Sinematografik, Duygusal ve Biraz Fazla Yüklü Bir Final: Mission Impossible – Son Hesaplaşma

Bunu Paylaşın

Mission: Impossible – The Final Reckoning / Mission: Impossible – Büyük Hesaplaşma, iki yıl önceki Dead Reckoning‘in bıraktığı yerden başladığında izleyiciye kuvvetle muhtemel bugüne kadar izlediği en dengesiz başlangıcı veriyor. Kesik kurgular, izleyicinin bildiği varsayılan sekanslar ve girift atlamalar aslında bir dizi klasiğine vurgu yapıyor; Previously on Mission: Impossible.

Ne zaman ki film ikonik müziği ile ismini beyazperdeye yansıtıyor özetin bitip filmin başladığı anlaşılıyor. Peki bu tercih bilinçli ise biz neden yeriyoruz? Çünkü tüm film, bir serinin finali olarak tasarlanıyor ve hemen belirtelim üç saatlik bir filmin -ki yarım saati de daha sonra değineceğimiz olağanüstü saçma bir sekansa giden bir üç saat bu- bunu başarması imkansız, başaramıyor da.

Dilerseniz biz de filmle uyumlu olan bu dengesiz başlangıcımızdan sonra klasik spoiler / sürprizbozan uyarımızı yapalım ve fragmanı izleyerek incelememize tam olarak geçelim.

Peşinen ifade edelim, Son Hesaplaşma, serinin bir önceki filmi olan Büyük Hesaplaşma’da ortaya çıkan düşman yapay zeka Entity / Varlık’ın yok edilmesi, kontrol edilmesi veya onun galibiyetini peşinen kabul eden insanlığın önce davranıp nükleer bir savaş başlatması seçenekleri arasında hem zamanla yarışı hem de karakterlerin dayanıklılığını test etme olarak seçtiği sahnesinde son derece başarılı bir iş.

Bir Meksika Açmazı‘nın çok büyük bir ölçekte ele alındığı bu senaryo, fragmanın da son sahnesinde bilinçli olarak vurguladığı “Bana son bir kez güvenmenizi istiyorum” cümlesiyle ile açıklanabilecek bir anahtara sahip ama nükleer savaşın eşiğinde bu güven gerçekten hissedilmesi en zor duygu olabiliyor.

İşte bu noktada senaryo son derece bilinçli bir iş yaparak, bu güvenin objesini ajan Ethan Hunt (Tom Cruise) olarak belirliyor: bir cinayet sonrası müebbet hapis yatmak yerine IMF‘e seçilen, önceki görevlerinde birçok arkadaşını kaybeden, hiçbir emre uymayan ama bütün bu görevleri başarmakla kalmayıp takım arkadaşlarının da güvenini kazanmış bir süper ajan. Unutmadan, sevdiği kadını kurtarmak için yapay zeka Varlık’ın ilk nüvesini kötü adamlara teslim eden de bir süper ajan tabi…

Senaryo, Meksika Açmazı’nı, güvenin kilit rolünü ve bu güven objesinin tarihçesini sırasıyla birleştirip bu tarihçe ile de tüm serinin finalini tasarlarken son derece başarılı bir iş yapıyor. Bununla birlikte bu final o kadar çok duygu içeriyor ki, izleyicinin dikkati dağılmakla kalmıyor olaylara anlam vermekte de zorlanıyor.

Amerikan başkanı ve eski CIA sekreteri Erika Sloane’ın gözyaşının sürekli-hele ki taşıdığı sorumluluk da düşünülürse- gözünde parlaması, yine onun güvendiği ve 1996’da ortak bir trajedi yaşadıkları Amiral Neely’nin bu paylaşım sebebiyle gözyaşını da paylaşmasını anlıyor da izleyici, Ethan ile tanıştıktan on beş dakika sonra hiçbir şey bilmediği bir operasyon hakkında gözünde yaşla konuşan dalış subayı Kodiak’ı anlamıyor – bu arada belirtelim Kodiak Aliens filmindeki deniz piyadesi Vasquez‘in 2025 versiyonu, ki Vasquez pek de ağlamaklı bir karakter değil-.

Luthor: Ving Rhames, tıpkı bir baba gibi…

Yine Hunt’ı son derece seven ekip arkadaşlarının gözyaşı burnunda profillerini iyi kötü anlıyor izleyici ama bu son serinin kötü adamı Gabriel’in vurdumduymaz suikastçisi Paris’in (Pom Klementieff) duygusallığını anlamlandıramıyor. Aslında Paris filmdeki “cheesy” tadın tam bir dışavurumu olarak iyi bir turnusol kağıdı gibi. Öncelikle karakter Fransız ve adı Paris, dahası Paris İngilizce anlıyor ve hatta en çetrefilli planlamalara kadar anllıyor ama sadece Fransızca konuşuyor. Belki de biz bir dizinin sinema versiyonunu çok önemsiyoruzdur diyerek farklı bir başlığa geçelim.

CGI, gerçek sinema ve Tom Cruise… CGI iyi kullanıldığında bir başka deyişle gerçek hayat deneyimini izleyiciye tam olarak yaşatabildiğinde son derece yararlı ve sinema için önemli bir faktör. CGI’a savaş açarak veya kişisel sınırları zorlayarak gerçek sahneler çekmek de öncelikle Tom Cruise’un sonrasında ona endeksli Mission: Impossible serisinin bir klasiği ancak beni duyan varsa rica etmekte fayda görüyorum; lütfen bir daha iki pırpır uçağın birbirini kovaladığı ve gerçekte olması imkansız bir sahneyi hem de yarım saat olarak gerçek örneği diye önümüze koymayın.

İzleyiciyi önce güldüren ve sonra sıkan bu sahne bizce filmin içeriğini tamamen arka plana atarak öze dönen bir sinema sahnesi olmuş. Ve öze dönen bir sinema sahnesi derken Kinetograf‘ın ilk icat edildiği yıllarda tanımlandığı gibi bir panayır eğlencesinden bahsediyoruz.

Bununla birlikte Mission Impossible: Büyük Hesaplaşma geniş manzara planlarından, özellikle denizi içeren sahnelerine kadar sinematografik şaheserler içeriyor. Bering Denizi’nde Rus Uçak Gemisi, Amiral Kuznetsov’dan kalkan savaş uçaklarının tacizinden, Ethan’ın fırtınalı denize atladığı sahneye; yine devamındaki, jetlerin sonik patlamasını onun gözünden izlememize kadarki sekansa ve her ne kadar şartlar çok zorlansa da, denizaltıdan podkova’nın -Varlık’ın kaynak kodu- alındığı sahnelere kadar gerçekten olağanüstü sinematografik deneyimler sunuyor yapım.

Ancak bir sahne var ki, sinematografisi kadar gerilimi ve ürkütücülüğü ile de sinema tarihinde yerini almayı hak ediyor. Kısaca denizaltı takip sahnesi olarak anabileceğimiz bu sahnede, birkaç metre ötede, gerçek boyutları ile karanlıkta karşılaşılan denizaltı ve o denizaltıyı aşarken pervanesinin etkisini Ethan’ın gözlerinden izletirken izleyiciyi adeta büyülüyor.

Deniz ve denizaltı sekansları gerçek birer şaheser…

Bu arada belirtmekte fayda var ki, tüm bu deniz sahneleri serinin imkansız görev tanımını en üst düzeyde temsil eden sahneler olarak da senaryoya hizmet ediyorlar. Bir başka deyişle etkileyicilikleri aynı zamanda anlamlı olmalarından geliyor.

Entity yani Varlık’ın Ethan ile iletişime geçtiği sahne 2001 A Space Odyssey‘i hatırlatsa da artık 2025 insanı için alışık olunan bir tema olduğu için o kadar etkileyici olmuyor. Bununla birlikte bir referans olarak son derece başarılı. Yine Varlık’ın kendi başına bir kötü karakter olması da garip bir şekilde başarılı, şöyle ki; Hal 9000‘den, Skynet‘e kadar yine bilinen bir tema olsa da belki ilk defa güncel bir konu ve tehlike olarak izleyiciyi yeni bir fikir gibi heyecanlandırabiliyor.

Özellikle gerçeğin bükülmesi ile birleştirilmesinden ve bugünün AI/Yapay Zeka tartışmalarından dolayı ilgimiz olmasının asıl sebep olduğunu varsayabiliriz. Bu olguyu ilk filme yazmakta fayda var tabi ancak bir seri olarak, zamanının bu önemli olgusuna değinilmiş olması gibi önemli bir başarıyı göz ardı edemeyiz.

Oyunculuklar konusunda herkesin görevini yaptığını söyleyebiliriz. Cast, farklı karakterleri bilinçli olarak bir formül içinde bir araya getirmiş ve bu elementler görevini yapmış, bunun en iyi örnekleri de Amerikan Başkanı ve ordudakiler tarafından sergileniyor.

Başkan Sloane (Angela Bassett) travmatik ama güçlü bir siyahi kadın, Uçak Gemisi komutanı Amiral Neely (Hannah Waddingham) sert ama duygusal beyaz bir kadın, denizaltı komutanı kaptan Bledsoe (Tramell Tillman) jive aksanına yakın konuşan hırslı, rahat ve alaycı bir siyah adam ve Beyaz Saray’da daha ilk sahnede yaşanacağı izleyiciye hissettirilen darbeyi önleyen General Sidney (Nick Offerman), beyaz hatta redneck ve sabit fikirli bir beyaz olarak boy gösteriyor.

Bireysel performanslara gelirsek, özellikle otuz yıl sonra seriye geri dönen CIA analisti William Donloe rolündeki Rolf Saxon’u çok beğendiğimi söyleyebilirim. Herkesin ağladığı filmde ağlamayan tek karakter Degas rolündeki Greg Tarzan Davis’i de anmakta fayda var. Kötü adam Gabriel rolündeki Esai Morales ise sofistike, zeki ve elegant olmakla birlikte rolün gerektirdiği zalimliği pek yansıtmıyor, iyi yaşlanmış yakışıklı ve cazip latin bir aşık izliyoruz daha çok.

Birinci sınıf hırsız Grace rolündeki Hayley Atwell ise hoş bir kadın ama rolün ona hissetirmesini istediği “son ana kadar sadık mı değil mi” ikilemini vermeyi General Sidney rolündeki Nick Offerman’ın tersine maalesef başaramıyor ve bunun için iki filmlik zamanı olmasına rağmen başaramıyor. Yalnız son sahnedeki el hareketi ve hızı gerçekten son derece etkileyici, işte o sahnede dünyanın en iyi hırsızını izliyoruz.

Simon Pegg, vedayı en iyi gerçekleştiren aktör olmuş ve bu muhtemelen en iyi performansı…

Tom Cruise ise performansın fizikselliği ile biraz fazla meşgul gibi görünüyor. Genç kuşaklar ne kadar hakim bilinmez ancak Cruise, Doğum Günü Dört Temmuz, Yağmur Adam / Rain Man, Jerry Maguire, Magnolia hatta Tropic Thunder gibi karakter oyunculuğuna dair çok başarılı performanslar vermiş çok iyi bir oyuncu ancak nedendir bilinmez stunt/dublör konusu oyuncu için artık daha önemli görünüyor. Bir de botoks oyuncuya hiç yakışmamış. Bu bir alay değil, oyuncu gerçekten botokssuz çok daha iyi bir görünüm sergilermiş diye düşünüyoruz. Bu arada hala son derece iyi ve hızlı koşuyor…

Sonuç olarak Mission: Impossible – Büyük Hesaplaşma, serinin tüm özelliklerini taşıyan, bilinçli bir senaryo yapısı ile tüm seriye bir final olarak tasarlanmış ve bunu son derece tutarlı yapan, sinematografik olarak unutulmaz sahnelere sahip ama aynı zamanda fazla duygusal ve fazla imkansızlık içerdiğinden dolayı biraz saçma bir yapım olmakla birlikte seriye güzel bir final olmuş. Daha kısa bir ifade ile Görev: İmkansız için belki bir tık naif ama Görevimiz: Tehlike için fazlasıyla yeterli bir final ile karşı karşıyayız.

Serinin finali demişken, normal şartlarda bu serinin aslında Ethan’ın üst role geçmesi ile devam etmesi beklenir ama biz 65 yaşında uçakta uçağa atlayan bir adamdan bahsediyoruz, dolayısıyla belki de biz erken final yapıyoruzdur…

Yazıyı beğendiniz mi?

Ortalama puan 5 / 5. Oylama sayısı: 1

Bunu oylayan ilk kişi olun

RSS
Follow by Email
Twitter
Visit Us
Follow Me
YouTube
YouTube
Instagram

Cevap Yaz

Oturum aç:

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir