Berdan Sarıgöl’den Yeni Saga: Atlantropa – İlk Kitap Bölüm 17

Bunu Paylaşın

On Altıncı Bölüm- Geleceği Görmek

Rüyasında anne ve babasını görmüştü Amelia. Yine çocukluğundaydı işte, yine onların yanında ve mutluydu. Beraber uçakta seyahat ediyorlardı yine. Amelia uçakları, uzay gemilerini, kısacası uçmaya yarayan her şeyi o kadar çok seviyordu ki çocukken, günün birinde bunlardan herhangi birinin pilotu olmayı hayal ediyordu. Fakat şimdi, Stockholm’den Tokyo’ya uçan özel uçaklarının içinde, anne ve babasına bakıyordu. Anne ve babası da, ona bakıp gülümsüyorlardı. İkisinin de ona sevecen bir şekilde bakıyorlardı ona, o bakışlarını o kadar çok özlemişti ki…

“Anne, pilotların uçağı nasıl sürdüğünü görmek istiyorum! Ne olur bana izin verin artık ne olur!” diyordu şimdi onlara. Annesi, babasına garip bir bakış attı, babası ise yüzünde derin düşündüğüne dair bir ifadeyle ona baktı. Bir süre sessizlikten sonra babası, yüzünde sevinçli bir ifadeyle “Tamam Amelia ama ben de yanında olacağım, olur mu?” dedi, “Benim sözümden çıkma lütfen, pilotlara rahatsızlık vermek istemeyiz değil mi?” Amelia başını sallamıştı sevinçle, ağzı kulaklarına varmıştı.

Beraber kokpite gidip pilotlarla konuşmuşlardı. Amelia, pilotların ona anlattıklarına, ona gösterdiklerine baktıkça daha da seviniyor, daha da heyecanlanıyordu. O gün, orada yaşadığı sevinci, heyecanı uzun bir süre daha yaşayamayacaktı. O gün, ailesiyle geçirdiği en mutlu gündü ve uzun süre de öyle kalacaktı. Ailesi ile geçirdiği günler azdı elbette, ancak o günlerin her birini de bugünkü kadar iyi hatırlıyordu. Babasına son bir kez baktı o pilot kabininde, ona orada söylemediği şeyi rüyasında dahi olsa söyleyecekti şimdi. Bir rüya olmasına rağmen o an kontrolün kendisinde olduğunu hissedebiliyordu. Cesaretini topladı ve uyanmadan önce söyledi:

“Seni seviyorum baba. Anneme de onu sevdiğimi söyle olur mu?”

Bir geminin içinde uyanmışlardı. Her şey bir gecede meydana gelmişti sanki, bütün o savaşlar, yolculuklar, Mustafa, Mosley, baraj, ne varsa önceki gecede kalmıştı sanki. Savaşın bittiğinden emin olduklarında, kimseye görünmeden Mustafa’nın yanına gidip ona son bir defa veda etmişler, daha sonra da oradan boyut atlama elbiseleriyle gitmeye karar verirlerken ikisinin de merakında olan bir şeyi görmek için geleceğe gitmeye karar vermişlerdi. İkisi de bu dünyanın kendilerinden sonra nasıl olduğunu, kendilerini nasıl hatırladığını bilmek istiyorlardı.

Şimdi, New York’tan Venedik’e giden yolculuklarında -daha doğrusu turlarında, uçakla seyahat etmemek ve her şeyi görmek istedikleri için böyle gidiyorlardı- Atlantropa sınırına ulaşmışlardı ve barajın yerinde olan Atlantropa Boğaz Kapısı’ndan geçeceklerdi. Amelia saate baktı, sabahın onuna geliyordu. “Birazdan Atlantropa Boğaz Kapısı’na gireceğiz. Eğer dedikleri doğruysa, şimdi iki koruyucunun heykelini görecekmişiz.” dedi Mira’ya. Mira onun kadar heyecanlı değildi, zira görecekleri şey kendi heykelleriydi. Bu yüzden kendilerinin heykellerini görmek ona çok da büyük heyecan vermiyordu artık. “Eh, gidip görelim neymiş bu heykeller.” dedi heyecanlı görünmeye çalışan bir tavırla ve beraber odalarından çıktılar.

Geminin ana güvertesi, panoramik bir şekilde görünüm oluşturması için tasarlanmış cam tavanla kapanmış bir toplanma salonuydu. Geminin önünde ne varsa, rahatlıkla görünebiliyordu bu tavan sayesinde. Amelia ve Mira, geminin bu alanının alttakinden daha az kalabalık olan ikinci katına çıkmıştı bile. Atlantropa Boğaz Kapısı’na yaklaştıklarında kendi heykellerini göreceklerini düşünen ikili, gördükleri karşısında gözlerine inanamadılar.

Gördükleri heykeller kendileriydi elbette, en azından ikisi bunu anlayabiliyorlardı. Ancak üzerlerindeki zırhlar nasıl oluyorsa hem boyut atlama elbiselerini, hem de antik Valkyrie zırhlarını andırıyordu. Dünya’da, özellikle de Avrupa’da bir Valkyrie miti olduğunu ve bunun özellikle Kuzey Avrupa mitolojisinin bir parçası olduğunu biliyorlardı, ancak yine de bu kadar iyi bir yansıtma beklemiyorlardı. Her ne olduysa, kendileri buraya kendileri olarak iz bırakmamışlardı. Bıraktıkları iz, kendilerinden uzaktı ve bunun böyle olmasının gerçekten ne kadar iyi olup olmadığını bilemiyorlardı artık.

“Vay be!” dedi Mira, “Bunlar, bu heykeller bizden çok daha müthiş!” Amelia da, onun heyecanını ve şaşkınlığını paylaşarak “Ben bile bu kadarını beklemiyordum!” dedi. Mira zırhının bilgisayarından Atlantropa Tarihi Arşiv Sistemi’ne girdi ve kendisiyle Amelia’nın isimlerini arattı. Çıkan sonuç, onları daha da fazla şaşırtmıştı.

İkisi de hiç var olmamışlardı. Ne eski Avrupa Birliği’nde, ne eski Atlantropa Krallığı’nda, ne de şu andaki Atlantropa Cumhuriyeti’nde. Hiç yaşamamış, hiç savaşmamış, hiç ölmemişlerdi sanki. Hiçbir varlıkları, hiçbir izleri yoktu bu boyutta. Sanki bir anda her şeyleri silinmişti bütün bir evrenden. “Demek son ders buymuş.” dedi Amelia, “The Writer olan kişiler, hatırlanmak veya kazanmak için bir şeyler yapmamalı, tam tersine, işimiz bittiğinde unutulmamız bizim için en iyisi.”

Bunun nasıl olduğunu anlayamamışlardı, ancak Mers-el Kebir limanına indiklerinde kendilerini devlet görevlilerinden oluşan ufak bir grup karşıladı ve onları alıp arabalarına bindirerek neresi olduklarını göremedikleri bir yere götürdü. Beraber bu yerdeki asansörden aşağı indiler ve indikleri yerdeki kapılar onlara açıldı.

Bir müzeye benzer, geniş bir alanın içerisindeydiler artık. Çok şaşalı bir yer değildi elbette, ancak içerisindeki şeylerin kesinlikle değerli şeyler olduğu, onları kapatmada gösterdikleri ilgiden anlaşılıyordu. Burasının neresi olduğunu çözmeye çalışırlarken arkalarından bir kişi geldi. “Merhabalar sevgili Mira Kalinmann ve Amelia Earheart.” dedi bu kişi, sesinde kırçıllık vardı ancak bir kadın olduğu anlaşılabiliyordu. Uzun boylu, ince yapılıydı. Saçlarının bir kısmı pembeye, diğer kısmı ise bordoya boyanmıştı. “Sanırım sizin burada bulunan iki emanetiniz var, onları almanız için sizi buraya getirdik.”

“Peki neden buradalar?” diye sordu Amelia, “Onları gayet güvenli bir yere bırakmıştık halbuki, siz hangi cüretle oradan alıp buraya koydunuz?” Sesinde biraz sinir vardı, zira normalde bu dedikleri iki emaneti İstanbul’daki Motz villasına bırakmışlardı, gelecekte oradan alabileceklerini düşündükleri için bu konuda sıkıntı olmaz diye bu kararı vermişlerdi. Meğerse o zamanda bunlar o villadan alıp bu depoya getirmişlerdi. “Maalesef” dedi karşılarındaki kadın, “Bayan Motz, bu iki emaneti elinde tutamayacağını söyleyerek bunları bize emanet etti. Sizin bunlar için geri geleceğinizi biliyordu, bu yüzden sizin adınıza bir mektup da yazdı. Bunların hepsi sizi yan odada bekliyor.” Kadın onları koluyla yan tarafa geçirdi ve beraber içeri girdiler.

İçeride sadece bir masa vardı. Bu masanın üzerinde birbirine benzer iki takı kutusu ve ortalarında artık eski olduğu fazlasıyla belli olan bir mektup vardı. Mira ve Amelia, o masanın yanına gittiler. Tam oradaki emanetlerini alacaklardı ki, arkalarında kalmış olan kadın, “Adım Maeve Jr.” dedi onlara, “Babaannem sizden bahsederdi bayan Amelia, o zamandan beri hiç değişmemişsiniz.” Amelia onun kimin torunu olduğunu anlayıp gülümsemişti, “Ben de, Mustafa da ona teşekkür ederiz.” dedi Maeve Jr’a. “Eğer babaannen olmasaydı Mustafa Akkoyunlu orada ölecekti. Onun sayesinde buradayız, bunu unutma.” Maeve Jr bunu başıyla onayladı ve “Çıkmak isterseniz benim adımı verin yeter.” diyerek onların yanından uzaklaştı.

Amelia masada olan kutulardan üzerinde kendi isminin baş harfi olan kutuyu aldı. Kutuyu açtığında, bıraktığı emaneti gördü. Minik bir kılıç modeliydi bu, babasının evinde gördüğünün aynısıydı hatta. O evde, bir çerçevenin içinde, sonsuza dek kapalı kalacakmış gibi duran o büyük kılıcın daha ufak bir modeliydi. Eğer babası doğru diyorsa, bu kılıç şimdi elinde büyüyecekti. Amelia minik kılıcı ellerinin arasına aldı ve onun büyüyüp normal bir kılıç boyutuna ulaştığını gördü. Ancak olan asıl tuhaflık bu değildi.

Etrafındaki zaman yavaşlamıştı sanki, elindeki kılıç onu mu hızlandırıyordu, yoksa etrafındaki zamanı mı durduruyordu bilemiyordu. Birkaç adım attı, her nedense attığı bu adımlar farklı bir his veriyordu ona. Sanki kalbi yerine aşırı hızlı bir roket vardı, her şey onun vücudunda çok hızlı bir biçimde oluyordu. Kılıcın üzerindeki bir düğmeye bastı ve kılıç tekrardan küçülürken, etrafındaki zamanın da normale döndüğünü hissetti. Mira onun ne yaptığını anlamamıştı, “Ne oldu Amelia?” diye sordu. Amelia ise “Bilmiyorum, bu her neyse ben hariç herkesi yavaşlatabiliyor.” dedi sakince “Sanırım böyle bir etkisi var. Peki seninkinde ne var biliyor musun?” Mira bu sorunun üzerine kendi kutusunu açtı ve aynı şekilde bir kılıç olduğunu gördü. “Demek bundan bir tane de bana bırakmışlar ha?” dedi gülerek, “Şimdilik bunları kullanmamıza gerek yok bence.”

Beraber dışarı çıktılar ve oradan bir otomobil kiralayıp Atlantropa Boğaz Kapısı üzerindeki köprüden karşıya geçtiler. Yolculuklarına devam ederken gördükleri karşısında gözlerine inanamamışlardı. Eskiden bir tuz çölü olan yerler, şimdi bütün ihtişamıyla geri gelmiş olan Akdeniz’e bırakmıştı kendini. Yeniden uyanan ve kendisini onarmış olan doğa, eskisi kadar olmasa da yine de etkileyici ve bereketliydi. İlk yolculuklarındaki o köyde gördüklerine benzeyen seralar sayesinde eski bitkiler uyandırılıp, doğayı yavaş yavaş canlandırmış, şimdi gördükleri güzelliği meydana getirmişti. Yol üstünde gördükleri köyler ve şehirler, eski Atlantropa’nın kasvetli ve dümdüz köy ve şehirlerine hiçbir şekilde benzemiyordu. Antonio Gaudi’nin o doğal, ışıklı ve sürprizlerle dolu mimarisinin modern mimariyle birleştiği bir masal diyarı gibiydi binalar, her biri bir diğerinden güzeldi.

Gördükleri hiçbir insanın, o eski Atlantropalılarla alakası yoktu. Hepsi, kim olurlarsa olsunlar, nerede ve nasıl yaşarlarsa yaşasınlar, yaşamlarından memnundular, bunu yüzlerine bakarak anlayabiliyordunuz. İki yüz sene içerisinde bir şeyler iyiye gitmişti anlaşılan, bu insanlar atalarının sahip olamadığı umudu ve barışı elde etmiş, onunla yaşıyorlardı işte. Arabanın radyosundan dinledikleri haberler de bunu güçlendiriyordu sadece. Atlantropa içerisinden devasa bir ekonomik sıçrama başlamıştı dünya çapında, buraya verilen destekler ve yapılan ortaklıklarla birlikte ülke ekonomisi tekrardan yükselişe geçmişti. Bunun sayesinde de dünya ekonomisi aynı şekilde yükselişe geçmiş, en sonunda istenen barış ve refah ortamı sağlanmıştı.

Eskiden Fransa’nın olduğu topraklara geldiklerinde, “Sence içteki şehirleri de tekrardan diriltebilmişler midir?” diye gülerek merakını dile getirdi Amelia. Mira da gülerek “Tamam o zaman, bunu öğrenmemizin tek bir yolu var.” dedi. Bunun üzerine kıyıdan uzaklaşıp iç kısımlara doğru ilerlemeye başladılar. İlerlemeye devam ettikleri sürece, gerçekten de her şeyin düzelmiş olduğunu gördüler. İçerideki eski sera köyleri, artık derin kültürleri ile orada canlı bir hayat yaratmış olan kasabalar ve şehirlerdi.

Paris’e vardıklarında gördükleri ise onların hiç beklemedikleri kadar müthiş ve görkemli bir şehirdi. Eiffel Kulesi’ni ve şehrin Atlantropa Krallığı öncesinde gördükleri görkemli şekline dönmüş olmasına o kadar sevinmişlerdi ki… Avrupa Birliği içerisindeki en sorunlu şehirdi Paris, her zaman içerisinde sıkıntılar çıkabilirdi. Bu yüzden şehrin şimdiki muhteşem şekli, ikisini de şaşırtmış ve sevindirmişti. “Eğer Paris bu şekildeyse, Atlantropa’nın durumu gerçekten iyidir.” dedi Mira arabadan inerken, “Bugün burada kalıp, yarın ne yapacağımıza bakalım olur mu?” Amelia da onu başıyla onayladı ve “E tamam o zaman, akşam yemeği için rastgele bir yer bulup gidelim hadi!” dedi, “Bugün plansız hareket ediyoruz.”

O günün akşamı, şehrin biraz dışında Eiffel Kulesi manzarası olan üç yıldızlı bir restoranda yediler akşam yemeklerini. Yemekleri, normal Fransız restoranlarındaki yemekler gibi değildi, bu restoran her neyse çok daha farklı, çok daha renkli ve en önemlisi çok daha doyurucuydu. Uzun süredir özledikleri huzuru tekrardan, bu sefer gerçekten yaşamışlardı o akşam. Yemekten sonra da orada biraz daha durup, etraflarındaki manzaranın keyfine vararak konuştular uzun uzun. Yıllardır eğlenemedikleri kadar eğlendiler beraber.

Ertesi gün, otelde uyandıklarında ikisinin de başında bir akşamdan kalmalık vardı. İkisi de, dün gece ne yaptıklarını, ne kadar içtiklerini, restorandan sonra nereye gittiklerini hatırlamıyordu. “Dün buraya gelmeyi başarmış olmamız bile mucize.” dedi Mira gülerek, sonra gülmekten dolayı başı ağrıyınca durdu. “Pekala, eğer biz hatırlamıyorsak bile beynimizde kaydedilmiştir, akıl sarayımızdan bakıp buluruz birkaç saat sonra olur mu?” Amelia hala yarı uyanık bir vaziyette onu onayladı ve beraber banyo edip kendilerine geldiler, sonra da giyinip kahvaltı için dışarıya çıktılar.

Kahvaltılarını ettikten sonra oturdukları yerde akıl saraylarına gidip akşam ne olduğunu hatırladılar: Restorandan olay çıkarmadan çıkmayı başarmışlar, sonra da ellerindeki şaraplarla birlikte şehir içinde yürüyerek dolaşmışlardı. En sonunda da, Seine nehrinin üzerindeki o meşhur köprünün üzerinde öpüşüp, sonraki iki saat boyunca orada durup nehri izleyerek saçmalamışlardı. Gecenin sonuna doğru geldiklerinde ise oradan çıkıp otele doğru yollarını zar zor bularak odalarına çıkabilmiş ve birbirlerine sarılarak uyuyakalmışlardı.

“Vay be, ben daha heyecanlı bir şeyler yapmışızdır diye düşünmüştüm.” dedi Mira hayal kırıklığı ile, “Öylece bir yerlere gidip gelen sarhoş mu olur?” diyerek güldü sonra. Amelia da onunla birlikte güldükten sonra “E peki şimdi ne yapacağız?” diye sordu, “Burada kalmayacağımız belli, sonuçta kalmamız için hiçbir sebebimiz yok. Başka bir boyuttaki insanların bize illa ki ihtiyacı olacaktır, değil mi?” Mira onu başıyla onayladı ve “Doğru diyorsun, burada kalamayız. Bu yüzden nereye gideceğimizi anlamamız gerekiyor.” dedi, sonra da meraklı ve düşünceli bir ifade ve sesle “Ama bunu nasıl bilebiliriz ki?” diye sordu, “Bu zırhların böyle bir işareti, uyarısı falan mevcut mudur ki bunu bilelim?”

İkisi de ne olduğunu anlamaya çalışırlarken, zırhlarının kendilerine bunu nasıl anlatacaklarını bir anda keşfettiler. İkisinin de beynine bir anda bir mesaj gelmişti sanki. İkisi de, şimdi bir akıl sarayındaydılar ama kimin akıl sarayı olduğunu ikisi de bilmiyordu. Ne olduğunu çözmeye çalışırlarken karşılarında Sordibus’u gördüler. İkisi de ne olduğunu anlayamamışken, Sordibus konuşmaya başladı:

“Merhabalar kızlarım. Sizleri o kadar çok özlemişim ki, inanamazsınız. Biliyorum, ikiniz de beni burada gördüğünüze inanamıyorsunuz ama-” Mira da, Amelia da onun sözünü bitirmesine fırsat vermeden ona sarıldı. İkisi de Sordibus’un ağladığını duyduklarında çok şaşırmıştı. Onun gerçekten burada olabileceğine inanamamışlardı, ancak o burada, kollarının arasındaydı işte. Gözyaşlarının arasından konuşuyordu Sordibus, “Buradayım kızlarım, buradayım.” diyebiliyordu sadece. Sonra iki tarafın da ağlaması geçti ve birbirlerine sarılmayı bıraktılar. Daha sonrasında, o akıl sarayının içerisinde oturdular ve konuşmaya başladılar. Konuşmalarının sonunda, Sordibus onlara “Mosley’in henüz ona teslim olmadığına seviniyorum, ancak bu uzun sürmeyecek.” dedi, sonra düşünceli bir ifadeyle onlara bakıp, “Bunu yaparsa, gidebileceği potansiyel üç yer var. Bu yerlerden birine gidip şansınızı denemenizi istemeyeceğim, bu yüzden sizin için ikisini ayıkladım ve rotayı zırhlarınıza yükledim.” dedi. İkisi de Sordibus’a baktı, Sordibus da onlara sevgiyle bakarak “Burada tekrardan buluşmamız mümkün olmayacak kızlarım ama sizi her zaman izliyor olacağım.” dedi onlara.

Mira ve Amelia, zırhlarındaki konuma doğru boyut kapısını açarlarken, Sordibus’un onlara son sözlerini duydular:

“Sizi seviyorum.”

Yazıyı beğendiniz mi?

Ortalama puan 4 / 5. Oylama sayısı: 1

Bunu oylayan ilk kişi olun

RSS
Follow by Email
Twitter
Visit Us
Follow Me
YouTube
YouTube
Instagram

Cevap Yaz

Oturum aç:

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir