On Üçüncü Bölüm- Ölümün Krallığı
“Savaş. Kurtulduğumuzu düşünsek de, bu savaş bize her geçen gün daha fazla yaklaşıyor. Bu savaş, istesek de istemesek de bizim için kaçınılmaz bir haldedir. Bu savaşın içerisindeyiz, ancak bizim karşımızda zannettiğinizden daha fazla insan var. Düşmanımız, sadece batımızdan değil, doğumuzdan, kuzeyimizden ve güneyimizden de saldırmaya hazırlanıyor. Elimizde kalan her şey ve herkesi almaya, alamadıklarını da tıpkı zeytinleri yok ettikleri gibi yok etmeye geliyorlar.
Zeytinler. Baraj öncesinde kıtamızın en güzel meyveleriydiler. İklimimizin bize verdiği en iyi şeylerden biriydiler. Kendisi, yağı ve çekirdeğinden elde edilen ürünler, Avrupa Birliği’nin en büyük ihraç ve gurur kaynaklarından biriydi. Amerikalılar, bize olan düşmanlıklarına karşın, yine de bizden bu ürünleri almak zorundalardı. Bunu önlemek için kendi topraklarında zeytin yetiştirmeye çalıştılar, ancak ellerine geçen sonuç o kadar yetersizdi ki, bunu bizim elimizden almayı tercih ettiler. Kendilerine bu zeytinin yetişebileceği bir yer alıp, geri kalanı bundan ve buna benzer güçlerden mahrum etmeyi tercih ettiler. Bugün kendileri bile, bu yıkıcı tercihlerinin cezasını ağır bir biçimde çekiyor. Fakat bu ceza bile onları bu tercihi defalarca yapmaktan döndürmedi.
Bugün, yine aynı yıkıcı hareketlerle bizi yok etmek için hazırlanıyorlar! Eğer kendimizi başarılı bir biçimde savunamazsak, bu savaşın kazananı olmayacak! Şu anda, bu savaşı bizim kazanmamız gerekir ki, bu dünyadaki yaşam devam etsin! Dünyanın geri kalanının da bu gayede bizi destekleyeceklerine bütün kalbimle eminim, ancak onlara bu mesajımızı ulaştırmamız için çok geç. Sevgili Meclis üyeleri, korkarım ki tek başınayız ve bu zaferi tek başına kazanmalıyız. Sizden isteğim, bu savaşta kayıtsız şartsız yanımda olmanızdır!”
Mustafa’nın bu konuşmasının üzerinden sadece bir hafta geçmişti, ancak pek çok şey değişmişti. Atlantropa Cumhuriyeti, elinde olanlarla ve Turan Federasyonu’ndan daha önce yönetimde olan dört ailenin paralarını ve değerli eşyalarını kullanarak satın aldıklarıyla bir savunma sistemi kurmaya başlamış, eski silahları onarmış veya parçalayıp yeni sistem için dönüştürmüşlerdi. Dönüştürdükleri sistemler sayesinde, eski WRAN (Nükleer Silahlara Karşı Işın Teknolojisi) silahlarının da tekrardan çalışması gerçekleştirilmişti. Bu sayede, dışarıdan gelebilecek bütün nükleer silahların etkisiz hale getirilmesi sağlanabilecekti. Her ne kadar eskisi gibi bir nükleer tekelleşme yarışı olmasa da, pek çok büyük ülke hala nükleer silahları cephanelerinde bulundurmayı lüzumlu bir hareket olarak görüyordu. Bu savaşın bir aşamasında nükleer silahlar gönderilecek, gelen WRAN silahları da bunun bir kıyamete dönüşmesini, tıpkı yüzyıllar öncesindeki gibi önleyecekti.
Bunların yanında, barajın açılmasıyla gelen suların yarattığı elektrik enerjisi, bütün Atlantropa’yı aydınlatmış, yüzyıllardır gizli kalan pek çok binanın ve bu binalarda yaşayan insanların açığa çıkmasını sağlamıştı. Elbette pek çoğu zaten Mosley’in tanıdığı ve yönettiği kabileler ve tarikatlardı, zaten onun emri ve güvencesi ile ortaya çıkıp kendilerini göstermeye başlamışlardı. Bu kişiler, yakında resmen Atlantropa Cumhuriyeti’nin vatandaşları olacaklardı, ancak bunun için büyük bir uyum süreci gerekecekti. Bu yeni insanlar, kendi hallerinde yaşayan kabilelerdi ve bunların tek bir ulusa dönüştürülmesi zaman alacaktı. “Ancak onları, gelen tehlikeye karşı uyarıp örgütlememiz mi daha kolay olur, yoksa onları da tehlikenin bir parçası sayıp savaşmamız mı?” dedi Mustafa, diğer meclis üyelerine. Bu yeni kabileleri gözlemleyen Savunma Bakanlığı yetkililerinden Emma Dietrich, bu soruya “İsterseniz size bu konuda hazırladığımız raporu sunayım.” diye cevap verdi. Mustafa “Buyurun bayan Emma, raporunuzu sunun.” diyince, Emma Dietrich ayağa kalktı ve bu kişilerle ilgili raporunu sunmaya başladı:
“Değerli Atlantropa Cumhuriyet Meclisi üyeleri! Hepinizi saygı ve sevgi ile selamlar, bugünkü konumuz olan Baraj Açılışı Sonrası Kabilelerinin Durumu ve Değerlendirilmesi için yazdığımız iki yüz yirmi altı numarayla kayda geçilmesi planlanan raporu size takdim ederim. Bu rapor, geçtiğimiz güne kadar toplanan verilerin ışığında hazırlanmıştır.
Öncelikli olarak, şu ana dek Atlantropa içerisinde yaşayan ve barajın açılmasıyla birlikte tespit edebildiğimiz yaklaşık iki bin yirmi dokuz adet kabile ve tarikat bulunmakta. Bu kabilelerin toplam nüfusu bir milyon yüz bin kişidir. Bu nüfus, dışarıdan bakıldığında birbirinden fazlasıyla ayrı olarak görünüyorlar, ancak yaşayış biçimi ve birleştirici, ortak bir düşmanımızın olması, bu nüfusu birleştirip bir millete dönüştürmemize yarayabilir. Bu nüfusun cinsiyet, yaş, sağlık durumu gibi çeşitli demografik ayrımları, size gösterilen grafikte mevcuttur.”
Grafikler açıldığında, herkes onlara baktı. Daha önce görmedikleri, duymadıkları, bilmedikleri insanlardı bunlar. Şimdi, savaşarak aldıkları bu cumhuriyetin içerisinde, bir milyondan fazla yeni kişi peydah olmuştu resmen. Herkes, ne yapılabileceğini düşünmeye başladı. Emma raporu sunmaya devam etti:
“Ancak bu insanların gücünü veya bilgisini hafife almamız, bizim zararımızadır. Zira bu kişiler, Atlantropa’yı pek çoğumuzdan daha iyi ve daha ayrıntılı bir şekilde biliyorlar. Kendilerinden pek çok konuda yardım alabileceğimize eminim, zira son dört haftadır kendileri sayesinde yeni yerleşim yerleri ve su kaynakları keşfettik, ayrıca bize teslim ettikleri silahların sayesinde ordumuzu kendimizin bile yapamayacağı şekilde güçlendirdik. Onların sayesinde, kendimizi daha düzgün bir biçimde savunabiliriz. Bizimle olmaya hazır pek çok kabile var, bazılarını ikna etmemiz gerekebilir ancak bunu yapmamız imkansız değil. Şu andaki savaşımızla ilgili alabileceğimiz her türlü yardıma ihtiyacımız var. Sözü geçmişken, resmen olmasa da fiili olarak Amerika Birleşik Devletleri ile savaş halindeyiz. Amerika Birleşik Devletleri’nin Atlantropa Cumhuriyeti’nin yakınlarındaki İber Yarımadası sömürgelerini ele geçirmemiz, iki devleti de zor duruma soktu. ABD en büyük ikinci ekonomik sömürgesini kaybederken, biz de altından kalkamayacağımız bir savaşın içerisine soktu. Bu yeni kabileler ve onların kaynakları, belki kendimizi savunmamıza yeter, ancak savaşı kazanmamız için gerçek bir mucize gerekiyor.
Raporumuzun son bölümünde, kabilelerin yaşadıkları yerlerin geri kazandırılarak eski Avrupa şehirlerinin çağımıza uygun bir şekilde restore edilmesini ve toplumumuza geri kazandırılmasını konuşacağız. Fakat bu kısma geçmeden önce raporun geri kalanı ile ilgili sorularınızı ve düşüncelerinizi almak isterim, zira bu son kısım fazlasıyla zamanımızı alacak.”
“Pekala, o zaman 15 dakika ara verelim. Aradan sonra raporunuzun son kısmını sunarsınız.” dedi Mustafa ve meclistekiler odayı birer ikişer terk ettiler. Odada sadece Mustafa ve o zamana dek orada olduğunu görmediği Mosley kalmıştı. Mosley yavaş yavaş ona yaklaştı. O zamana dek bu kişide fark etmediği birkaç şeyi fark ediyordu şimdi. Eskisi gibi rahat bir tavırla yürümüyordu bu adam artık. Her ne olduysa, yüzünde bir kızgınlık görünebiliyordu. Kendisini kontrol etmeye çalışıyormuş gibiydi sanki, ancak dışarıdan göründüğü kadarıyla bunu başaramıyordu. Ona doğru yaklaşırken başka şeyler de fark etmişti bu adamda. Şimdi, daha yakından baktığında onun kim olduğunu daha rahat anlayabiliyordu. Bu adam, yaşlı Mosley ile aynı kişiydi. Her ne olmuşsa, bu yaşlı adam gençleşmiş ve bu hale gelmişti. Mor saçları, kırmızı gözleri ve süt beyazı teniyle bir insana benzemiyordu bu adam. Mustafa dikkatli olmasında fayda olduğuna karar verdi ve yanındaki korumaları “Dikkat edin.” dedi, “Eğer tehlikeli olduğunu düşündüğünüz bir hamle yaparsa, saldırmaktan çekinmeyin.”
Mosley Mustafa’nın yanına geldi, güleç bir ifadeyle onun elini sıktı ve “Çalışanlarıma yaptıklarınız için teşekkür ederim. Sizden tam olarak bunu bekliyordum.” dedi. Mustafa, Mosley’in bir sonraki hamlesini hesaplamaya çalışıyordu şimdi. Gergindi ama bu gerginliğini yüzüne yansıtmamaya çalışıyordu hala. “Kendilerini ve ailelerini ivedilikle tahliye ettik ve her birine, kuracağımız ve restore edeceğimiz şehirlerde gerekli yerleri ayırdık.” dedi Mustafa, sesinin mutlu çıkmasına gayret ediyordu “Şimdi, onlardan gönüllü olanlar ile yeni keşfedilen alanları ve o alanlardaki insanları ülkemize kazandırmaya çalışacağız. Bu konuda sizin de yardımınızdan ve uzmanlığınızdan yararlanmak isteriz.”
Mustafa az önce dediği şeyleri gerçekten demek isteyip istemediğine emin dahi değildi, nedense bu garip ve iğrenç hisse kapılmıştı. Bunun üzerinde durmak istemedi, bu yüzden aklını şu anda yaşanan konuşmaya yöneltti. “Muhteşem.” dedi Mosley, sesi mutlu çıkıyordu, “O zaman bugün sizi izlemekten mutluluk duyacağım.” Korumaların ona nasıl baktığını gördü ve olayı anladı. Mustafa kendisinin kim olduğunu anlamıştı belli ki, bu yüzden korumalarına talimat vermişti. Şimdilik bir hamle yapması iyi sonuçlar doğurmazdı, zira bu herifin kontrolünü daha yeni yeni sağlayabiliyordu. Her nasılsa, ağabeyi gibi kolay kontrol edilemiyordu Mustafa’nın zihni. Ona bu basit sözleri söyletmek bile enerjisini tüketiyordu. Aslında Mustafa bu işe hiç karışmayacaktı, ağabeyi Cebrail’i kendisine mükemmel hizmetkar olması için yetiştirmiş, resmen bütün beynini yapabildiği kadarıyla yıkamıştı. Bütün planında atladığı tek nokta, o zaman öleceğini düşündüğü Mustafa’ydı. Bu kadar önemli bir detayı atlaması bugün onu bambaşka bir noktaya getirmiş, bu şekilde kendisini yormasına sebep olmuştu. “Ne kadar sıkı tutarsam, o kadar çok elimden kayıyor her şey.” diye düşündü Mosley kendi kendine, “Yine de şimdi duramam. Bu adamı tamamen kontrol edemezsem o ikili kazanır.”
Cebrail ve Mustafa’nın onun karşısına ilk defa girdiği zamanı hatırlıyordu. Onları ilk gördüğü zaman, daha yeni yeni Mira ve Amelia’nın boyut atlama zırhını ABD ile işbirliği yaparak ve Avrupa’yı yıkma pahasına ele geçirmişti. O zamanlar başlayan Quantum Leap projesinin kurucu kadrosundaydı. Bu projeyle, ele geçirdikleri zırhları çözmeyi ve bu sayede kendi evrenlerinden daha fazlasını keşfederek insanlığı birleştirmeyi amaçlıyorlardı. Mosley, bu projeye normal bir bilim insanı olarak girmiş, bu sayede yeni kurulan Atlantropa içerisindeki çeteleri ve tarikatları kontrol altına alabilecekti. Bu projeye girme nedeni buydu elbette, ancak o zırhlara ilk defa dokunması, onun için her şeyi değiştirmişti.
O zırhlara ilk defa dokunuşunu anımsıyordu. Bir anda üzerine parlayan bembeyaz, göz kamaştırıcı bir ışıktan sonra bütünüyle geleceği görmüştü. Gördüğü gelecekte, özellikle de Cebrail ve Mustafa’nın isyana ve savaşa, oradan da zafere ve refaha olan yolculuklarını hatırlıyordu. Bu iki çocuk, bütün planlarını bozabilecek tek faktördü. Bu çocuklar, onun bütün kontrolünü elinden alabilir, onu tamamen güçsüz bırakabilirdi. Bu iki çocuğu ayırmak zorunda olduğunu biliyordu, çünkü onları kontrol etmenin başka bir yolu yoktu. Bunu yapabilmek için bir Medici polisi görünümüyle Ankara’ya geldi, onları aradı ve buldu. Önce onların ailesini elinden aldı, ardından Medici ailesini Atlantropa için özel bir ordu yetiştirme planına ikna ederek kimsesiz çocukları almalarını sağladı. Bu program devam ederken, bunun kapsamında Medici ailesinin özel görevlisi olarak, bu iki kardeşten kendi işine yarayacağını düşündüğü Cebrail’i aldı. Onu mükemmel bir şekilde yetiştirmişti, ancak şimdiki güçlerinden yoksunluğu yüzünden Cebrail’i her zaman kontrol edemiyordu. Fakat asıl planın bozulmasına ve şimdiki isyan ve savaşa neden olan şey Mustafa’ydı. Cebrail’in karşısına çıktığı ilk günden beri onu kendisinin kontrolünden uzaklaştırmış ve en sonunda da o isyanda krallığı ona devretmişti.
Mosley, Mustafa’nın konuşmasının bitişine doğru bu meclisin tamamının beynine girip hepsini birer birer kontrol etmeyi başarmıştı işte. Mustafa’nın dahi kontrolünü eline almayı başarmıştı işte. Buradaki herkes onun istediği gibi konuşuyor, düşünüyor ve hareket ediyordu. Şimdi her şey tekrardan onun kontrolündeydi. Yeni güçleri, Cebrail’de seneler süren çaba ile başaramadığı şeyi Mustafa’da birkaç dakikada ona vermişti. Şimdi, yeni kabilelerin yapılandırılması ile ilgili sunum da bitmiş, herkes alkışlamış ve ortam sessizleşmişti. Birazdan Amerika Birleşik Devletleri ile olabilecek savaşı ve bu savaşa karşı ne tavır alacaklarını konuşacaklardı. Mosley onların ne karar alacaklarını, onlardan çok daha önce biliyordu. Buradan sonrası sadece bir film gibi gözlerinin önünde akacaktı. “Yarattığım demokratik illüzyon” diye düşündü Mosley, “buradaki yasa koyucuları birden fazla gösteriyor, sanki çok sesli bir ortam varmış gibi. Ancak şimdi, hepsini kontrolüm altına aldığım için sadece bir ses var: Benimki.” Etrafındaki insanların birbirleriyle tartışıyormuş gibi yaptığı aşikardı artık.
Mosley gerçek bir tartışmanın ne olduğunu çok iyi bilirdi. Kafasının içerisinde, çocukluğundan beri tartışan birileri vardı. Bu tartışan, konuşan sesler yüzünden delirdiğini düşünmüştü ailesi ama o bunun ne olduğunu kendi zekasıyla anlamıştı. Bu seslerin her biri, ondan ayrı bir insana aitti, diğer insanlarınki gibi bilincin farklı versiyonlarından ibaret değildi. Bu seslerin bazıları ona tavsiyeler ve öğütler verirken, bazıları ise onu deliliğe sürüklemek için elinden geleni yapıyordu. Ancak Mosley, zaman içerisinde onlarla nasıl konuşabileceğini ve onlardan gelen seslere nasıl kulaklarını kapatabileceğini öğrenerek bundan uzun bir süre kurtulmuştu.
O sesler sayesinde akıl sarayının ne olduğunu öğrenmişti. O sesler sayesinde kendi akıl sarayına girmeyi ve orayı kontrol edebilmeyi öğrenmişti. Onların sayesinde bu planı bu kadar ileri götürebilmişti işte. O sesleri hem sevmeyi, hem de onlardan nefret etmeyi öğrenmişti. O seslere hem güveniyor, hem de onların eline düşmemek için elinden geleni yapıyordu. O sesler, ona tartışmanın, konuşmanın, düşünmenin ne olduğunu öğrenmişti.
Şimdi o seslere asla denk olamayacak bir tiyatro sergilenmekteydi gözlerinin önünde. Bu tiyatronun bütün senaryosunu, bütün repliklerini, bütün dekorlarını daha bunlar var olmadan önce çoktan kafasında oynatıp bitirmişti. Bu tiyatronun sonunda ne olacağını, bu tiyatro başlamadan çok önce biliyordu. Bu yüzden, Mosley’in buradaki tek görevi bu oyunun düzgün bir biçimde oynandığını bir yapımcı, senarist ve yönetmen olarak kontrol etmekti. Oyuncusu olduğu bu tiyatronun son repliği de kendisine ait olacaktı işte.
Herkesin Amerika Birleşik Devletleri’ne resmen bir savaş açmayı onayladığını görünce, yüzüne devasa bir gülümseme yerleşti. Oyununun sonuna gelmişti işte. En sonunda, önündeki bütün engelleri kaldıracak o büyük hamle yapılmıştı. İki devlet birbirini kıracak, Mosley de bunun sayesinde hem Mira ve Amelia’yı kendi kontrolüne alacak, hem de onlardan ele geçirebileceği bilgilerle en sonunda kendi ordusunu yaratıp boyutlar boyunca uzanan bir fetih zincirini başlatacaktı.
“Ölülerin krallığı kuruldu.” dedi Moslee kendi kendine fısıldayarak. Yüzüne devasa bir gülümseme yerleşti. Oturduğu yerden kalktı ve kürsüsünden inmekte olan Mustafa’nın yanına gitti. “Konuşmanız çok hoştu Mustafa bey.” dedi Mosley, “Size bu konuda sonuna dek destek vereceğimize söz veriyorum.” Mustafa sevinçliydi, ancak bu sevincinin ne kadarı kendisinin kontrolündeydi bilemiyordu artık. “Teşekkür ederim bay Mosley.” dedi Mustafa, “Sizin de sayenizde bu savaşı kazanacağız.”
İlginizi Çekebilir
Karayiplerden Bir Korsan Öyküsü: Efsunlu Pala
90’lar Estetiğinde Bir Polisiye Senaryo: Gece...
Berdan Sarıgöl’den Tefrika Bir Bilimkurgu Nov...
Berdan Sarıgöl’den Tefrika Bir Bilimkurgu Nov...
Yeni Bir Bilim Kurgu Sagası: "Valkyrie Evreni...
90’lar Estetiğinde Bir Polisiye Senaryo: Gece...
Hayatını bir şeyler anlatmakla geçiren, utangaç bir insanım sadece. Müzik, resim, öykü, ne gerekirse onunla anlatırım. Beni The Writer olarak da bulmanız mümkündür.