ve Japonya Denemesi

Bunu Paylaşın

Geçtiğimiz günlerde Assassin’s Creed oyun serisinin son halkası Assassin’s Creed Shadows‘un hem ismini hem de mekanını paylaşan fragmanı ile dikkatlerimiz yine Japonya’ya dönünce bizler de peşinen belirtmekte fayda olan bir başyapıtı ve ülkesini incelemeye karar verdik: Shogun

Assassin’s Creed Shadows’un 12 Kasım 2024’de satışa çıkması planlanıyor. Japonya bu aralar revaçta…

James Clawell‘in 1975 tarihli ve aynı adı taşıyan kitabı Shogun’un söz konusu yapımına ve dolayısıyla bir Japonya denemesine geçmeden önce dilerseniz artık geleneksel olan spoiler uyarımızı yapalım ve dizinin fragmanını izleyelim.

Yapımın etkileyici görselliği ve adrenalin yüklü climax anlarını başarıyla harmanlayan fragman aslında yine yapımın karakterini ve gizemini de aynı başarı ve hatta netlikle ifade ediyor; biri tamamen gizli üç kalbi olan erkekler ve sekiz çitin arkasında gerçek duyguları gizlenen kadınlar. Yani bir başka deyişle hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığı ve oyun içinde oyun olan bir dünyaya götürüyor bizi Shogun.

Ve bu dünyanın süper starı da Edo derebeyi olan Yoshii Toranaga. Deneyimli aktör ve aynı zamanda dizinin yapımcılarından olan Hiroyuki Sanada‘nın canlandırdığı karakter, aktörün yaşlanmış olması nedeniyle bizleri üzse de, gerçek bir Japon derebeyini seriyor gözler önüne. Olağanüstü zeki, vizyoner, sabırlı ve soğukkanlı bir derebeyini…

Japon tarihinde Edo dönemine geçişi yani Shogun (merkezi yönetici) olarak klanları kontrolü altına alan Tokugawa Leyasu‘yu temsil eden Toranaga, üstün zekası ve alt edilemez plan kabiliyeti ile yapım boyunca tarihi seyri Sekigahara Savaşı‘na götürüyor. 21 Ekim 1600 yılında yapılmış bu savaş Tokugawa Leyasu’nun kesin zaferi ile sonuçlanmıştı.

Yapımda Toranaga’ya eşlik eden ana karakterler; Japonya ticaretini Portekizlilerden almak görevi ile adaya gelen -veya düşen- John Blackthorne/Anjin, asil ailesini Japon feodal kültürünün ritüellerle kutsanmış ancak çok kesin ve acımasız klan savaşlarında kaybetmiş Leydi Mariko ve aslında sadece hayatı için mücadele eden daha düşük düzeyde bir derebeyi olan Kashigi Yabushige oluyorlar.

1600 Japonya’sındaki bu entrikalarla dolu savaşa, bir tarihçe, bu tarihçeden çok kötü etkilenmiş bir evlilik, Hristiyanlığın Japonya’da yayılması dolayısıyla bir kültür çatışması ve batıdan gelip düzeni ölesiye zorlayan bir gemiciyi ekleyen hikaye, uzak doğunun muazzam görselliği ve dönem kostüm ve geleneklerinin hipnotize edici etkisi ile neredeyse bir dönem draması başyapıtı koyuyor ortaya.

Gerçekten de yazar James Clavell’in hikayesi o kadar popüler ve başarılı bir performans sergilemiştir ki bugün bile kolay kolay olmayacak bir fenomene imza atarak, yayımlanmasından sadece beş yıl sonra yani 1980’de mini dizi olarak beyaz cama aktarılmıştır. Dönemin en ünlü oyuncularından Richard Chamberlain‘in yanında yine dönemine göre büyük bir yenilik sayılan neredeyse tamamen Japon bir cast ile çekilen dizi tüm dünyada bir televizyon efsanesi olmaya başarmıştı.

Fakat bu sefer ki Shogun bir de tamamen Japon bir ekip ve yapımcı kadrosu ile hikayenin neredeyse tamamen Japon olan dünyasını çok daha gerçekçi kılmayı başarıyor. Öyle ki eski Japonca ile, Japon adetleri ve tarihini harmanlayan, Samuray dramasını ustaca işleyen, çatışmalardaki koreografiden, efektlerin gerçekçiliğine, ritüellerin -kadınların yürüyüşüne kadar- ayrıntısından, makyaj ve kostümlerdeki olağanüstü özene kadar tamamen Japon bir yapım olmakla kalmıyor, 1980’deki ilk diziye neredeyse taban tabana zıt şekilde, İngiliz gemici karakterini aşk dışında neredeyse başkaları tarafından kullanılan minimal bir figüre de dönüştürüyor.

Shogun ekranlara ilk konuk olduğunda da fenomen bir yapımdı.

Karakterler ve oyunculuklara dönersek, Hiroyuki Sanada’nın Toranagası’nın neredeyse felsefi bir rolü olduğunu ve bilinçli bir şekilde de hırsı çağrıştıran finali ile kusursuz olduğunu görüyoruz. Öyle ki, büyük bir planla düşmanlarını daha kılıcına sarılmadan yenen karakterin amaçları kitaptaki karma konseptinden sıyrılıp düpedüz hırsa dönüşüyor.

Baş rakibi bürokrat Ishıdo’nun (Takehiro Hira) köylü ve asilzade kökenden olmayışının onu felakete götürmesi bir yana, daha ilk bölümlerden itibaren olaylara onun gözünden bakarak bambaşka bir hikaye izlediğimizi anlayabiliyoruz. Ki bunu göze sokmadan ve gizemi bozmadan da başaran yapıma bir artı daha yazıyoruz böylece.

Ishido karakteri ve büyük bir spoiler olarak, sadece Shogun olmak isteyen Toranaga’nın yaptıklarının kesiştikleri bir nokta var ki, dikkat çekici. Toranaga bu yolda, en yakın arkadaşını, onun ailesini ve en sonunda onun kendisini feda eden kızını, hatta planlamasa da oğlunu ve kendisini yetiştiren hocasını gözünü kırpmadan harcamakla kalmıyor, köylülere sırf kendi komplosunun inandırıcı olması için soğukkanlılıkla idam cezaları veriyor. Eski bir köylü olan Ishido ise, karizmatik ve soğukkanlı görünümünün altında sürekli bir aşağılanma yaşıyor ve bunu alt tabakadan insanlara yansıtıyor.

İşte, derebeyine kayıtsız şartsız itaatin kökeninin felsefi olarak yerleştiği bu adada -derebeyinin yolundan zamanında çekilmediği için kafası kesilen insanlardan bahsediyoruz.- Hristiyanlığın yayılmasını da içinde barındıran yapımın derinliği son derece olumlu şekilde artıyor. Hatta diyebiliriz ki, Tom Cruise‘ın Son Samuray‘ında yani Meiji Restorasyonu sırasında İmparator’un ordusunda derebeylerine karşı savaşan modern ve köy kökenli askerleri artık daha iyi anlıyor, Akira Kurosawa imzalı Yedi Samuray‘ın atak ve adalet peşindeki köylüsü Kikuchio’nun Samuray nefretine hak veriyoruz.

Bununla birlikte, köylülerden asillere, erkeklerden de kadınlara geçtiğimizde de işlerin kimse için pek kolay olmadığını anlıyoruz. Sürekli güçlü ve her an kurban olmaya hazır bulunmak zorunda olan, toplumsal kastın çok güçlü olduğu ve hiyerarşinin neredeyse herşey demek olduğu bu erkek toplumda, kendisini sekiz çitli koruma altına alan ve tümülkedeki hemcinsleri gibi aşktan mahrum iki kadının kararlı ve aslında kendilerini feda etmeye hazır duruşları aslında tüm olayların seyrini değiştiriyor. Üstelik bu iki karakterin birbirleri ile olan ilişkileri de izleyici adeta yapımın içine bir vakum gibi çekiyor.

Bir tarafta derebeyine tam bir sadakatle bağlı olan Leydi Mariko (Anna Sawai) buz gibi bir soğukluk içinde ve Blackthorne’a aşkına rağmen görevini gözünü kırpmadan yaparken -ki 1980’deki yapımdan farklı olarak karakterin aşk dışında bir figüran olduğundan bahsetmiştik-, tüm film boyunca bir kötülük ve tehdit kaynağı gibi görünen, yine bir başka Kurosawa kasiği Ran‘ın, tüm amacı ailesini yok eden efendisinden -aynı zamanda kayınpederinden- intikam almak olan sessiz ve güçlü Leydi Kaede’si gibi görünen ana kraliçe Ochiba’nın (Fumi Nikaido) sadece çocuğunu korumak için giriştiği büyük oyun bir drama klasiği olarak göz kamaştırıyor.

Blackthorne rolündeki Cosmo Jarvis‘e de değinmekte fayda var. Her ne kadar bir Japon yapımında kendisini aşkla var eden bir karakteri canlandırsa da bunu hakkıyla yapıyor oyuncu. Blackthorne’un gözleri ve Mariko’nun dudaklarında cisim bulan aşk, gerçekten de çok etkileyici ve trajik. Oyuncunun ayrıca sürekli olarak isyan eden, kavgacı ama yabancı bir toprakta salak da görünmeyi başarması da cabası.

Son olarak özellikle karakter olarak değineceğimiz performans Tadanobu Asano‘nun canlandırdığı derebeyi Yabushige olacak. Benim şahsen favori bulduğum karakter, kurnaz, çıkarcı ve güce tapar görünse de aslında daha önce de belirttiğimiz gibi sadece ve sadece içine düştüğü bu kapandan ölmeden çıkmaya çalışan bir adam. Kendisine ait olmayan bir savaşın ortasında kalan karakter ne bunu anlamayacak kadar akılsız, ne de hemen güvenecek kadar idealist ve saf. Ancak kendine mukadder olan kaderden kaçabilecek dehaya da sahip değil. Aslında karakter dönem Japonya’sındaki herkesin sıkışmışlığını da gösteriyor. İronik olarak Toranaga’nın tuzağına daha doğrusu kendisinden beklediği ihanete düşen karakterin sadakati sorgulanabilirse de, sadık olanların da bu oyundaki yeri belli olduğu için kınanamayacak şekilde ölüme gidiyor. Üstelik kendisini seven ama yerine geçmek için ona ihanet ettiğini ve edeceğini de zaten bildiği yeğenine tüm mirasını bırakacak kadar da sevgi dolu ve rintlikle.

Efektler, koreografiler, kıyafetler, zırhlar, makyajlar ve ritüellerden daha önce bahsetmiştik, ancak bir başlık olarak da bu birinci sınıf zanaate hakkını verelim.

Sonuç olarak Shogun, finaldeki twisti tüm izleyicilerin beklediği -hatta bu satırların yazarının introdaki Shogun maskesini ikinci görüşünde anladığı- ancak olaylara bakış yönüne göre tüm hikayenin farklı algılanabileceğini anlatmayı amaçlayan gerçekten büyük bir iş olmuş.

Bugünkü Japonya’nın sosyal yapısı, iş düzeni, vakıf/sendika organizasyonu ve eskinin kayıp mı olduğu şekil mi değiştirdiği konusu bizi aşıyor. Hele ki kaynağını ortacag İslam ve Hristiyan dünyalarındaki gibi ilahi bir vekaletten almayan -Hristiyan veya Şinto derebeylerine aynı ölçüde sunulan sadakate bakılırsa- bu koşulsuz itaat kültürü tamamen erişebileceğimiz kültürel sınırın dışında kalıyor. Bununla birlikte bu başlıklarda bile ilgilisi için birtakım şifreler var değil mi? Tıpkı dizideki girift oyunlar gibi.

Farklı yapımlarda tekrar görüşmek dileğiyle…

Yazıyı beğendiniz mi?

Ortalama puan 0 / 5. Oylama sayısı: 0

Bunu oylayan ilk kişi olun

RSS
Follow by Email
Twitter
Visit Us
Follow Me
YouTube
YouTube
Instagram

Cevap Yaz

Oturum aç:

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir