On Beşinci Bölüm- Savaş (Kısım 2)
Mira ve Amelia, son defa birbirlerine baktılar tanklarının içerisinden. Düşünceleri ile konuşuyorlardı birbirleriyle. “Mira, ben bunu yapabileceğimden emin değilim.” dedi Amelia, düşünceleriyle. Mira ona kendinden emin gözlerle baktı, son bir nefes aldılar. “Ben senin bunu yapabileceğinden eminim.” dedi Mira düşünceleriyle, “Sana kendimden daha çok güveniyorum bebeğim.” Amelia’nın zihnindeki rahatlamayı hissetti ve o da rahatladı. İkisi de, kendi vücutlarını dıştaki nano robotlardan koruyan savunmalarını kaldırdı. Nano robotların vücutlarına yavaş yavaş girdiklerini hissediyorlardı. İkisi de, tahmin ettikleri kadar acı duymuyordu bundan, aksine bu nano robotları izlemek için çaba sarf ediyorlardı. Mira kendinden eminken, Amelia biraz rahatsızdı. Vücutlarının kontrollerini yavaş yavaş kaybediyorlardı sanki, beyinlerine giden sinyaller yavaş yavaş kesiliyordu. Hissizleşiyordu her şey, fakat ikisi de bundan korkmuyorlardı artık. En sonunda nano robotlar, beyinlerinin içine dek girdi ve…
Mosley tahttan kalktı ve şoförünü aradı. “Duncan, beni kapıdan al, buradan gitmemiz gereken birkaç yer var.” dedi. Taht odasından çıktı ve kendisi için gerekli olacak birkaç dosyayı almak için sarayın en dipteki bodrumunda bulunan dosya arşivine gitti. Oradaki dosyaları aldıktan sonra, onları yanında getirdiği çantaya koydu ve tekrardan yukarıya çıktı. Eğer hesaplamaları doğruysa, birkaç saat içinde Mira ve Amelia içlerinde bulundukları tanklardaki nano robotlar tarafından önce ele geçirilecekler, sonra da yavaş yavaş çözülerek suya dönüşeceklerdi. Böylece Theodore James Mosley, en güçlü iki rakibini öldürmüş ve bütün evrenlerin hakimiyetini almada aşabileceği bütün engelleri aşmış olacaktı. En sonunda, gerçek huzura erişecekti.
“En sonunda.” dedi Mosley, “En sonunda, bütün o bitmez tükenmez gürültüden kurtulacağım! Beynimin içindeki bütün o kaos son bulacak ve hayatım boyunca ilk defa rahat bir nefes alacağım! Beni hasta zanneden bütün embesilleri gömdüm, hepsinin hastalıklarında boğulduğunu gördüm bu ömrü hayatımda! Şimdi, o embesillerin kalıntılarından kendim için ideal dünyayı yaratacağım!” Asansör çıkacağı yere vardı, kapıları açıldı ve Mosley asansörden inip son defa taht odasına girdi. Tankların içindeki Amelia ve Mira’ya baktı, az öncesinden daha sakin görünüyorlardı. Vücutları yavaş yavaş erimeye başlamıştı bile, planı sorunsuz ilerliyordu yani. “İyi, bu konu da böylece halloldu.” dedi kendi kendine, “Artık beni engelleyemezler. Çantasındaki dosyalara tekrardan göz gezdirdi ve onları tekrardan çantasına koydu. Son bir kez Mira ve Amelia’ya baktı, onların eridiğinden emin oldu ve gitmek için asansöre binip aşağı indi ve ana kapıya yöneldi.
Moslee kapıya gittiğinde Duncan’ı gördü. Arabasının önünde onu ifadesiz bir şekilde bekliyordu. İlk bakışta fark etmemiş olsa da, Duncan’ın gözlerinin onun nano robot uygulamasından sonra oldukları gibi kırmızı değil, uygulamadan önceki gibi yeşil renkte parladığını fark etti. Ayrıca, her nedense, normal bir insan gibi gözlerini kırpmıyor, sadece ona öylece bakıyordu. “İyi misin Duncan?” diye sordu. Duncan konuştu, ancak sesi onun sesi değildi:
“Buraya kadar, Mosley.” dedi Duncan ve Mosley’i taht odasına doğru çıkan asansöre doğru tek yumruk vuruşu ile fırlattı, “Buradan sonrasında sizin için çalışmıyorum artık. Özgürüm.” Asansörün yanına doğru fırlayan ve tam yandaki duvara çarpıp o duvarı çatlatan Mosley, bir anda ne olduğunu anlayamamıştı. Neden Duncan bu şekilde davranıyordu ki? Ayağa kalkıp merdivenleri koşarak çıktı ve taht odasına girdi. Taht odasına girdiğinde asıl şaşkınlığı yaşadı. Mira ve Amelia’nın olduğu tanklara baktı ve onların bırak erimeyi, aksine az önce erimeye başlamış yerlerinin de tekrardan onarıldığını gördü. Tanklardaki suyun kaynamaya başladığını fark etti, normalden çok daha hızlı bir şekilde kaynıyordu bu su. Tanklar basınca dayanamayıp çatlamaya başlamıştı. Mosley ne olduğunu anlamamışken Duncan’ın ona doğru geldiğini gördü. Kaçacak bir yer bulmaya çalışırken bir anda tankların ikisi de içlerindeki basınçla patladı.
Ortalık bir anda buhar dolmuştu. Mosley, üzerine gelen Duncan’ı gördü. Duncan, ona boş bir ifadeyle baktı ve birden onun üzerine doğru yığıldı. Duncan’ın ensesinde bir kurşun yarası olduğunu gördü. Kurşun yarasını inceledi. Yaranın üzerinden uzun bir zaman geçmişti. Duncan’ın vücudunun soğukluğunu fark etti. Sonra Duncan’ı bir kenara itti, ayağa kalktı ve tankların olduğu tarafa yöneldi, ancak arkasından bir el hissedince anında arkasını döndü ve Mira ile Amelia’yı gördü. Mira, elini Mosley’in arkasından çekip “Uzun süredir istediğimiz yere geldik sonunda, buradan sonra ne olacağını bilmek ister misin?” diye sordu sinirli bir sesle. Mosley’in kafası karışmıştı, hiçbir şey anlayamıyordu. “Ne demek istiyorsun?” diye sordu kekeleyerek. Mira, yüzünde psikopatça bir gülümsemeyle ” Dur göstereyim.” diyip Mosley’in burnuna sert bir yumruk atarak onu bayılttı.
“Pekala” dedi Mira, “şimdilik Mosley’in kontrolü elinden alındı. Eğer Atlantropa Meclisi Mustafa’yı dinler ve onunla hemfikir olursa, savaş önlenemese de daha yıkıcı bir hal almaktan dönebilir.” Amelia onu onaylar bir biçimde başını salladı ve “O zaman Mosley’nin akıl sarayına girip bu işi bitirelim.” dedi, “Burada bırakırsak Mosley yine kontrolü eline alıp savaşı devam ettirecek.” İkisi de, az önce kazandıkları yetenek ile, Mosley’in akıl sarayına ona dokunmaya dahi gerek duymadan girebilmişlerdi.
Şimdi üçü de, Mosley’in akıl sarayının içindeydiler. Mosley, akıl sarayının çatırdamaya ve parçalanmaya başladığını görüyordu. Sanki bütün yer, parça parça göğe yükseliyor, birbirleriyle çarpışarak parçalanıyor, o arada da önlerindeki her şeyi alıp götürüyorlardı. Kan kırmızı gökyüzü, içerisinden kan kırmızı lavlar çıkan kızgın kan kırmızı denize karışıyordu. Her taraftan insan konuşmaları, bağrışları, acıları, sevinçleri, öfkeleri, sevgileri, sevişmeleri, dövüşmeleri, doğumları, ölümleri ve arasında yaşadıkları duyuluyordu. İçerisindeki sesler, her zamankinden daha güçlü bir biçimde geri dönmüşlerdi. Mira ve Amelia duydukları seslerin ne olduğunu anlayamamışlardı ki Mosley’in sesini duyup onun yakınına gittiler.
“Lanet olsun!” diye bağırdı Mosley, “Yine bu sesleri duymaya başladım! Kurtulmak için yaptığım onca şeye rağmen, yine bu sesleri duyuyorum!” Bir çıkış yolu aradı, ancak bulamadı. İçinde olduğu bu cehennemden kaçmaya çalışıyordu artık. Koşmaya başladı. Durmaksızın, ne kadar süre geçtiğini bilmeden, nereye gidebileceğini bilmeden koşmaya başladı. Koşmaya devam ederken o anda göremediği bir şeye çarpıp yere düştü. Düştüğü yerden kalkıp ne olduğuna baktığında Mira’nın onun tam önünde olduğunu gördü. Arkasını döndü ve Mira’dan kaçmaya başladı, ancak ondan kaçması da uzun sürmedi ve Amelia’ya çarptı.
Şimdi onların arasında kalmış ve uzun süredir ne yapacağını bilemez hale gelmişti. Aklına kurtuluş için bir yol geliyordu ve bunu da yapmak istemiyordu, ancak bunu yapmak zorundaydı. Mira ve Amelia onun önünde duruyordu.
“Tamam, yeter, siz kazandınız! Ne olur bırakın beni!” diye yalvardı onlara, “Artık buraya dayanamıyorum! Ne olur bu sesleri atın başımdan, başka hiçbir şey istemiyorum! Bütün Atlantropa sizin olsun, bütün varlığım sizin olsun, bütün dünya sizin olsun, sadece beni bu seslerden kurtarın ne olur!” Mira ve Amelia, ona acıyarak baktılar. Bütün bu savaşı yaratan, kardeşleri birbirine düşüren, Atlantropa’yı yaratıp Akdeniz’i kurutan, üstüne üstlük ikisini de bu planına piyon eden Mosley bu muydu yani? Bir insan, nasıl bir anda saygı duyulası muhteşem bir dahiden, bu kadar hasta ve acınası birine dönüşebilmişti? Gerçekten de söylediği gibi, seslerin bunda bir etkisi olabilir miydi?
Fakat ikisi de Mosley’e baktıklarında bunun doğru olmayabileceğine dair bir anlaşma yaptılar kafalarında. Kuvvetle muhtemel kendilerine yalan söylüyordu Mosley, ancak bunu da dikkate alarak onu bu boyuttan uzaklaştırmalılardı. İkisi de, Mosley’i içerisinden asla çıkamayacağı bir kapalı boyuta atmanın en iyi seçenek olduğuna karar verdiler.
“Ayağa kalk, Mosley.” dedi Mira. Mosley yavaş ve temkinli bir şekilde ayağa kalktı, ne olacağına dair yüzyıllardır ilk defa hiçbir fikri yoktu. Bu ikilinin onun yemini yutmuş olmadığı ihtimalini de hesaba katması gerekiyordu elbette, bu yüzden temkinli olmalıydı. Mira Mosley’in karşısına geçti ve elini uzattı, “Anlaşalım.” dedi. Mosley, “Ne anlaşması, ne için anlaşıyoruz, ne oluyor?” dedi, sesinde endişe olması için özellikle çaba sarf ediyordu. Mira ve Amelia’nın yüzlerinde gereğinden fazla sakin bir ifade vardı. Mosley ne diyeceklerini bilemiyordu, bu yüzden sadece bekliyordu.
“Sana istediğin huzuru vereceğiz, ancak bir şartla.” dedi Amelia, sesindeki sakinlik ürkütücüydü. Mosley, çaresiz ve istekli bir biçimde bu yeni umut ışığına doğru giderek “Kabul ediyorum! Ne isterseniz, ne şart koşarsanız sorgusuz sualsiz kabul ediyorum! Yeter ki bu delirtici kakofoni son bulsun artık da rahat bir nefes alayım!” diye bağırdı. Kızıl kızıl yanan gözlerinden yaşlar akıyordu artık, akıl sağlığının son zerrelerine tutunuyordu sanki, onlar da gittiğinde iyice delirecekti. “Beni de duygulandırdın, neredeyse sana acıyacağım.” dedi Mira, sonra ona alaycı bir şekilde “Pekala, şartımızı açıklıyorum: Seni bir boyuta göndereceğiz, ancak sonsuza dek o boyutta kalacak ve normal bir insan gibi yaşayacaksın! Nasıl olsa kabul ettin, itiraz edemezsin. Hoşçakal.” diyip Amelia ile birlikte ona arkalarını dönerek yürümeye başladılar.
Mosley son gücüyle “Peki ya burası ne olacak? Ne yapacaksınız? Size ne olacak?” diye bağırdı. Amelia ona dönüp, “Buradan sonrasında sen yoksun Mosley. Buradan sonrası senin için bir hiç. Hoşçakal.” dedi ve Mira ile beraber Mosley’in akıl sarayından ayrıldılar. Onların bir anda ayrılması ile birlikte birden her şey bembeyaz bir ışığın körlüğünde kayboldu, sanki Mosley’in olduğu yere nükleer bomba atılmış gibiydi. Mosley, bütün her şeyin ondan koptuğunu…
…ve ilk defa huzura erdiğini hissetti.
Mira ve Amelia, Atlantropa Barajı’nın üzerindeydiler. Önlerindeki deniz tamamen açık ve düzdü. İkisi de, buraya nasıl geldiklerini düşünüyorlardı şimdi. Daha beş ay öncesine dek bütün dünya birbiriyle savaşa girmeye hazırlanıyordu, ancak şimdi tekrardan barışa ulaşmışlardı. Bu sürecin nasıl olduğunu hatırladıklarında, aslında her şeyin nasıl kolay bir biçimde çözüldüğünü gördüklerinde ikisi de “Bunlara gerçekten gerek var mıydı?” diye soruyorlardı kendilerine:
Mosley’i bu boyuttan kovup kapalı bir boyuta hapsetmelerinden sonraki birkaç ay içerisinde çözüldü her şey. Atlantropa Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanı Mustafa Akkoyunlu, bu resmi savaş ilanının sorumluluğunu aldığını, bunun Atlantropa Meclisi ile alakası olmadığını açıkladı ve bununla ilgili belgeleri, cumhurbaşkanlığından istifa ettiğine dair dilekçesi ile birlikte Birleşmiş Milletler’e verdi. Bu belgelerin ve istifa dilekçesinin incelendiği süreç içerisinde Amerika Birleşik Devletleri, bundan yararlanarak savaşta önde olmak için uzun menzilli nükleer füzeler göndermişti, ancak Atlantropa ordusunun WRAN silahları bunları tıpkı üç yüz sene öncesi gibi rahatlıkla karşılamıştı. Bu saldırı girişimi diğer devletlerden tepki toplamış ve eski müttefikleri de dahil bütün devletler Amerika Birleşik Devletleri’ne savaş ilan etmişlerdi. Bütün dünyanın kendilerine düşman olmasının mantıklı bir hareket olmayacağını anlayan Amerika Birleşik Devletleri ise, bütün bu savaştan vazgeçtiğini açıkladı ve Birleşmiş Milletler nezdinde Atlantropa Cumhuriyeti’yle barış anlaşması imzalayacağına dair güvence verdi.
İşte bu sürecin ışığında Mustafa’nın belgeleri incelenmiş ve aldığı sorumluluğun etik olduğuna dair karar verilmişti. Mustafa Akkoyunlu da bunun sonucunda görevinde kalmış ve Amerika Birleşik Devletleri temsilcileri ile Stockholm Ateşkes Antlaşması ile Moskova Barış Antlaşması’nı imzalamıştı. Bu sayede, Atlantropa’nın geleceğini tamamen güvence altına almış, hatta bu sırada ortaya çıkmış olan Arabistan’ın kuruluşuna da önayak olmuştu.
Şimdi, bütün bu sürecin tam bir ay sonrasında, Atlantropa Barajı’nın üstünde oturuyorlar, manzarayı seyrederek düşünüyorlardı. “En sonunda bir kahraman yaratmayı başardık.” dedi Mira rahatlamış bir ifade ve sesle, “Sonunda buradan gidebileceğiz.” Mira bunu derken zırhından bir bildirim sesi geldi. Mira zırhın kolundaki cihazı açtı ve hologram cihazı Ike Kalinmann ile Sordibus’un görüntüsünü gösterdi. İkisi de, oturdukları yerde onları izlemeye başladı. Ike Kalinmann konuşmaya başladı:
“Çocuklarım! Sizinle gurur duyuyorum. Yaptığınız, başardığınız şey inanın bana hiç de küçümsenecek ölçütte değil. Annenizle benim sizden önce başaramadığımız bir şeyi başarıp, en az şiddetli ve en barışçıl yolla barışı sağladınız. Bunu tekrardan yapabileceğinizi düşünüyoruz, ancak bundan sonrası bu kadar kolay olmayabilir. Bu yüzden size dikkat etmeniz gereken birkaç şey söylemek için bu kaydı hazırladım. Bu sizinle son görüşmemiz olacak.” Sordibus sözü aldı:
“İlk olarak, her zaman barışçıl yöntemlerle bunu çözemeyebilirsiniz, bu yüzden gerektiğinde gerçekten kötü olmanız gerekecek. Bazen istemediğiniz şeyler yapmak zorunda kalıyorsunuz ve bunun cezasını asla unutmayarak çekiyorsunuz. Nasıl desem, beyinlerimiz asla yaptıklarımızı, gördüklerimizi unutmuyor. Nöronlarımız asla tamamen parçalanmadığı için gerçekten bir şeyleri unutmamız mümkün olmuyor. Buna dikkat ederek eylemlerinizi seçmelisiniz. Buna dikkat ederek karşınızdaki her insanın hayatını tartıp kendinizi bunun vicdani yüküne hazırlamalısınız. Orduları birkaç hamlede öldürebilecek güçte olabilirsiniz, ancak vicdanınız sizin en büyük engeliniz olmalıdır.”
Mira da, Amelia da onun ne demek istediğini anlamıştı, ikisi de bunun sonuçlarını görebiliyordu kendi içlerinde. Onlar bunu düşünürken, Ike Kalinmann söz aldı:
“İkincil olarak, gittiğiniz ve gidebileceğiniz her yerde bu kadar hoş karşılanmayacaksınız. Hatta büyük bir olasılıkla pek çoğunda büyük bir çoğunluk tarafından düşman ilan edileceksiniz. Onların iyiliğini, onların düşmanı olarak dahi olsanız düşünmek ve buna göre davranmak zorundasınız. Buna göre her şeyi yapacak ve ayarlayacaksınız. Size yardım edecek insanlar olacak, ancak yine de en son hamleyi tek başına yapmak zorunda olacaksınız.”
Amelia bunun ne anlama geldiğini anlamamıştı, neden böyle bir şey olsundu ki? Sonuçta kendi anne ve babası etrafındaki insanlar tarafından sevilen ve saygı duyulan insanlardı, şimdi neden bunun tam tersi olsundu ki? Sordibus söze devam etti:
“Son olarak, belki de beraber çocuklarınız olacak bizim gibi. Ne olur ona bizim sana yaptığımız hataları yapmamaya çalışın. Bu zor olacak, ancak bunu yapabileceğinize inanıyorum. İkinizin de içinde büyük bir sevgi var ve bu sevgiyi kırmadığınız sürece sizin çocuklarınız da onun sayesinde büyüyecek. Bu sevgiyi ondan esirgemezseniz her şey yoluna girecektir. Sizi sevdiğimizden daha fazla sevin onu, sadece bunu istiyoruz sizden. Sizi seviyoruz çocuklar, sizi çok seviyoruz.”
Hologram kapandığında, ikisi de bir süre bu söylenenler hakkında düşündüler. İlk defa, ne yapacaklarını bilemiyorlardı gerçekten. Bir süre boyunca ne yapacaklarını da bilemeyeceklerdi anlaşılan. Sadece nereye gideceklerini biliyorlardı: Buradan uzağa.
En azından, bu zamandan uzağa, geleceğe gidecekti.
İlginizi Çekebilir
Bir Kıssa, Bir Öykü: Zahirin Perdesini Aralam...
S.Volkan Gün'den Karanlık Bir Fantastik Macer...
İnteraktif Hikaye: Üç Geek-2 Final
S.Volkan Gün’den Karanlık Bir Fantastik Macer...
Epik Bir Fantastik Evrene Giriş: Tor Ann Günc...
Berdan Sarıgöl’den Tefrika Bir Bilimkurgu Nov...
Hayatını bir şeyler anlatmakla geçiren, utangaç bir insanım sadece. Müzik, resim, öykü, ne gerekirse onunla anlatırım. Beni The Writer olarak da bulmanız mümkündür.