Berdan Sarıgöl’den Yeni Saga: Atlantropa – İlk Kitap Bölüm 7

Bunu Paylaşın

Altıncı Bölüm- İlk Halka

Amelia ve Mira, İstanbul’dan çıkmış, Küçük Atlantropa Barajı’nın yanındaki Çanakkale’ye varmışlardı. Orada harekete geçen isyancılarla görüşmüşler, onları toparlayıp, kendilerinden biraz yiyecek, içecek ve silah almışlardı. Onların nereye gittiğini öğrenen isyancıların lideri Ramone, kendisinin de eskiden barajda çalıştığını söyledi ve onlara Atlantropa Barajı’nın planlarını ve teknik çizimlerini verdi. Şehirden ayrılmadan önce de onlara “Atlantropa Barajı’nın etrafı, eski Portekiz sınırlarını kapsayacak bir şekilde Amerika Birleşik Devletleri’nin sömürgesidir. Orada daha gizli bir biçimde hareket etmeniz elzemdir, yoksa göreviniz başlamadan biter.” diyerek uyardı ve kendilerine Atlantropa Barajı etrafındaki sömürgenin durumuyla ilgili birtakım bilgiler vererek onları uğurladı.

Çanakkale’den çıktılar ve eski Yunanistan’ın engebeli, zorlayıcı yollarında uzunca bir yolculuk edip, gün geceye varmaya başlayınca Edessa şehrinin kalıntılarında durdular. Orada kamp kurup planlara baktılar. “Şimdi eğer Ramone’un söyledikleri doğruysa, oraya düşündüğümüzden daha zor bir şekilde gireceğiz zaten. Bu yüzden, bize sahte kimlikler lazım, onu da halledebilecek bir insan var bu kıtada.” dedi Amelia. Mira ona merakla bakıp “Kim bu peki? Nerede?” diye sordu. Amelia ise o kişinin yerini hatırlamaya çalıştı, sonra da Mira’ya dönüp “Şey, kendisi sabit durmuyor maalesef, sürekli devletten kaçtığı için yerini bilemiyorum.” dedi. Mira’nın yüzünün düştüğünü görünce devam etti, “Ancak hayatım, onunla iletişimde kalabildiğim birkaç muhbir mevcut. Nereye gittiğini biliyorum yani, şu anda yolumuzun üstünde zaten. Büyük Tuz Çölü’nün eski Adriyatik Denizi’ne bakan kısmında bir yeraltı şehrine gitmiş en son.”

“Yani?” dedi Mira merakla, zira hiçbir şey anlamamıştı.

“Yani, yarın Büyük Tuz Çölü’ne sapacağız, orada yeraltı şehrini bulacak ve oraya girip o adamdan sahte kimliklerimizi alacağız. Eğer gidebilirsek de, yeraltından devam edip Venedik’in yakınına gitmekten kurtuluruz.” dedi Amelia.

Mira ona hayranlıkla bakıyordu. Tanıştıklarından beri, onu bu kadar güçlü görememişti. Daha öncesinde ilişkilerinin güçlü tarafı o olurdu.

Bir gücü varken yani.

Şimdi ise, bu garip dünyada, onun rehberliğine ve gücüne güveniyordu. Onun kendi hatası yüzünden burada olduğunu da biliyordu.

Buraya ilk defa geldiklerinde, Atlantropa daha kurulmamıştı. Avrupa Birliği ile Amerika Birleşik Devletleri savaştaydı. Euro-Amerikan Savaşı adını alacak olan bu büyük savaşta, Amerika’nın bütün nükleer cephanesini Avrupa’ya boşalttığını görmüşlerdi gözleriyle, sonra da Avrupa’nın bu cephaneyi nasıl havada etkisiz hale getirdiğini. Sonra Avrupa Birliği’nin Amerika Birleşik Devletleri’nin kıyılarına saldırmaya çalışıp bütün çocuklarını o kıyılara kurban verdiğini gördüler. Bunları görürken durmadılar elbette. Amelia Avrupa Birliği’ni, Mira ise Amerika Birleşik Devletleri’ni durdurmaya çalıştı. Ancak ikisi de başarısız oldu. Mira Amerikalılar tarafından kaçırıldı ve boyut atlama cihazı çalındı. Ancak onu geri alıp Avrupa’ya kaçmayı başarmıştı. Amelia ile zamanda geri gidip bu savaşı başlamadan bitireceklerdi, ancak bunu yapamadan yeni kurulan Atlantropa devletinin askerleri tarafından yakalanıp, ikisini de cezalandırmışlardı. Amelia, Atlantropa’dan sürülmüş, Mira ise Yerebatan Sarnıcı’nda bir derin uyku ünitesine kapatılmıştı. Uyutulmadan önce, yanındaki askerlere ve görevlilere “Sakın o cihazın Amerikalıların eline düşmesine izin vermeyin!” dedi bağırarak.

Şimdi her şey elinden kayıp gitmiş, dikkatsizliği yüzünden bütün Avrupa çöle dönüşmüş ve Amerikalıların eline geçmişti. Boyut atlama makinesini geri almak için tekrardan Amerika Birleşik Devletleri’ne gitmeleri ve onu bulup geri almaları gerekiyordu.

“Özür dilerim Amelia.” dedi Mira, “Benim yüzümden oldu her şey. Benim yüzümden düştük bu duruma. Benim yüzümden-” diye devam edecekti ki, Amelia işaret parmağını dudaklarına dayayarak onu susturdu. “Yapma bunu kendine.” dedi ağlamaklı bir sesle, “Sen elinden geleni yaptın, bu senin hatan değildi.” Mira’ya sıkıca sarıldı. Mira’nın başı, Amelia’nın omzuna düştü ve ağlamaya başladı. Amelia, Mira’nın saçını okşadı, onu daha da sıkıca sardı. Sonra ayrıldılar ve onun gözlerine bakıp “Sakın üzülme hayatım, sen yapabileceğinin en iyisini yaptın o an.” dedi. Mira ve Amelia, o gece, uzun süredir özledikleri şekilde, birbirlerine sarılarak uyudular.

Ertesi sabah kalkıp, acele bir kahvaltı ettiler, sonra toparlanıp yola çıktılar. Epeyce gittikten sonra, Büyük Tuz Çölü’ne indiler. Çöl, gerçekten de adı gibi tuzla kaplıydı. Bembeyaz tuzlar, kızgın güneşi her tarafa yansıtıp görüşünü kapatıyordu insanın, bu yüzden ikisi de Mathilda’nın kendilerine verdiği kutup gözlüklerinden taktılar. Aslında kutuplarda, yerdeki buzlara ve karlara çarpan güneş ışıklarının insanın gözünü almaması için yapılmış olan bu gözlükler, şimdi onları tuz kristallerinden yansıyan yoğun güneş ışıklarından koruyordu. Bir süre sonra, yeraltı şehrinin girişini gördüler. Giriş, basit bir tünelden oluşuyordu. Tünelin kapıları, onların gelişini görünce açıldı ve içeri girdiler. İçeri girdikleri gibi kapılar kapanıp ışıklar açıldı ve ikisi de kutup gözlüklerini çıkardılar. Şehre giden uzun tünel yolu bittiğinde ise gözlerine inanamamışlardı.

Şehir, üstteki çölün tam tersiydi, üstte olmayan bütün hayat, altta mevcuttu. Yirminci yüzyılın o cafcaflı, savaş görmemiş Avrupa’sının havası vardı bu şehirde, her şey, büyük ve özgür bir estetiğin ürünüydü sanki. Binalar, İkinci Dünya Savaşı öncesindeki Avrupa estetiklerini, şimdinin öznitelikleriyle birleştirmişti. Şehrin içine girip dolaştıkça, hiçbir mahallede veya sokakta tabela olmadığını farkettiler. Buna rağmen, mahalleleri ve sokakları birbirinden ayırmaları kolay olmuştu, zira hiçbiri birbirine benzemiyordu. Her bir mahalle, orada yaşayan milletin estetik anlayışına göre binalarla doluydu, mesela Fransız mahallesindeki binalar, eski Paris içerisindeki Osmanyen binalarken, İtalyan mahallesindekiler, Roma’nın binalarını andırıyorlardı.

Böylece gezerlerken, Amelia bir yola saptı ve “Aradığımız adam Türk mahallesinde. Umarım oraları ayırt etmem kolay olur, Balkan ülkeleri çok karışıyor bazen.” dedi. Bir süre daha etrafına bakınarak yavaş yavaş ilerlerken, aradığı yeri buldu ve oraya doğru yöneldi. Aradığı binayı bulana dek bir süre daha dolaştı ve aradığı bina olan Maharet Apartmanı’nın önünde arabayı durdurdu. Mira’ya dönüp “Bence yanına ufak bir silah al, gireceğimiz yerde kendini koruman için ihtiyacın olabilir.” dedi. Mira arkadan ufak bir tabanca aldı ve giydiği ceketin iç cebine koydu. Beraber arabadan çıkıp binaya doğru ilerlediler.

Maharet Apartmanı, belki de o şehirdeki en eski yapılardan biriydi. Özellikle İstanbul’un eski Beyoğlu binalarını andıran bir tasarıma sahipti. Tıpkı oradaki apartmanlar gibi, devasa ve ayrıntılı tasarımlara sahip bir kapısı ve yukarıya doğru çıktıkça yine detaylı tasarımlara sahip cumba benzeri balkonları vardı. İkisi de içeriye girerken, bu detaylı ve eskiye vefalı şehre bakıp etkilenmişlerdi bile, içeride ne olursa olsun, buraya duydukları saygı devam edecekti. Binanın içerisine girdiklerinde, onları karşılayan şey devasa bir iç bahçeydi. Normal bir apartmandan çok, içinde bir bahçe bulunan binalar bütünü gibiydi. İçerideki bu ufak ama dolu bahçe, etkileyici bir düzene sahipti. İçerisindeki bitkiler, binanın havalandırma delikleri dışında tamamen kapalı çatısında bulunan ve güneş ışığına yakın bir ışık veren lambalar tarafından aydınlatılıp yaşatılıyordu. Suyun da benzer bir kaynak tarafından verildiği aşikardı, buranın sahibi ve lideri olan Theodore James Mosley bunun için bayağı masraf etmişti anlaşılan. Elbette onları karşılayan tek şey bu güzel bahçe değildi, ayrıca bir sürü silahlı adam tarafından da etrafları sarılmıştı. Adamlardan biri öne çıktı ve “Kimin için geldiniz?” diye sordu.

Amelia adama “Biz bay Mosley için gelmiştik, kendisinden bir ricamız olacaktı. Amelia diyin, tanır beni.” dedi. Şanslıydı ki, bu silahlı adam onun adını duymuştu. Gerçekten de bay Mosley’in ona verdiği talimatlar arasında bu kişiyi ve yanında gelebilecek herhangi bir başka insanı sorgusuz sualsiz kabul etmek vardı. Bunun neden olduğunu anlamıyordu hala ama emir emirdi. “Silahlarınızı indirin, güvenliler.” dedi diğer adamlara, daha sonra iç kapıyı işaret ederek “Buyurun bayan Earheart, sizi kendilerine götüreyim.” dedi ve ikisini iç kapıdan içeri alıp, asansöre bindirdi ve beraber yukarı çıktılar. Yukarıya doğru çıkarken, asansörün cam kapılarından her bir katın içerisindeki hayatları görüp şaşırmışlardı. Burası basit bir suçlular sığınağı değildi, gerçek bir şehirdi. En sonunda asansör durdu ve asansörden inip bir sıra merdiven daha çıkarak girecekleri dairenin kapısına ulaştılar. Kapı içeriden açıldı ve korumanın eşliğinde içeri girdiler.

Dairenin kapısından içeri girdiklerinde, yaşlı, zayıf bir adamın bağdaş kurarak oturduğunu gördüler. Adam zayıf, güzel görünüşlüydü. Saçları yarı siyah, yarı mor, gözleri parlak mavi, yüzü ise hayal edebileceğiniz en güzel erkeğin yüzü gibiydi; köşeli, yumuşak ve davetkar. Öyle ki, kendisini yirmili yaşlarda tanısaydınız, muhtemelen ideal erkeğin o olduğunu düşünebilirdiniz. Adam yavaş yavaş başını kaldırdı, onlara doğru baktı ve “Merhaba bayan Earheart, sizi tekrar görmek muhteşem.” dedi biraz cızırtılı bir sesle. “Merhaba bay Mosley, sizi görmek de güzel.” dedi Amelia karşılık olarak, sonra eliyle Mira’yı işaret edip “Sonunda Mira da aramızda.” dedi ona.

Mosley Mira’ya baktı, gülümsedi ve “Anlattığın kadar güzelmiş kendisi. Umarım mutluluğunuz daim olur sevgili aşk kuşları.” dedi sevecen bir şekilde. Mosley’nin karşısına bağdaş kurarak oturdular. Amelia, Mosley’nin yüzünde sanki bir hüzün parıltısı görmüştü, ancak “Yanlış görüyorum herhalde” diye düşündü. Mosley onlara baktı ve “Sizi buralarda görmeyi beklemiyordum açıkçası, hayırdır?” dedi Amelia’ya. Amelia ise ona dönüp “Bak Mosley, senden bir ricamız olacak, ancak bunu bu kadar insanın önünde söyleyemeyiz.” dedi. Bunun üzerine Mosley, bir el hareketi yaptı ve bütün korumalar dışarıya çıktı.

“Pekala Mosley. Mira ve benim Atlantropa Barajı’na girmemiz lazım. Bunun için de oraya bizi sokacak kimlik belgelerini ayarlayabileceğini düşünüyorum.” dedi Amelia, “Bunu yaparsan, bana yıllar öncesinden olan borcunu da ödersin.” Moslee bunu duyduğuna sevindi. Onların Amerikan toprağında olması, burada yapabileceği herhangi bir adımı durduramayacakları anlamına geliyordu. “Anlaştık bayan Earheart. Yarına belgeler elinizde olur.” dedi ve sonra “Bugünü burada geçirin isterseniz, adamlarım size eşlik edebilir.” diye bir öneride daha bulundu. Mira ve Amelia birbirlerine heyecanla baktı, ikisi de aynı şeyi düşünüyordu.

“Olur elbette.” dedi Amelia, “Uzun süredir Mira’yla yapamadığım birkaç şey vardı, onların acısını çıkaracağız bugün.” Mosley onlara sanki içinde hüzün olan bir sevinçle baktı. “Size Fransız mahallesindeki Demain restoranını tavsiye ederim. Yemekleri ve atmosferi bütün yeraltı şehrinin en iyisidir. İsterseniz şimdi arayıp randevu ayarlayabilirim akşama.” dedi. Amelia, mahcup bir ifadeyle “Teşekkür ederiz dostum.” dedi. Mosley bir numarayı aradı, biraz konuştu, sonra telefonu kapayıp “Tamamdır, akşam sekizde gidip isminizi söylemeniz yeterli.” dedi. Amelia ve Mira da teşekkür edip Mosley’nin yanından ayrıldılar.

Amelia ve Mira, Demain’e girdiklerinde Mosley’in ne demek istediğini anlamıştı. Burası gerçekten de muhteşem bir restorandı. Uzun süredir birbirlerinden ve gittikleri yerlerden bu kadar keyif almamışlardı. Hatta Amelia’yı tanıyan bir iş adamı, onu ve Mira’yı bu kadar mutlu görünce yas döneminin bitişini kutlamak için masalarına özel bir kırmızı şarap ısmarlatmıştı. Mira ne olduğunu anlamadığı için bu iş adamına sinirlenmişti ama Amelia’nın açıklamasıyla sakinleşip eğlenmeye devam etti. Belki de uzun süredir yaşadıkları en normal ve en romantik geceydi. İkisi de, birbirlerindeki değişimleri görebiliyordu artık. Mira eskisi gibi enerjik ve deli dolu değildi, eski saldırganlığı yerinde olsa da artık daha az enerji saçıyordu etrafına. Amelia ise eskisi gibi kötümser ve öfkeli değildi, her ne olduysa, bu boşlukta her ne yaşadıysa artık daha güçlü ve iyimser birine dönüşmüştü. Tam olarak birbirlerine dönüşmemişlerdi, ancak birbirlerini dengeleyecek bir duruma gelmişlerdi. Bunun farkında olarak, birbirleriyle konuştular, beraber eğlendiler ve birbirlerine olan sevgilerini gece boyunca çeşitli şekillerde yaşadılar.

Gece olmuştu. Mosley yanında duran korumaların birine dayanarak oturduğu ve çoğu zaman kestirdiği yerden ayağa kalkıp, aynı korumanın ona verdiği bastonunu kullanarak yürüdü. Dairesinden çıkıp merdivenlerden ağır ağır indi ve aynı korumanın kapısını açtığı asansöre bindi. Bodrum katına inmesi için dört haneli şifreyi girdi ve kapı kapama düğmesine bastı. Asansör yavaşça bodrum katına doğru indi. Kapı açıldığında Mosley bir adım attı ve bütün ışıklar açılarak indiği yerin ne olduğunu ona gösterdi. İndiği yer, neredeyse bütün yeraltı şehrinin alanını kapsayan devasa bir laboratuvardı. İçerisi tamamen Mosley’nin yönettiği insansı robotlarla doluydu. Robotlar, sürekli bir yerden diğerine gidiyor, bir şeylerle uğraşıyorlardı. Burayı kurmak için devasa bir masrafa girmiş ve en sonunda amacına ulaşmıştı.

Mosley küçük bir tankın içindeki kızıl renkli sıvıya baktı. Bütün bu laboratuvarın, deneylerin, şehrin, her şeyinin onu getirdiği sonuç bu kızıl renkli sıvıdaydı. Bu sıvıdaki şey, yüzyıllar önce Amelia’nın kan örneğinden şans eseri aldığı ve inanılmaz bir tersine mühendislik ile ne olduğunu çözüp tekrardan üretebildiği nano robotlardı. Bunlar, teknik olarak canlı olan her şeyi kontrol edebilir, kendilerini çoğaltıp içerlerinde bulundukları organizmalara neredeyse sonsuz denebilecek bir yaşam sağlayabilirlerdi. Mosley bunun devasa bir enerji kaybı olacağını düşünmüştü, ancak bu robotlar, normal insanların bedenlerinde hiçbir şekilde fazladan enerji ihtiyacı doğurmamıştı. En son, o tarikat liderine yaptığı deneyle de bu nano robotları kontrol edebildiğini anlamıştı. Eğer kendi içlerindeyken onları kontrol edebilirse, sıradaki adıma geçip bu nano robotları bütün gezegene yayacak ve gezegendeki her şeyin kontrolünü eline geçirecekti.

Aslında daha öncesinde böyle bir amacı yoktu, bu nano robotları sadece kendisi için geliştirmişti hatta, ilk başta, Mira yokken Amelia gibi bir ölümsüz olup onunla sonsuza dek yaşamak istiyordu sadece. Ancak şimdi, Mira’nın dirilişi ve yanına gelişiyle birlikte bu nano robotların bile onu Amelia’ya yaklaştıramayacağını anlamıştı. Eğer ona bu şekilde sahip olamazsa, bütün dünyaya sahip olduğu gibi sahip olacaktı. “Ben seninle bir olmayı düşünüyordum Amelia” dedi kendi kendine, “Ne aptalmışım.” Düşüncelerinden sıyrıldı ve üzerindeki kıyafetleri tamamen çıkardı. Orada olan korumasına “Buradan sonrasında tamamen benimlesin. Şahit olduğun her şey, mezara götüreceğin bir sırdır. Bunu kabul etmek istemiyorsan emekliliğini şimdi başlatabilirim.” dedi.

Korumanın yüzünden soğuk terler akmaya başlamıştı. Theodore James Mosley’in “emekli” etmesinin ne demek olduğunu çok iyi biliyordu elbette. Hayatını böyle bir şekilde kaybetmek istemediği için onun şartını kabul etmenin daha iyi olacağına karar verdi ve “Kabul ediyorum bay Mosley.” dedi.

Mosley gülümsedi. “Hazır mı?” dedi. “Hazır.” dedi robotlardan biri.

Bunun üzerine, tanktaki sıvıdan bir şırınga dolusu çekti ve robotlardan birine verdi. Robot, Mosley’in işaret ettiği yere, yani onun kalbinin üzerine hızlıca iğneyi saplayarak sıvıyı enjekte etti.

Mosley sıvının etkisiyle önce yere düştü. Kendisini olabildiğince rahat bir pozisyonda yatırdı ve sıvının içindeki nano robotların bedenine saldırmaya başladığını hissetti. Derin nefesler alıp verdi ve kendi vücuduna odaklanabilmek için öğrendiği meditasyon tekniğini kullanmaya başladı. Yavaş yavaş vücudunun tekrardan gençleştiğini, derisinin eskisi gibi gerginleştiğini, kaslarının ve kemiklerinin tekrardan sağlamlaştığını, saçlarının yeniden ve daha gür bir biçimde çıktığını hissediyordu. Ancak bununla kalmayacaktı. Eskisinden daha da güçlü olmalıydı, eskisinden daha farklı olmalıydı, en önemlisi, eski hayatında kendisini sınırlayan her şeyden kurtulmalıydı. Vücudunun tamamen iyileştiğini hissettiğinde işleme başladı. İçerisindeki organların, kasların, kemiklerin ve damarların değişimini hissedebiliyordu. İnce ince, yepyeni bir beden işliyordu kendisine. İşlem bittiğinde, gözleri yakutlar gibi kırmızı, derisi mermerler gibi beyaz, saçları lavantalar gibi mordu artık. Artık bir erkek veya bir kadın değildi. İnsanlığın en büyük sınırlamasından kurtulmuştu, artık ölümsüz olduğu için üremeye ihtiyacı yoktu sonuçta. Amelia’ya duyabileceği bütün aşkı da tamamen yok etmişti bu süreçte, artık o onun düşmanıydı sadece.

“Her şey plana uygun.” dedi kendi kendine, “Her şey tamı tamına planıma uygun.”

Yazıyı beğendiniz mi?

Ortalama puan 4 / 5. Oylama sayısı: 2

Bunu oylayan ilk kişi olun

RSS
Follow by Email
Twitter
Visit Us
Follow Me
YouTube
YouTube
Instagram

Cevap Yaz

Oturum aç:

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir