Berdan Sarıgöl’den Yeni Saga: Atlantropa – İlk Kitap Bölüm 1

Bunu Paylaşın

Giriş- Gizemli Görev

Venedik… Atlantropa denilen bu zalim ve acımasız kıtanın ortasında, kızgın kumların içerisinde, Büyük Tuz Çölü’ne kıyısı olan tek şehir. Bu antik şehir, Atlantropa’nın başlangıcından beri var olan ve güneyde bulunan tek vaha. Vaktiyle, Atlantropa’dan önce bile Avrupa Birliği’nin en önemli şehirlerinden biri olduğu rivayet edilen Venedik, eskisinin içerisinde saklandığı, devasa bir kalıbın içerisinde, dağların üzerinden çölü izleyen yegane medeniyet parçasıydı yüzyıllardır. Eski kültürün izlerini ve belgelerini taşımasından dolayı özel bir yeri vardır kıta halkı arasında, bu yüzden bu şehre girmek büyük bir özveri ister, hele orada yaşayabilmek ve mülk sahibi olabilmek muazzam bir onurdur.

Şehrin en önünde, denizi aştığınız zaman geldiğiniz en uç limanın az ilerisinde Dörtler Sarayı denen muhteşem bir yapı vardır. Sarayın ilerisinde muazzam parklar, bahçeler, kütüphaneler ve müzeler bulunur. Bunların arkasında, çeşitli meslek gruplarına, kültürlere ve gelir gruplarına ayrılmış yerleşim binaları bulunur. Bu binaların pek çoğu, yüzyıllardır içerisinde yaşayan insanlardan başka kimseyi görmemiştir. Yine de, her şeyine rağmen Venedik muhteşem bir şehirdir.

Bu muhteşem şehrin yönetimi, dört büyük ailenin elindedir; Medici, Lever, Daimler ve Motz. Bu aileler, Atlantropa’nın kuruluşunda önemli bir rol oynamış ve bu sayede bütün bir kıtanın yönetimini ellerine almışlardı. Kıtanın geri kalanının yönetimi konusunda birbirleriyle çalışsalar da, Atlantropa’nın en önemli şehri olan Venedik’in yönetimi konusunda birbirleriyle sıkça çatıştıkları için belirledikleri bölgelerden dışarı çıkmamaya çalışırlardı. Ailelerin konakları, bu bölgelerin birer ortalarında olurdu ve oradaki halk tamamen o ailelerin yönetimi altında yaşamak zorundaydı. Bu ailelerin belirlediği kurallara uymamak veya bu ailelerle herhangi bir biçimde ters düşmek, şehirden sürülmenize sebep olabilirdi.

İşte kahramanımız Mustafa Akkoyunlu’nun başına gelen de buydu. Ankara denen çöllük şehirde doğmuş, önce anne babasını, sonra da ağabeyini kaybetmişti. Çocukluğunda Atlantropa ordusundan biri tarafından evlat edinilmişti ve bu sayede bir asker olmaya karar vermişti. Kıta içerisinde pek çok operasyona katılmış, otuz yaşında, sağlam yapılı, zeki ve karakterli bir askerdi. Bu askeri deneyiminin sayede, Medici ailesinin polislerinden biri olarak Venedik’e girmeyi başarmış, onların bölgesinde yaşama izni almış, orada yaşadığı üç sene içerisinde, kendisine iyi kötü bir ev ve çok sevdiği bir araba dahi edinebilmişti. Hatta o malum olay yaşanmadan önce bir ilişkisi dahi vardı, Felicia Miguela isminde hoş bir kadın ile bile nişanlanmıştı, evlenmek için gün sayıyordu. Ancak işler, hiç beklenmedik bir yöne gitti ve buna sebep olan şey ise, fazlasıyla ufak bir hataydı.

Bir gün, Medici ailesinin veliahtlarından Gabriel “Figlio Adottivo” Medici (kendisine kısaca Pala Gabriel diyeceğim, zira halk arasında da lakabı oydu), ufak bir aileler arası çatışmaya karışmış, olayı araştırmak ve kapatmak için de Mustafa’nın da dahil olduğu bir ekip gönderilmişti. Her ne kadar asıl görevleri, Pala Gabriel’i olaydan sıyırmak olsa da, Mustafa’nın onuru, olayın derinliğini gördükçe onu tam aksine davranış göstermeye itti. Toparladığı bütün belgeleri anonim olarak Lever ailesine ait Waarheden gazetesinde yayınlatmıştı. Özellikle Pala Gabriel ile çalışan pek çok çetenin ayyuka çıkmış olması, onu, çeteleri ve Medici ailesini zora sokmuştu. Elbette Medici’lerin bu haberi yayınlayan kişinin kim olduğunu bulması zor olmadı. Lever ailesinin onlarla barış yapma amacıyla bu bilgileri kimlerin yayınladığını Medici’lerle paylaşmada sorun görmediler. Medici’ler de onları bunun karşılığında affederek ateşkeslerini sürdürdü, her zaman olan döngü yine etkisini göstermişti yani.

Mustafa’nın işine “zimmetine para geçirme” ve “rüşvet alma ve verme”den son verildi, ancak her nasılsa Venedik’ten sürülmemişti. On dört gün içerisinde, önce nişanlısı Felicia nişanı atmış, sonra mahallesindekiler onun kovulması için imza kampanyaları başlatmışlardı. İlginç bir şekilde, kampanyaları asla Medici’lere sunulmadı bile. Galeyana gelen halk, Mustada’nın arabasını parçalamış, evini taşlamıştı. Mustafa evin en uzak köşesinde oturup ne yapacağını düşünürken kendisine Medici ailesinden mesaj geldi. Eğer Pala Gabriel’i, Medici villasında yapacakları bir düelloda yenerse, bütün suçları affedilecek, hatta istediği ne varsa verilecekti. Mustafa başka bir çaresinin olmadığını düşünerek kabul etti.

Halka bu mesajın içeriği anlatıldığında, hepsi sevinmiş ve Medici ailesine olan sadakatlerini saatlerce sokaklarda kutlamalar yaparak göstermişlerdi. Onların kutlamalarının sebebi sade bir sadakat değildi elbette, Mustafa’nın gidişi, onların üzerinde de herhangi bir leke olmasını engelleyecek ve Medici’lerin öfkesini üzerlerine çekmemelerini sağlayacaklardı.

Ertesi gün, kendisini alan bir Medici polis aracıyla villaya gitti ve apar topar villanın avlusuna alındı. Karşısında sadece Pala Gabriel duruyordu. Mustafa’dan beş altı yaş büyüktü. Uzun, kumral saçları, kahverengi gözleri ve pala bıyığıyla sert bir görünüm veriyordu. Diğer Medici aile bireylerinden farklıydı elbette, evlatlıktı zira. Yanındaki hizmetçiye işaret etti. Hizmetçi Mustafa’ya yaklaştı ve taşıdığı sandığı açtı. Mustafa, sandıktaki iki özdeş kılıçtan birini aldı, biraz elinde inceledi. Standart bir Avrupa kılıcıydı, muhtemelen kaliteli bir çelikten, özel olarak yapılmıştı. Yıllardır böyle bir kılıç görmemişti, gençken düello dersleri aldığı ustanın kılıcına benzer yapıdaydı sanki. Pala Gabriel de kılıcını aldı ve Mustafa’ya doğrulttu:

“Dinle beni hain! Onurunu ve hayatını kurtarman için tek şansın burası! Benimle, standart bir düelloda dövüşeceksin. Eğer iki dakika boyunca bana dayanabilirsen, seni affederim. Ancak dayanamazsan, Venedik’ten sürülürsün, bir daha da bu şehrin duvarlarının on kilometre yakınından dahi geçemezsin! Şimdi, kılıcını erkek gibi tut ve düelloya hazır ol!”

Mustafa kılıcı iki eliyle sıkıca kavradı ve savunma pozisyonuna geçti. Pala Gabriel ise daha saldırgan bir pozisyonda tuttu kılıcını ve yavaş yavaş birbirlerine yaklaşmaya başladılar. İlk hamleyi yapan Pala Gabriel oldu, ancak bu ani hamle, basit bir şekilde savuşturuldu. Ardından Mustafa birkaç seri hamle yaptı, ancak her biri Pala Gabriel tarafından başarıyla savuruldu. Kılıçların çarpışma sesleri, villanın geniş ve boş avlusunda yankılanıyordu.

Düello, çeşitli saldırılarla ve savunmalarla devam ederken, Medici ailesinin diğer üyeleri de yavaş yavaş avlunun etrafında toplanmış, bu düelloyu heyecansız ifadelerle izliyorlardı. Birden, her ne olduysa Mustafa üstünlük sağlamaya başladı. Düellonun son otuz saniyesiydi. Gelecek olan zaferin sarhoşluğu ile kendinden geçmeye başlayan Mustafa’yı, sağ omzuna gelen bir kurşun darbesi uyandırdı. Darbenin etkisiyle yere düştü ve Pala Gabriel’in kılıcının ucunu boğazında hissetti.

“Düelloyu benim kazanmış olduğumu onaylayanlar?” diye sordu Pala Gabriel, kalabalığa. Herkes el kaldırdı.

“İyi o zaman.” dedi Pala Gabriel kibirle “İki gün vaktin var, her şeyini toparla ve şehrimden siktir git!”

Mustafa yaralanan omzunu tutarak ona yaklaştı ve “Bu düello kurallarına aykırıdır! Kazandığın hiçbir şey yok!” dedi acıyla karışık bir öfke ile. Pala Gabriel ise onun bu tavrına güldü, arkasını dönerek alaycı ve kibirli bir ses tonu ile “Burası bizim şehrimiz, bizim evimiz, bizim avlumuz. Burada düello bizim kurallarımızla işler.” dedi ve arkasındaki polislere “Şu iti güzide avlumuzdan alın lütfen!” diye seslendi.

Polislerin onu götürmesinden sonra iki gün içerisinde alabildiği her şeyi alıp gitmişti Venedik’ten. Elbette Venedik’ten kovulmuş biri olarak, Atlantropa içerisindeki herhangi bir şehirde yeni bir hayat kurması mümkün değildi. Bu yüzden kıtanın kuzeyine doğru zorlu ve rezil edici bir yolculuk yapıp İsveç Büyükelçiliği’ne ulaşabilmiş, onlara iltica talebinde bulunmuştu. Onlar da, kendisinin geçmişinden, yaptığı yolculuktan ve hayatta kalabilme becerilerinden etkilenip kendisini bir kıtalararası taşımacı yapabileceklerini söyleyerek iltica talebini kabul ettiler.

“Pekala” dedi Mustafa, “Venedik hariç istediğiniz her yere gidebilirim.”

Şimdi, bu düellonun üzerinden tam iki yıl geçmişti. Stockholm’ün soğuk kışında, mütevazı evinde oturuyor, arada gelen ufak tefek işlerle hayatını sürdürüyordu. Eskisi gibi bir paralı asker olarak çalışmaktan ziyade, daha çok suikastçılık, tetikçilik veya taşınmaması gereken şeyler için taşımacılık gibi işler yapıyordu. İlk ikisi için fazla ulaşan olmasa da, yasal olarak bunu yapmasında bir sıkıntı olmadığı için üçüncü işinde çok teklif alıyordu. Venedik haricinde, Atlantropa’nın her tarafına hızlı ve güvenli bir şekilde ulaşabiliyordu. Yeni aracı Volvo 2000 isimli, altı tekerlekli muhteşem bir kıyamet kamyonuydu, onun sayesinde pek çok defa Atlantropa’nın en kötü yerlerinde işini rahatlıkla yerine getirebilmişti. Bu ev, bu rahatlık, bu güzel hayat, tamamen bu muhteşem aracın eseriydi. Bugüne ulaşmasının bile mucize olduğunu düşünüyordu.

İşte tam da o gün, şehrin gece manzarasına bakıp birasını yudumlarken iş için kullandığı cep telefonu çaldı.

“Alo, Akkoyunlu Özel Taşıma, size nasıl yardımcı olabilirim?” diye açtı telefonu. Karşısındaki ses, sakin bir biçimde “Mustafa bey, sizin kalibrenizde bir kişi için muhteşem bir işimiz var, ancak tanımı itibariyle size karmaşık ve garip gelebilir, bu yüzden beni dikkatlice dinleyiniz lütfen.” dedi. Mustafa kendisini dinlemeye başladı:

“Taşıyacağınız kişi bir insan, ismi Amelia Earheart Jr. Kendisi, pek çok Atlantropa şehrinde saygıdeğer işlerle uğraşan Melville Şirketler Grubu’nun başındaki kişidir. Belki duymuşsunuzdur, kendisine son bir buçuk ayda on iki defa suikast girişiminde bulunuldu, bu yüzden onu Stockholm’den Yeni Paris’e taşıyabilecek güvenilir ve sağlam bir araç arıyorduk. Bu arayışımız, sizi bize getirdi. Sizden ricam, onu Yeni Paris’e gelecek beş gün içerisinde ulaştırmanız. Bunu gerçekleştirdiğiniz takdirde, size bir yılda kazandığınız paranın en az elli katı ödenecektir. Bunu bir tür emeklilik olarak düşünebilirsiniz. Eğer kabul ederseniz, size bayan Earheart’ı alacağınız adresi, bu telefona mesaj yolu ile ileteceğim.”

Mustafa düşündü. Şu anda kazandığı parayı nereden biliyorlardı ki bunlar? Melville’in içerisinde olan şirketlerin Atlantropa’nın komşuları içerisinde pek çok iş kolu mevcuttu elbette, Melville’in veritabanından taşımacılıktan ne kadar kazandığını görmüş olabilirlerdi. Fakat bu kişiye taşımacılık dışında yaptığı işlerden kazandığı parayla ilgili bilgisi olup olmadığını da soramazdı, bu düpedüz suçlarını itiraf etmek olurdu. Bu yüzden, çok kurcalamamaya karar verdi. Yıllık kazancının elli katı demek, bu lanet kıtadan ayrılıp, Amerika Birleşik Devletleri’nde veya Avustralya’da dertsiz tasasız bir hayat kurabilmek demekti. Kabul etmeye karar verdi, sonuçta görevi ne kadar zor olabilirdi ki?

“Pekala, işinizi kabul ediyorum.” dedi kendisini bekleyen kişiye, “Bana adres ve telefon bilgilerinizi yollarsınız, yarın sabah kendisini alırım.”

“Bunu duyduğuma çok sevindim Mustafa bey, iyi geceler.” dedi karşıdaki kişi ve telefonu kapattı. Mustafa birasından bir yudum daha alıp Stockholm’ün adalara yayılmış binalarını seyretti. Buraya gelmek için hayatını dahi ortaya koymuştu. Bu şehir, hayatının bittiğini düşündüğü o umutsuzluk dolu günlerde, ona yeni bir umut ışığı olarak yol göstermişti. Onun gibi kovulmuşların yeriydi Stockholm, özellikle Medici’lerin hışmına uğrayan pek çok kişi tarafından saygıyla ve sevgiyle karşılanmıştı oraya ulaştığında. Ona kendileriyle birlikte mücadele etmesi için çeşitli tekliflerde bulunmuş olsalar da, Mustafa artık rahat ve sessiz bir hayat yaşamak istediğini söyleyerek bunların hepsini reddetmişti. Israrlar sonucunda hikayesinin bazı detaylarını yayınlamalarına izin vermişti elbette, ancak kimsenin ona daha fazla soru sormasını istemediğini de açıkça belirtip, bu konudaki adli mücadeleyi de zaferle sonuçlandırmıştı. Zaten birkaç ay sonra da herkes onu ya unutmuş, ya da kabullenmişti. Sonunda aradığı sessiz ve rahat yaşama kavuşmuştu.

“Şimdi,” dedi kendi kendine “bu Amelia hanımı alıp son sürat sürsem bile normal yollardan Yeni Paris’e ancak yedi günde ulaştırabilirim. Bana verdikleri süre içinde gidebilmemiz için Atlantropa’nın içerisinden, özellikle de Venedik’in yakınından geçmemiz gerekiyor. O şerefsiz Medici’lere yakalanırsam bu sefer beni direkt öldürürler, Amelia hanımın da hali nice olur. Bu yüzden o kısmı gerçekten hızlı ve sessiz biçimde halletmeliyim. Onun dışında sıkıntı olmaz herhalde.” Yüzünde bir gülümseme oluştu, uzun süredir ilk defa bu kadar rahat hissediyordu kendini. Birasını bitirdi, oturduğu yerden kalktı ve bira şişesi elinde gerindi. Telefonuna gelen mesaja baktı. Mesaja göre, belirlenen adrese sabah dokuzda gelip Amelia hanımı alacaktı. “E yatalım artık, yarın erken kalkacağız sonuçta.” dedi kendi kendine, bira şişesini çöp kutusuna attı ve yatak odasına yöneldi. Ertesi gün, hayatının işini yapıp deliler gibi para kazanacaktı sonuçta, ne yanlış gidebilirdi ki?

“Kabul etti mi?”

“Etti bayan Earheart. Adres bilgilerini mesaj olarak attım, yarın ne zaman gelmesi gerektiğini de yazdım.”

“Muhteşem. Ona sunduğun sürede ulaşması için Venedik’ten geçmesi gerektiğini biliyor herhalde.”

“Bunu hesaplamış olduğuna eminim bayan Earheart. Peki yolculuğunuzun asıl durağının neresi olduğunu ona ne zaman söyleyeceksiniz?”

“Zamanı geldiğinde, önce onun nasıl bir insan olduğunu test etmeliyim.”

Amelia, penceresinden dışarıya baktı ve derin düşüncelere daldı. Bu evrene Mira ile birlikte geldiklerinde amaçladıkları şey kesinlikle bu değildi. Bu dünyanın iki gücün elinde nükleer bir kıyamete gitmesini önlemek için WRAN teknolojisinin önünü açmışlardı, ancak bunun Avrupa üzerinde nasıl bir etkisi olabileceğini hesap edememişlerdi. Şimdi, onlar yüzünden esaret altında olan bu kıtayı kurtarmaları gerekiyordu. Bunu yapmak için, öncelikle Mira’yı uyandırmalı ve onunla birlikte bu yeni dünyayı daha iyiye döndürmeliydi. Bunun için özellikle ulaşması gereken ilk kişi Mustafa’ydı.

Mustafa’yı Venedik’ten sürüldüğü günden beri gözlemliyordu. İlk defa biri, hem Atlantropa’nın kuzeyine doğru giden o zorlu yolu aşabilmiş, hem de o yol içerisinde, kendisi fark etmeden de olsa Medici ailesinin onu öldürmeleri için gönderdiği pek çok suikastçıyı aşabilmişti. Daha sonrasında giriştiği hiçbir taşıma görevinde de başarısız olmamıştı. Hayatını incelediğinde, bu adamın hem ailesinde, hem de kendisinde görünenden daha fazlasının olduğunu fark etmişti.

“Bizler kendi evrenlerimiz haricinde kahraman değiliz.” diyordu babası Ike Kalinmann kayıtlarında, “Bizim yapmamız gereken, gittiğimiz evrendeki kahramanları bulmak ve onlara destek olmaktır. Onlara destek olduğumuzda, takip ettiğimiz kötülüğü alt edecekler ve kendi evrenlerinin güvenliğini sağlayacaklardır. Bu kahramanı aramanıza gerek yok, onu aramadığınız sürece görürsünüz. Bunların dışında, evrenin işleyişine karışmanızı önermem, zira bunu yapmamız onlara yarardan çok zarar getirebilir.”

O zaman babasının neden böyle bir şey dediğini anlayamamıştı, ancak şimdi, Mustafa’yı gördüğünde onun dediklerini rahatlıkla anlayabiliyordu. Bu evrene gelmişler, burada kahraman olmaya çalışmışlar ve bu yüzden bütün yaşam daha da zorlaşıp kötülüğe teslim olmuştu. Şimdi, Mustafa’nın gerçekten bir kahramana dönüşmesini sağlayıp, gerçekten yapmaları gereken şeyi yapabileceklerdi.

“Sonunda” dedi kendi kendine, “Sonunda her şey olacağına varıyor.”

Yazıyı beğendiniz mi?

Ortalama puan 4.8 / 5. Oylama sayısı: 4

Bunu oylayan ilk kişi olun

RSS
Follow by Email
Twitter
Visit Us
Follow Me
YouTube
YouTube
Instagram

Cevap Yaz

Oturum aç:

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir