Tek Kişilik Bir Pazar Zihin Jimnastiği veya Kusursuz Fırtına: Her Telden – Uçuk Bir Deneme 5

Bunu Paylaşın

Bu pazar sizler için, uzun zamandır kafamızı kurcalayan, çoğu bir anlam ifade etmeyen ancak keyifli konulardan bir derleme hazırladık. Konuların bir tanesi bir yerlerden sizi yakalarsa ne mutlu bize. Aslında çoğunlukla bilinç akışı, edebi zevki dışında meyve vermesi beklenen bir eylem/eylemsizlik değildir. Bugün kaçımız Le Guen ismini duysa aklına Fransız futbolcu Paul Le Guen yerine Ursula K.Le Guin gelir. Ya da Proust deyince kaç kişi Alain Prost yerine Marcel Proust‘u düşünür? Tamam, örneklerdeki popüler kültür isimleri yani futbolcu ve Formula 1 sürücüsü karakterler artık pek de popüler olmayabilir ama biz ana fikrimizi çoğunlukla açıklamış olduk. Bu sadece keyifli bir pazar zihin jimnastiği.

Ama bu değil! Gazze‘ye yardım götüren ve önleri kesilerek beklendiği üzere ablukayı fiziken kırmayı başaramayan -ki Mikeno gemisi aslında bunu da teorik olarak başardı- Sumud Filosu‘nun eylemi son derece ciddi ve alkışlanası bir çaba. İnanıyor ve samimiyetle umuyoruz ki devamı gelerek dünyanın bu kolektif utancını sona erdirecek sinerjiye de ulaşılacaktır.

Hepimizi daha iyi ve “yüksek” hissettiren Sumud Filosu, parıl parıl parlarken…

Bununla birlikte bu başlığa sadece bir anma olarak değinmedik. Ortada sosyal medyanın ve dolayısıyla zeitgeist‘ın önemli bir paraddoksu var. Biz dahil, muhafazakar, seküler, sağcı, solcu, inançlı inançsız büyük çoğunluğumuz bu hareketi sosyal medya hesaplarımızda destekledik ve bir nevi vicdanlarımızı rahatlattık. Bunu sadece Gazze ve Filistin‘e karşı değil, tüm hayatlarımızdaki sanallaşma ve içimizin boşalmasına karşı iyi bir şey yaptığımızı hissederek yaptık. Ve yanlış anlaşılmasın iyi de yaptık üstelik.

Geçtiğimiz günlerde Netanyahu sosyal medyada gizlemediği -bakınız BM konuşmasında Nazi Partisi’nin Holocoust uygulamasını örnek gösterişi- soykırım politikalarını propaganda ile yaymak için TikTok influencerlerı ile bir görüşme gerçekleştirdi. Elbette hangi fikirde olursak olalım biraz vicdan sahibi ve daha genel planda şu an göründüğümüzden daha yüksek canlılar olduğumuzu varsayarak bu desteğe devam edeceğiz. Ancak bu geri dönülemez sanallaşma yüzünden fiziksel olarak bir şeyler nasıl gerçekten değişecek? İşte o maalesef bir zihin jimnastiği hala.

Bir soru takıldı aklıma birkaç gündür. Bu isimler nereden geliyor? Cevabı elbette etimoloji biliminde ama köklerde özellikle bir ilginçlik var. Yer isimlerinde çok bariz mesela; Düzce, düz yer. Ya da batı dillerindeki özellikle Latince ve Norsk ayrımından kaynaklanan farklılıklar ama aynı anlamlar. Ville-Villa-Village, DunkirqueOxfordCambridge hepsi aslında tepe şuyu, bayır buyu, koy şusu, dağ busu. Tamam ama ya ilk anlamlar? Mal sahibi mülk sahibi hani bunun ilk sahibi?

Farklı diller, farklı yazılar. Peki ya kökler?

Guardiola, Ziraat Türkiye Kupası‘na karşı: Endüstriyel futbol maddi kaynakları ve dolayısıyla kazanç zorunluluğu nedeniyle hatasızlığa doğru giderken futbolun ruhunun kaybolduğu, dahası makinalaştığı tüm futbol dünyasında konuşulurken aklıma Ziraat Türkiye Kupası geldi nedense. Adı bilinen iki takım karşılaşırken genç ve rezerv oyuncularının oynadığı ve boş stadlar sebebiyle televizyondan teknik direktörlerin bağırtılarının duyulduğu ama alt liglerdeki bir şehir takımının maçında dolu tribünlerin ortalığı inlettiği ve o nedense hep karlı çamurlu gündüz maçlarının futbolun asıl ruhu olduğunu düşünmeden edemedim. O, kupanın 1980’lerde kalmış hali… Neyse siz anladınız.

Futboldan devam edelim, geçtiğimiz hafta Samsunspor, Konfederasyon Kupası’nda Polonya’da, köklü ama eski ışığından uzak Legia Varşova karşısına çıktı ve karşılaşmadan 1-0’lık galibiyetle ayrıldı. Fakat kendilerini tebrik etsek de konumuz bu değil. Karşılaşmanın yaklaşık 65-70.dakikalarında spiker kendini olabildiğince zorlayarak “Haydi çocuklar!” dedi. Türkiye’yi en son 1998’de ve toplamda sadece altı, yedi maç temsil eden bir takımın çoğunlukla tanınmayan ve yabancılardan oluşan kadrosuyla Avrupa’nın en küçük kupasında temsil edilmesi sırasında spikerin bir gönül bağı hissetmemesi normal tabi, ama aklımdan şu eğlenceli düşünceyi geçirmeden edemedim. Eğer karısına bu şekilde “seni seviyorum” deseydi muhtemelen şu an hala trip yiyordu.

Atatürk resmi taşıyan mavi formasıyla 28 yıl sonra Avrupa Kupaları’nda ilk galibiyetini alan Samsunspor’u tebrik ediyoruz.

Geçenlerde T4 Topkapı metro istasyonunun İngilizce anonsunda V for Vendetta‘dan 3D’ne bandım şarkısına giden aklımın, bu ciddiyetsizlikle ve sanırım okuduğum kitabın da etkisiyle eski elçilerin neden aristokrat olduğu konusuna gitmesi belki de o kadar şaşırtıcı değildir. Cevap da bana yine okuduğum kitabın etkisiyle şöyle geldi. Kimseye değer vermedikleri ve alt kabul ettikleri hiçbir sınıfı insan yerine koymadıkları için belki de en rasyonel politikayı güdebilecek ve popülizmden uzak figürlerdi aristokratlar. Eh sonuçta Aristo da popülizm düşmanı değil mi?

Bizde aristokrasi yoktu daha doğrusu bir ekonomi politik teorisine göre aristokrasiyi besleyebilecek bir toprak zenginliği yoktu. Dolayısıyla tek devlet doğuda farklı bir siyasi kültür oluşturdu. Tabi batıdaki, kral, lord, kilise üçlemesi dolayısıyla demokrasiden bahsedecekmişiz gibi başladık ama aslında aklıma takılan şey gücün paylaşımı oldu. Sonuçta bir güç dağılımı bu ve güç eski çağda -şimdi de çok farklı olmasa da en azından maskesiz bir şekilde- zor kullanma ile eşitti. Kardeş katli korkunç bir trajedi olmakla birlikte aristokrasinin olmadığı Osmanlı siyasi yapısında askeri darbelerin önünü kapıyordu. Ekber ve erşed uygulamasına geçildikten sonra darbeler de başladı. Keşke devam etseydi demiyorum yanlış anlaşılmasın ama sıfır sonuçlu bir oyun bu galiba.

Asker ve askerin yapısı toplumun yapısının bir sonucudur. Ya da zamanın üretim ilişkilerinin. Atla ve okla savaşan ve herkesin savaştığı bir toplumun göçebe, az sayıda ama çok profesyonel atlı ve ağır zırhlı savaşçıların savaştığı bir toplumun feodal, çiftçi, köylü ve işçinin çoğunluğunu oluşturduğu profesyonel olmayan ordulara sahip toplumların ise cumhuriyet olduğunu basitçe söyleyebiliriz. Ve her bir toplumdaki askerin kim olduğu konusu halkın hakkının da nerede olduğunu gösterir. Savaşan taraf hak talep edebilir ve alır da çoğu zaman. Peki tekno feodalizmin etkisindeki, servetin çok büyük bir kısmının çok az odakta toplandığı, savaşı ise yapay zeka ve robotların yürüttüğü ve son olarak sosyal medya üzerinden kitlelerin fikirlerinin etkilenebildiği bir gelecekte bir halkın hakkı ne olacaktır?

Bu manzara düşündüğümüzden daha yakın, ve daha kötüsü, bu robotlar aslında bizlere ait olabilir.

Bu arada, Open AI enerji üretimi konusunda büyük yatırımlar yapıyor duyduğum kadarıyla. Fakat bunu yukarıda söylediklerimize destek olmaktan ziyade -ki elbette ki birbirinin destekleyicisi ve hatta sebep sonucu bunlar- farklı bir sebeple söylüyorum. Bundan 10-15 sene önce kim bilecekti geleceğin uzayda değil sanalda olacağını veya 30 yıl önce hangi akademisyen ya da düşün insanı tahmin edebilirdi dev şirketler devlet olacak diye spekülasyon yaparken bunun eğer gerçekleşecekse o zaman var bile olmayan yapay zeka ve robot şirketleri tarafından gerçekleştirileceğini? Su akıyor ve yolunu şaşırtıcı şekillerde buluyor demek ki.

Askerliğin etrafında çok dolaşıyoruz ve toplumların da… O zaman aklımın gittiği yer yine çok da dağınık sayılmaz. Orası, Halid Bin Velid ve Subutay / Sübedey‘in olduğu yer. Her ikisi de harp tarihine geçen deha generaller ve her ikisi de aile/kabile ilişkileri içinde çok küçük kuvvetlerin içinde bulunduğu çatışmaların bulunduğu ortamlardan çıktılar. Dönemin Arap ve Moğol toplumları birleşip dünyayı şekillendirdiler şekillendirmesine ama bu iki general ve tabi ki adını bilmediğimiz daha nice başarılı olan aynı jenerasyondan silah arkadaşları, bu devasa sevk, idare ve taktik bilgisini bu kadar kısa sürede nereden ve nasıl öğrendiler?

Halid Bin Velid; Çağrı filmindeki temsili ile. Uhud‘daki 2.000 kişilik ordunun süvari kol komutanı, on yıl sonra ordusuyla 80/100.000 kişilik Bizans Ordusu‘nu mağlup edecektir.

Bir de Avustralya‘yı nereden öğren(eme)diler. Evet Hollanda’lıların Tazmanya ve Avustralya’nın güney batısında yaptıkları yarı bilinçli keşifler olsa da bir kıta daha doğrusu dünya ekonomik sistemine entegre olacak bir parçanın ancak ta 1770 yılında ünlü Kaptan Cook tarafından bulunması bana sorarsanız bir skandal. Bir kere dünyanın yuvarlak olduğunu bilen, Eratosthenes tarafından daha M.Ö 3.yüzyılda gayet de doğru hesaplanan dünyanın çevresi bilgisine de sahip olan ve ondan sonra da Doğu Asya’da yaklaşık iki asırdır yelken açan insanlığın koskoca bir kıtayı bu kadar uzun süre es geçmesi nereden bakarsanız bakın bir skandaldır.

Tabi bulmak için aramak gerekli. Son jimnastik konumuz da buradan olacak. Dünyanın büyük figürlerinde gözlemlediğim bir şey var. Bir amaca ulaşmak için amacın ne kadar büyük olduğundan ziyade o amacın kapasite dahilinde olması ve tek odak edinilmesi gerekiyor. Dağılmadan ve farklılaşmadan.

Birkaç örnek vermek gerekirse, mesela Atatürk elindeki güç ile ulaşacağı amacı belirleyerek, amacına ulaştıktan sonra da stabilizasyona girerek Türkiye Cumhuriyeti‘ni kurmuş ve köklü bir hale getirmeye odaklanmıştır. Enver Paşa ise vizyon olarak belli bir doğrultuda olsa da bitmeyen ve dağınık bir amaçlar silsilesi içinde görünmektedir. Cengiz Han‘ın amacı Moğol kabilelerini birleştirmek ve Asya’ya hakim olmaktır. Büyük İskender, Pers İmparatorluğu‘nu devirip dünya imparatorluğu hedeflemektedir. Fakat amacına ulaştıktan sonra dünyanın geri kalanına doğru taşan gücünün peşinde kontrolsüzce koşması, artık tahammülü ve gücü kalmayan kendi generalleri tarafından suikaste uğramasına sebep olmuştur. Son olarak Bismarck sadece ve sadece Almanya’yı birleştirmeye yönelmişken, karşısındaki III.Napolyon hedefsizdir ve sadece Almanya’ya doğrudan ve dolaylı sorun çıkartmak peşindedir.

“Aim small miss small” – Uzaktaki hedef ne kadar büyük olursa olsun…

Demek ki “Aim small miss small / Küçük nişan al az farkla kaçır (yaklaş).” Unutulmamalı ki uzaktan çok küçük bir şeye hedef almak aslında çok büyük bir iştir çünkü belirgin bir iradeyi temsil eder. Madem ki hayatla ilgili özlü bir söz söyledik bir başkası ile de bitirelim: Enflasyon ahlakı bozuyor.

Tekrar görüşmek dileğiyle, iyi pazarlar ve iyi haftalar.

Yazıyı beğendiniz mi?

Ortalama puan 0 / 5. Oylama sayısı: 0

Bunu oylayan ilk kişi olun

RSS
Follow by Email
Twitter
Visit Us
Follow Me
YouTube
YouTube
Instagram

Cevap Yaz

Oturum aç:

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir